Hollanda Hükümet Konseyinin raporunu okudum. İyi bir çalışma. Bilgi ve zengin yorumlar var. İyi hazırlanmış, iyi sunulmuş bir rapor. Siyasi olarak doğru. En önemlisi iyi niyetli. Konuyu Hollanda perspektifi açısından iyi ele alıyor.
Bu son zamanlarda Avrupa'da medyada ya da bu tür toplantılarda Türkiye'nin adı sık geçiyor. Hatta çok sık geçiyor. Bu durum, başlı başına olumlu. Ne var ki, benim de katıldığım bazı toplantılarda, özellikle Fransızca konuşulan bazı toplantılarda - İngilizce ve Lehçe konuşulanları şimdilik bir kenara bırakıyorum- Türkiye'den söz edilir gibi görünüyor ama esas söz konusu olan Doğu, İslamiyet, köktendincilik hatta İslami terörizm! Bu tanımlar, bu kavramlar bugünkü Türkiye gerçeğine pek denk düşmüyor.
Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki ilişkiler öyle istihbarat servislerine ihtiyaç duyulacak bir ilişki değil. Bilgi aslında arandığında bulunacak bir meta haline geldi. Türkiye konusunda bilgi eksikliği var, ama bu vahim bir durum değil, çünkü eninde sonunda bilgi eksikliğini gidermenin çeşitli maddi olanakları mevcut.
Bu tür tartışmalarda ben zaman zaman iyi niyet eksikliğine rastlıyorum. Kimi konuşmalar, kimi metinler ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, İslam korkusuna teğet geçiyor. Gerek yok...Üstelik sadece Valery Giscard d'Estaing gibi düşünenleri kastetmiyorum...
Raporu kaleme alan değerli akademisyen arkadaşımız da belirtti: AB'de devlet-din ilişkilerini düzenleyen tektip bir mevzuat, bir mekanizma hatta bir anlayış ya da yaklaşım yok. AB üyeleri arasında Fransa gibi jakoben laikliği savunan devletler de var, Yunanistan ya da Polonya gibi devlet mekanizması içinde Kilise ve dine özel bir önem ve konum atfeden ülkeler de var. Bu da son derece normal ve doğal bir durum. Çünkü her ülkenin siyasal tarihinde ve kültür sosyolojisinde, dinsel unsurun, boyutun farklılıklar gösterdiğini, değişik şekillerde evrildiğini biliyoruz.
Türkiye'de de Osmanlı İmparatorluğu ve Kemalist idarenin yaklaşımları nedeniyle devletin dini denetim altında tutmaya çalışan, hatta raporda belirtildiği üzere resmi bir İslam dini yaratmaya ve yaşatmaya yönelik girişim ve uygulamalar olduğu da doğru.
Bu yapı, AB'de ve dünyada bazı kesimlerde, köktendinciliğe karşı etkili bir panzehir olarak kavranırken, bazı kesimlerce de dinsel özgürlüğün önündeki bir engel olarak değerlendiriliyor. Ben ikinci tezin doğru olduğuna inananlardanım.
İnanç meselesi açılmışken değinmek isterim: Türkiye-AB ilişkileri gibi son derece politik, ekonomik, mali, ticari, toplumsal ve hatta ideolojik bir konuda, dinin bu kadar önemli bir tutmasını ben şahsen yadırgıyorum.
Türkiye'de AB hakkında yapılan tartışmalarda, AB ülkelerinin Hıristiyan olması, Katolik-Protestan ayrılığı filan gündeme bile gelmiyor. AB çevrelerinde Türkiye'den söz ederken ise din, daha doğrusu İslamiyet, sıkça gündeme geliyor.
İzin verirseniz, önerme ve tutumumun daha iyi anlaşılabilmesi için kişisel bir not iletmek istiyorum: Benim cami, kilise, sinagog gibi kurumlarla hiç bir ilişkim yok. AB konusuna da esas olarak siyasi perspektifle bakılmasının doğru olduğunu düşünüyorum.
Evet, din, insanların kişisel, özel ve inançlarında önemli bir yer tutuyor. Ayrıca din, toplumların sosyolojik ve kültürel yapılarında da kayda değer bir unsur ya da boyut.
Tüm bunlara rağmen, ister Jakoben-Kemalist isterse Liberal laiklik anlayışında olsun, kamusal ya da siyasal bir sorunda dinsel boyutun bu kadar önplana çıkarılması bence yanlış.
