Türkiye'nin insan kapasitesi, sermaye gelişimi ve dışa açılma konularında gerekli dinamikleri yakaladığını vurgulayan Sanayi ve Ticaret Bakanı Ahmet Kenan Tanrıkulu, VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde ekonomik büyümede yüzde 7'lik ortalama performansın yakalanacağına inandığını söyledi.
Ahmet Kenan Tanrıkulu kimdir?
1958 İstanbul doğumlu olan Ahmet Kenan Tanrıkulu, A.Ü Siyasal Bilgiler Fakültesi İktisat ve Maliye Bölümü'nde lisans eğitimini tamamladıktan sonra, ABD'de Western Illinois Üniversitesi'nde matematiksel iktisat konusunda lisansüstü eğitim aldı. Ayrıca Bradford Üniversitesi'nde ulaşım planlaması, Colorado Üniversitesi'nde ekonomi uzmanlığı ve Wharton School'da makro modelleme konularında eğitim gördü. 1980 yılında Devlet Planlama Teşkilatı İktisadi Planlama Genel Müdürlüğü Uzun Vadeli Planlar Dairesi'nde uzman yardımcısı olarak göreve başlayan Tanrıkulu, 1985 yılına kadar bu görevini sürdürdü. 1985-1990 yılları arasında aynı dairede uzman olarak çalışan Tanrıkulu, 1990-1991 arasında Devlet Bakanlığı Bakan Müşaviri olarak görev aldı. Tanrıkulu, 1991-1996 yılları arasında, Devlet Planlama Teşkilatı Ekonomik Modeller ve Stratejik Araştırmalar Genel Müdürlüğü Ekonomik Modeller Dairesi'de planlama uzmanlığı, 1996-1997'de de Çevre Bakanlığı Çevresel Etki Değerlendirmesi ve Planlama Genel Müdürlüğü'nde genel müdürlük görevlerini üstlendi. 1997-1999 yılları arasında Turizm Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı olan Tanrıkulu, 19.04.1999 tarihinde İzmir milletvekili seçildi. 30.05.1999'da Sanayi ve Ticaret Bakanlığı'na atanan Tanrıkulu İngilizce biliyor.
AB'ye uyum sürecinde beş yıllık rotanın belirlendiğini ifade eden Sanayi ve Ticaret Bakanı Ahmet Kenan Tanrıkulu, VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı'nın ana hedefinin AB ile bütünleşmenin ön şartı olan sosyal ve ekonomik yapıyı kuracak düzenlemeleri yapmak olduğunu söyledi. Türkiye'nin bu süreçteki avantaj ve dezavantajlarını da irdeleyen Tanrıkulu, insan kapasitesi, sermaye gelişimi ve dışa açılma konusunda gerekli dinamikleri yakalayan Türkiye'nin söz konusu plan döneminde, ekonomik büyümede yüzde 7'lik ortalama performansı yakalayacağına inandığına dikkat çekti. İnsan kaynaklarının yeterince hazırlanmadığı bir ekonomide, yapısal reformları ve yeni kurulan kurumları kimin yürüteceği sorusunun yanıtsız kaldığını belirten Tanrıkulu, bu nedenle planın en hayati unsurunun insan kaynakları olduğunu açıkladı. Plandaki hedeflerin gerçekleştirileceğini, ancak Türkiye'nin yumuşak karnını tarım sektörünün oluşturduğunu kaydeden Tanrıkulu, bu alanda Dünya Bankası, IMF ve AB'nin ortaya koyduğu standartlar konusunda çelişkiler yaşandığını anımsattı.
Activeline'ın sorularını yanıtlayan Ahmet Kenan Tanrıkulu, stand-by çerçevesinde izlenmekte olan ekonomik istikrar programından elektronik ticaretin geleceğine, uluslar arası pazarlardaki rekabetten KOBİ'lerin geliştirilmesine dek çeşitli konulardaki görüşlerini açıkladı.
