Türkiye'de kamuoyunun yüzde 60'ı AB'den yana tavır almış ve siyasal iktidarın bu yöndeki çabalarını desteklemiştir. Bunun için iki önemli neden gösterilmektedir. Belirleyici olan birinci öğe, AB üyeliğinin ekonomik kalkınmayı hızlandıracağı, refahın artmasına ve işsizliğin azalmasına katkı yapacağı düşüncesidir. Diğeri de, özellikle aydınlar için, Türkiye'nin modernleşeceği, ülkede düşünce, anlatım ve inanç özgürlüğüne saygılı, demokratik bir hukuk devletinin kurulacağı varsayımıdır.
Kürtler ise, ekonomik kalkınma, serbest dolaşım vb, yöntemlerle işsizliğe çözüm getireceği düşüncesi yanında, asıl insan hakları ile azınlık haklarının tanınmasına, baskı ve şiddetin son bulmasına, özgürlüklere ve demokratik gelişmeye katkı yapacağına inandıkları için AB üyeliğini desteklemiş ve bugün de desteklemektedirler.
Gerçekten, her AB üyesi gibi Türkiye'nin de uymakla yükümlü olduğu Kopenhag kriterleri azınlıkların tanınması ve korunması hakkında şu hükmü getirmiştir:
"Azınlık topluluklarının toplum ile bütünleşmesini sağlayacak önlemlerin alınması demokratik istikrarın bir koşuludur. Bu nedenle, Avrupa Konseyi tarafından benimsenen Azınlıkların Korunması Hakkında Çerçeve Sözleşmesi başta olmak üzere, ulusal azınlıkların korunmasını öngören metinlere uygun olarak bu hakların garanti altına alınması AB üyeliğinin önkoşuludur." (1) Keza, AB'nin hazırladığı Katılım Ortaklığı Belgesi'nin orta vadeli öncelikler bölümünde Türkiye ile müzakerelerin başlaması için şu yükümlülük getirilmiştir: "Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması ve bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm - eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere - kaldırılmalıdır. (2)
Kopenhag kriterlerinin azınlıklar için öngördüğü ve AB üyelerinin, uygulamakla yükümlü oldukları belgeler, BM, UNESCO, Avrupa Konseyi, AGİK/AGİT, Avrupa Birliği vb. kurumlar içinde oluşan yirmiyi aşkın sözleşmeden oluşmaktadır. Bu belge ve sözleşmelerin içerdikleri kurallar bütününden evrensel nitelikli bir azınlık hukuku oluşmuştur. Bunların uygulanması demokrasiyle yönetilmenin ve AB üyeliğinin olmazsa olmaz koşuludur.
Azınlık hukukunu oluşturan ortak hükümler şunlardır: Ulusal azınlık kimliğinin ve kültürünün tanınması, anadilde eğitim görmelerini, kendi dillerinde bilgilendirmeyi, etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliklerinin korunmasını, anadillerin öğretilmesini ve bu dillerin resmi mercilerde kullanılmasını, azınlıkların tarih ve kültürlerinin okutulmasını, tarihsel ve bölgesel veriler dikkate alınarak bölgesel ya da özerk idareler kurulmasını, kendi aralarında örgütlenmelerini ve yönetime özgürce katılmalarını sağlayacak düzenlemelerin yapılması ilgili devletlerin görevleridir. Azınlıkların yaşadıkları AB ülkelerinde hiçbir devlet azınlıkların asimile olmalarını kolaylaştıracak düzenlemeler ve idari bölünmeler yapma hakkına sahip değildir. Azınlıkların dil ve kültürlerini asimile edecek uygulamalar kültür soykırımı sayılır. Temel azınlık haklarının kullanılmasına engel olmadan bir entegrasyon sürecinin işletilmesi ise meşru bir hak sayılır.
AB üyeliği için müzakere tarihi alan Türkiye'nin müzakere sürecini başarıyla tamamlayarak üyeliğe geçmesi için azınlık statüsündeki Kürtlere, onların talepleriyle örtüşen, yukarıdaki hakların tüm olarak tanınması gerekir. Salt Kürtçe öğretilmesi için kurs açılmasına ve şafakla birlikte 20 dakikalık televizyon yayınına izin verilmesi AB organlarını aldatmaya dönük yüzeysel önlemlerdir.
Ne Kürtleri, ne de AB'yi de tatmin etmeyen bu aldatıcı oyunun 10 yıllık müzakere sürecinde geri tepeceğinden kuşku yoktur. Bu oyunun bozulması ve Kürtlerin ulusal demokratik haklarına kavuşmaları için taleplerini demokrasi içinde ve AB normlarına uygun bir politika çerçevesinde savunmaları gerekir. Aksi halde var olan düzenlemelerin dışında hiçbir hakkın tanınması mümkün olmaz. AB organlarının, kendiliklerinden, Türkiye'deki azınlık haklarının genişletilmesi için girişimlerde bulunacaklarını beklemek bir düşçülüktür.