Oturup, çokuluslu, çoketnik gruplu, çokdilli ve çokdinli AB'nin geleceğinden, dünya stratejilerinden konuşacağımıza, belki bugün burada değil, ama kimi zaman kimi toplantılarda Haçlı Seferleri, 732 Charles Martel-Poitier gibi konuları ele alıyoruz. AB, tarihçiler kulübü değildir, olmamalıdır.
Üstelik, din Türkiye dahil olmak üzere, bir çok ülkede, siyaset ve iktidar odaklı ve amaçlı olarak bir paravana olarak kullanılıyor, sömürülüyor, manipüle ediliyor.
Mesela AB-Türkiye ilişkileri tartışma gündeminde iken, Haçlı Seferleri, Mamma mia il Turco (Anneee Türkler geliyor!), Tete de turc (Şamar oğlanı), Fort comme un turc (Türk gibi kuvvetli), Fumer comme un turc (Türk gibi sigara içmek), Turkshead (Türk kafası)...vs...gibi deyimleri kullanmak bana pek anlamsız, pek yersiz geliyor.
Bu yaklaşımlar kimi ülkelerde dinsel görünümlü siyasi cinayetlere, cami ve kiliselerin kundaklanmasına yol açabiliyor. Nefret söylemine bu nedenle dikkat etmek gerekir.
İşin bir de medya yanı var ki, üzerinde ayrıca durulmalı...Batıda öyle bir medya anlayışı var ki, sokaktaki yurttaş, bu yazıları okusa, bu yayınları izlese çok kolay bir şekilde İslamiyet, Doğu ve Türkiye düşmanı olabilir.
Öyle kelimeler kullanılıyor, öyle bir tarz egemen kılınıyor, öyle haber tahrifatları, haber gizlemeleri yapılıyor ki, toprağı bol olsun Filistinli Edward Said mezarında binbir parende atıyor.
Said, yıllar önce, 'Covering İslam' (Haberlerin Ağında İslam) başlıklı kitabında bu manevraları somut olarak saptamış, çözmüş ve teşhir etmişti. Artık Batı medyasında İslamiyet, haberlerin ağından, haberlerin sis perdesinde saldırgan, pis, geri ve vahşi bir anlayış olarak gösteriliyor.
Batı medyasının ürettiği, yarattığı İslam, Doğu ve Türkiye tahayyülü, görüntüsü Türkiye, Doğu ve İslamiyet gerçeğine hiç uymuyor. Geçenlerde ünlü İ
International Herald Tribune gazetesinde -ki New York Times'ın Avrupa baskısı türünde bir Amerikan gazetesidir- bir karikatür yayınlandı.
Keyfeli bir Arap savaşçı omzunda RPG var, ama RPG minare şeklinde. Bu açıkça, tüm ülkelerin Ceza Kanununda da bulunan, Türkiye'de de 312. maddenin özünü oluşturan, 'dil, din, bölge temelinde ayrımcılık,şiddet övgüsü ve aşağılama' maddesine giren bir suç. Bin örnek daha verebilirim.
Türkiye-AB ilişkilerinde kimi yetkililerin ve bu arada medyanın benimsediği bir yaklaşım ve söylem de Türkiye siyasi elitini de kamuoyunu da rahatsız ediyor: Polonya'dan söz ederken 40 milyon Polonyalı deniyor, Türkiye'den söz ederken ise 65 milyon Müslüman deniyor!
Herhangi bir şiddet olayında, tekil ya da çoğul, saldırgan Müslüman ise, o eylem hemen İslami terör olarak damgalanıyor. Oysa ki herhangi bir toplumsal ya da kriminel olayda, saldırganın dinsel kimliği, saldırının siyasal-ideolojik-toplumsal temelinden, gerekçesinden daha önemli olamaz bence.
Irak'ta Birinci Körfez Saldırısında 400 bin insan öldü. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ordusu Irak'ı yerle bir etti. Kimse buna Hıristiyan terörizmi demedi. Irak işgalinde ölen Arap, Müslüman sayısı 600 bine ulaştı. Kimse bundan Amerikan ya da Hıristiyan terörizmi diye söz etmiyor.