VIII. beş yıllık kalkınma planı genel olarak iki bölümde ele alınmış; ilk iki yıl enflasyonun düşürülmesine, izleyen üç yıl ise gerçekleştirilecek reformların kalıcı hale getirilmesine ayrılmıştır. Planın ekonomik açıdan nihai amacı, dönem sonunda AB'ye tam üyeliğin gerektirdiği kriterlere ulaşmak olduğuna göre ve şu andaki haliyle Türkiye ekonomisinin söz konusu kriterler açısından önemli dezavantajlarının bulunduğunu da göz önünde bulunduracak olursanız, bu kadar kısa bir süre zarfında anılan hedeflere ulaşabilmek için ne gibi özel strateji ve politikalar izleyeceksiniz?
Bu soruya cevap verirken önceki plan kavramı ve Türkiye'deki plan anlayışından da bahsetmenin daha açıklayıcı olacağını zannediyorum. Geçmişteki yüksek planlama konsepti içinde DPT Müsteşarı ve DPT'nin ilgili daire başkanlıkları bulunuyordu. Ancak plan kavramına bakarken planı sadece DPT'nin ilgili birimlerinin hazırladığı ve onların damgasını vurduğu bir belge olarak algılamamak gerekiyor. Bu açıdan sekizinci planda bir farklılık göze çarpıyor. Bu plan Türkiye'de yedinci planla başlayan bir süreci perçinlemiştir. Önceleri, "Türkiye'de karma ekonomi modeli uygulanıyor, uygulanan bu model plan anlayışı içerisinde götürülüyor. Plan kamu sistemi için emredici, özel sektör için yol göstericidir" gibi yuvarlak ve muğlak ifadeler taşıyan plan anlayışının yedinci planda değiştiğini görüyoruz. Bu planda ilk defa alt detaylara DPT müdahale etmedi ve bu işi ilgili kuruluşlara bıraktı. İşte sekizinci planda da bu anlayış iyice yerleşmiş oldu. Sekizinci plana katılımcılık açısından bakıldığında., geçmişte yapılan planların devamı gibi görünen ve bu planda en üst noktaya çıkan ihtisas komisyonları aşamasını görmekteyiz. Zira alt detaylarıyla birlikte kurulmuş olan 96 tane özel ihtisas komisyonu ve buna 7 bin civarında katılım var. Bu gerçekten çok ciddi bir katılım. Üstelik sadece kamu kesiminden değil, üniversitelerden sivil toplum kuruluşlarına kadar konuyla ilgili bütün sektörel kuruluşlardan gelen uzmanların oluşturduğu bu komisyonlar çok önemli bir katkı sağlıyorlar.
Sekizinci planda ayrıca mevcut kantitatif tekniklerin en son noktasına gelinmiştir Eski planlarda para bloğu yoktu, statik bir tarzda denklem çözülürdü. Biz altıncı ve yedinci plan süreçleri içerisinde Amerika'da Wharton School'da ciddi bir makro ekonometrik model çalışmasına denk düştük. O çalışmaların ışığında bu planlara baktığınızda gerçekten ekonometrinin diğer sistematikleri ile en son tekniklerinin kullanıldığını görürsünüz..
Diğer taraftan hem Plan ve Bütçe Komisyonu aşamasında hem de genel kurul aşamasında sekizinci plana yönelik bazı eleştiriler yapıldı. Konu hakkında gerekli teknik detay ve bilgiye sahip olmayan bazı değerli milletvekillerimiz, bu planı demode ve çağ dışı buldular. O kadar bigane bir bakış açısı ki bu, bizim açımızdan bunun başka bir üzücü durumu da var. Genelde planlamada model üzerinde çalışanlar ve teknik birimler plana biraz da çocukları gözüyle bakarlar. DPT'den 1996'da ayrıldığım için, oradaki faaliyetlerin, takım ruhu içinde yapılan kollektif bir çalışmanın ürünü olduğunu gayet iyi biliyorum.
Bu planın kamuoyunda da yeterince ses getirmediği ve duyurulamadığı yolundaki eleştirelere de katılamıyorum. Bu eleştiriler bana ekonomi dünyasındaki bazı entellektüellerin kendilerini tatmin etmek için söyledikleri sözler gibi geliyor. Zaten Türkiye'deki basın yayın organlarına baktığımızda, bazılarının maalesef manipülasyon yapan yayın organları durumuna düştüğünü görüyoruz. Tabii gerçek anlamda ekonomi yayıncılığı yapan ve ne yazık ki sayıları daha az olan yayın organlarını bunun dışında bırakıyoruz.