Ne var ki, Osmanlı döneminden itibaren Türkiye'de azınlık deyimi, aşağılayıcı bir yüklemle, salt gayrimüslimleri tanımlamaya dönük bir tamlama olarak kullanıldığı için, Kürtler adına siyaset yapan kişi ve kuruluşlar tarafından şiddetle reddedilmekte ve Kürtlerin azınlık olarak tanımlanması hakaret sayılmaktadır. Bunlar, Kurtuluş Savaşını izleyen yıllarda ve Lozan Konferansı sürecinde başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, İsmet Paşa, Başbakan Fethi bey vb. kurucu liderlerin taktik amaçlı beyanlarına dayanarak Kürtlerin kurucu bir halk olduğunu iddia etmektedirler.
Oysa, Cumhuriyetin kurucusu olan bu liderler, Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonra, Kürtlerin varlığını inkar ederek tek kültürlü homojen bir ulus/devlet oluşturmak için, bugün de yürürlükte olan asimilasyoncu bir politikayı uygulamaya koymuşlardır. Bu politikanın temel ilkeleri, daha önce "Kürtler kurucu asli unsurdur" diyen İsmet Paşa tarafından şu sözlerle dile getirilmiştir: "(...) Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır." (3)
Kürtler Kurucu Asli Unsur Değildir
80 yıldan beri uygulanmakta olan bu asimilasyoncu politikayı yok sayarak Kürtlerin azınlık hukukundan yararlanmalarına karşı çıkmak ve onların kurucu asli unsur oldukları tezinde direnmek bir teslimiyetçiliktir.
Çünkü bir devletin kuruluşuna katılan Kurucu unsur genellikle egemen konumdaki halktır. Çok nadir olsa da, genelde iki kurucu halkın bir arada bulunduğu devletler vardır.
Ancak bu tür devletlerin oluşumuna katılan farklı ulusal topluluklar kendi aralarında ortak bir anayasa hazırlamakta ve her alanda eşit haklara sahip iki halkın bir arada yaşadığı, iki resmi dili olan bir devlet oluşturmaktadırlar. Bu ülkelerin parlamentosunda her iki halk eşit şekilde temsil edilir. Bölgesel ve yerel meclislerde de yerleşim alanlarına uygun olarak nüfus oranlarına göre temsil esastır. Örneğin Belçika. Valen ve Flaman'ların iki kurucu halk olarak oluşturdukları bir devlettir. Bu devletin Fransızca ve Flamanca olmak üzere iki resmi dili vardır. İlkokuldan başlayarak üniversite Öğretiminin sonuna kadar tüm eğitim kurumlarında her iki dilde de eğitim verilmektedir. Her iki halk, parlamentoda, ayrı ama benzer eğilimli partiler tarafından temsil ediliyor. Kültür ve ekonomik alanlardaki yatırımlarda devlet kaynakları, yerleşim alanları göz önünde bulundurularak her iki halka eşit şekilde tahsil edilir.
Ayrılmadan önce Çek ve Slovaklar'dan oluşan Çekoslovakya'da da yıllarca benzer bir uygulama yapılmıştır. Î989'da her iki halkın ortak kararı ile barışçı yoldan ayrışan bu iki halk iki ayrı devlet kurmuşlardır.
1947'de Müslüman olmalarının dışında aralarında hiçbir bağlantı olmayan Batıda Urdu, Doğuda Bengali dilinde konuşan iki kurucu halkın oluşturdukları Pakistan İslam Cumhuriyeti de I971'de Doğu'da Bangladeş ve Batı'da Pakistan devletlerinin kurulmasıyla ikiye ayrılmıştır.
Türkiye'nin desteği ve KKTC yetkililerinin ısrarlı talepleriyle Kıbrıs'ta da Türklerin ve Rumların asli kurucu unsur oldukları yeni bir devletin kurulması gündemdedir.
Oysa, kapitalizm öncesi bir evrede yaşayan Kürtler Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda ikinci bir kurucu halk olma iddiasında olmamış, ayrı bir kimlik, dil ve kültür hakkı talep etmemiş, Osmanlı devletine özdeş saydıkları Türkiye devletinin egemenliğini kabul etmişlerdir.