Keza, Rus İdaresi Çeçenistan'da neredeyse yarım milyon insanın ölümüne neden oldu. Bunun adı da Ortodoks terörizmi değil...Bu saldırılarda dini kimlik önplana çıkmıyorsa, ki çıkmaması doğru, İslam dünyasındaki saldırılarda neden dini kimlik ön plana çıkıyor? Çifte standart sorunu çözmüyor, aksine sorunun çözümünü güçlendiriyor.
AB'nin çeşitli nedenlerle Türkiye'de yaratmış olduğu cazibe konusunda önemli bir gösterge de, yakın zamana kadar, AB'yi Hıristiyan-Musevi değerlerin kulübü olarak niteleyen siyasal akımın bugün Türkiye'de en güçlü AB taraftarı olması.
Onlar, yani Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, dini kriterlerden uzaklaşıp, siyasal-ekonomik perspektife yaklaşırken, AB içinde kimi kesimlerin hala İslami boyut üzerinde durması pek kolay anlaşılır bir tutum olmasa gerek.
Evet, Türkiye'de AB'ye tam üye olmak için yapılması gereken, yapılmakta olan daha çok şey var. Bunu kamuoyu da hükümet de kabul ediyor. Zaten müzakere sürecinin aslında pek de rastlanmadık bir şekilde daha şimdiden 10-15 yıl gibi uzun bir süre alacağının açıklanması da bu sorunların çözüm ile bağlantılı.
Ancak, Türkiye'de rejim muhaliflerinin bile kabul ettiği üzere, son üç dört yıl içinde olağanüstü değişimler, iyileştirmeler de yapıldığı bir başka önemli gerçek.
Evet, mevzuat ya da teorik alandaki değişikliklerin henüz tam anlamıyla uygulamaya geçirilemediğini söyleyenler de kuşkusuz haksız değil. Ama hiç bir toplum, hiç bir zihniyet bir anda değişmiyor, değişemiyor.
Değişmesi gereken bir Avrupa zihniyeti de şu: Sanki AB cenahında her şey güllük gülistanlıkmış da Türkiye'nin bu topluluğa 'kabulü' tartışılıyormuş gibi bir hava estiriliyor.
Oysa ki AB'nin yapısal sorunları Türkiye'yi de ilgilendiriyor. Bir de 15'ler ya da 25'ler ev sahibi gibi davranıyor, sonradan tam üye olacaklar sanki kiracı ya da AB evine ziyarete geliyorlar.
Hırvatistan, Romanya, Bulgaristan ya da Türkiye, sizin Hollanda'da söylediğiniz üzere 'New Comer' (Yeni Gelen) değil. Yeni AB'yi hep birlikte, eşitlik içinde kurmamız gerek.
Son olarak iki noktaya daha değinmek istiyorum:
* Balkanlar, Kafkasya, Ortadoğu gibi bir bölgede, AB'nin tam üyesi Türkiye, istikrar ve barış ortamının kurulması ve sürdürülebilmesi açısından önemli bir rol oynayabilir. Bugün Washington hariç, hiç bir siyasi güç Ortadoğu'da ikinci bir İsrail istemiyor.
* AB'nin tam üyesi Türkiye, bugün sadece AB ülkelerinde yaşayan Müslüman nüfus açısından değil, AB'nin Arap-İslam dünyasında hatta Orta Asya'da da prestijini, gücünü, ağırlığını, inisiyatifini artıracak bir unsur olabilir.
Kurban Bayramında sokakta koyun boğazlıyorlar, töre cinayetlerinde kardeş ablasını öldürüyor gibi şoke edici ama daha çok da kasıtlı bir magazincilikle uğraşacağımıza meseleye jeo-stratejik açıdan bakmak daha yararlı olacak.
Sonuç olarak, Türkiye, AB'ye tam üye olunca, Türkiye de, AB de daha olumlu, daha güçlü, daha müreffeh olacak. Ve Türkiye, 10 seneye kalmadan AB üyesi olacak, İnşallah!
(*) Bu metin Ragıp Duran'ın, 17 Kasım Çarşamba günü Amsterdam'da KIT Tropentheater'de düzenlenen , Avrupa Parlamentosu Türkiye eski raportörü Arie Oostlander ve WRR Türkiye raporunu hazırlayan akademisyen Wendy Asbeek Brusse'ün katıldığı toplantıda yaptığı konuşmanın zenginleştirilmiş yazılı versiyonudur. (RD/BB)