Kurucu asli unsur olduğu iddia edilen bir halkın azınlık haklarını talep etmesi söz konusu değildir. Çünkü, bu konumdaki bir halkın hakları ortak kuruluş statüsünde önceden belirlenmiştir. Türkiye'nin kuruluş statüsü sayılan Lozan antlaşmasında Kürtlerden kurucu halk olarak söz edilmediği gibi, 1921 ve 1924 Anayasalarında da Kürtlerin varlığına atıfta bulunan hiçbir deyime yer verilmemiştir. Tüm bu nedenlerle Türkiye Kürtlerinin statüsü azınlıktır ve onlara evrensel azınlık haklarının tanınması gerekir. Unutmamak gerekir ki bir ulusal topluluğun azınlık konumunu belirleyen öznel niyetler değil, tarihsel ve sosyolojik koşullardır. Kaldı ki, Türkiye'de devlet ve hükümet yetkilileri de, tıpkı kimi Kürt siyasetçileri gibi, Kürtlerin azınlık olarak tanımlanmasını şiddetle reddetmekte ve onları asli kurucu unsur sayarak Türkleşmelerini sağlamayı amaçlamaktadır.
Azınlık aşağılayıcı anlamı olmayan sosyolojik bir deyimdir
Osmanlı İmparatorluğundan günümüze kadar gelen değer yargılarına göre, Türkiye'de azınlık deyimi, ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören gayrimüslimlere özgü aşağılayıcı bir sıfat sayıldığı için, bunun Müslümanlara teşmil edilmesi onlara yapılmış bir hakaret sayılmaktadır.
Oysa BM örgütünde ve Avrupa Birliği ülkelerinde azınlık deyimi farklı ulusal ya da dinsel toplulukların sosyo-politik statülerini belirleyen bir anlamda kullanılıyor. Hiç de aşağılayıcı bir anlamı yoktur. BM Örgütünün Azınlıklar Alt Komisyonu'nun I985'te hazırladığı bir raporda azınlık tanımı şöyle yapılmıştır :
"Devlette egemen konumda olmayan ve sayı olarak azınlığı oluşturan, nüfusun çoğunluğunun karakteristiklerinden farklı etnik, dinsel ya da dikel karakteristiklere doğuştan sahip, aralarında bir dayanışma duygusu bulunan, örtük bir şekilde de olsa varlığını sürdürmek kolektif iradesiyle harekete geçen, fiilen ve hukuken çoğunlukla eşit olmayı amaçlayan bir vatandaşlar grubudur." (4)
Capotorti'nin önceden belirlediği tanıma çok yakın olan BM'nin benimsediği ve bugün evrensellik kazanan yukarıdaki azınlık tanımı, farklı ulusal ve dinsel toplulukların tümü için, nicel ve nitel hiçbir ayırım yapmadan, kullanılmaktadır. Ancak farklı etnik topluluklar için "ulusal azınlık", dinsel topluluklar için de "dinsel azınlık" deyimleri yeğlenmektedir.
Nüfusun çoğunluğunun karakteristiklerinden farklı olan ve aralarında bir dayanışma duygusu bulunan Kürtler, Cumhuriyetin kuruluşundan beri varlıklarını sürdürme kolektif iradesiyle fiilen ve hukuken çoğunluktaki Türklerle eşit olmayı amaçlayan azınlıktaki bir vatandaşlar grubudur. Eşit yurttaşlar olma bağlamındaki talepleri ise gelişmiş bir demokrasiyle sağlanacak olan yukarıdaki evrensel azınlık haklarından ibarettir.
Kürtler, tek başlarına evrensel insan ve azınlık haklarını sağlayacak modern bir demokratik hukuk devletini kurup işletecek bir güçte olmadıkları için, Türkiye demokrasi güçleriyle birlikte emek eksenli ortak bir siyasal hareket içinde mücadele etmeleri nesnel koşulların dayattığı tarihsel bir zorunluluktur. Keza, AB'nin öngördüğü evrensel insan ve azınlık haklarından yararlanmaları için de Türkiye'nin AB üyeliğine destek olmaları ve AB organlarını aldatmaya dönük asimilasyoncu politikaları teşhir edecek bir demokratikleşme politikasını izlemeleri gerekir.
Kürtlerin evrensel azınlık hukukundan yararlanmaları salt AB üyeliğiyle mümkün değildir. Bu hakların yaşama geçmesi ancak Türkiye'de güçlü bir demokrasi hareketinin oluşmasıyla mümkündür. Bu da herkesten önce Kürt demokratlarına düşen bir görevdir.
Unutmamak gerekir ki, AB üyeliği ile desteklenen modern bir demokrasiye en çok ihtiyacı olan Kürtlerdir. (TZE/YS)
(1) Kopenhag Kriterleri, siyasi kriterler bölümü, Haziran 1993 tarihli belge.
(2) Avrupa Komisyonu Türkiye Temsilciliği'nin 8 Kasım 2000 tarihli belgesi.
(3) Vakit Gazetesi, 27 Nisan 1925.
(4) Kemal Kirişçi, Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu, Tarih Vakfı, 1997, s.42.