Sorunuzun bir bölümünde VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı'nda ekonomik anlamda AB'ye tam üyelik için gerekli kriterlere ulaşma hedefinin nasıl gerçekleştirileceği soruluyor. Bu konuda yol haritası diye çok kullanılan bir tabir vardır. Bütün AB aday ülkeleri bu süreçten geçerken, kendi yol haritalarını hazırlamışlar ve AB'nin ilgili resmi organlarına da danışarak, o haritaya göre yollarına devam etmişler. Türkiye'de de ulusal plan hazırlama görevi DPT'ye verilmiş durumdadır AB Genel Sekreterliği de kuruldu. Bu kurulun içerisinde, DPT'den, Hazine'den, Dış Ticaret ve Dış İşleri Bakanlığı gibi diğer ilgili birimlerden teknik seviyede insanlar çalışıyorlar. Zaten ulusal bir plan program hazırlanmadan bu işin götürülmesi zordur. Bu daha önceden bilindiği için bu ulusal plan çerçevesinde yola devam edilecektir. Söz konusu stratejinin bütün kamu kesimi arasında ortak mutabakata varılmış bir strateji olduğu olduğunu vurgulamak isterim. Neyin nasıl yapılacağı, dengelerin nasıl tutturulacağı ve nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda herhangi bir sıkıntı yaşanmıyor.
Türkiye'de bütün ekonomi birimleri tarafından yapılması gerekli görülen reformlar var. Kamu kesiminin finansman dengesinde bir sıkıntı çıkmaz, gerekli hedeflere yaklaşılır. Fakat asıl tehkilenin tarım sektöründe olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye'de tarım sektörü, Dünya Bankası, IMF ve AB'nin ortaya koyduğu standartlar arasında adeta boks maçı yapar bir duruma geldi. Nereden yumruk yiyeceğini bilemiyor. AB'nin ortaya koyduğu standart ve diğer hükümler bazen Dünya Bankası ve IMF ile çelişebiliyor, çok farklı hükümler gösterebiliyor. Bunun en yakın örneğini şeker rejiminde görüyoruz. Şeker sanayinde bir şeker kanunu hazırlığımız var. AB'ye uygun normlarda hazırlıyoruz. Ama Dünya Bankası'nın ortaya koyduğu kriterler farklı. Bakanlığımın ilk zamanlarında buna değindiğimde, bazı medya kuruluşları tarafından anti-IMF tezi gibi farklı bir tarzda algılandı. Aslında vurgulamak istediğim şuydu: Uluslar arası ekonomik ve mali kuruluşlar, kendilerine göre uyguladıkları ve uzun yıllardır kurumlarıyla ve çalışanlarıyla bütünleştirdiği ideolojik veya dogmatik yapısı olmayan bir felsefeye sahiplerdir. Hatta eskiden iktisat literatüründe de geniş yankıları bulunan bu eleştiriler şimdilerde Türkiye'de ve dışarda çok daha sesli ifade ediliyor. İşte sözkonusu bu felsefe Türkiye'nin uygulamak istediği veya Türkiye'nin kendisine göre reçete seçtiği modellere çok da uyum sağlamıyor. Bana göre daha ulusal bir kimlik ve daha ulusal bir yapı gösteren bir modelin ortaya konulması gerekiyor. Bunu yaparken bu kuruluşları reddedecek veya tamamen dışlayacak bir tarzda yapılması da zorunlu değil. Sadece hükümet olarak bizim kendi felsefemizi ve siyasetimizi korumamız gerekiyor.
Son olarak, VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı'nın ve izlenmekte olan uzun vadeli stratejinin, Türkiye'nin önceliklerini mevcut imkanlar çerçevesinde belirleyeceği, ilke, hedef ve politikaları saptamayı amaçladığını söylemek gerekiyor. Bu çerçevede planın ana hedefi, dünya ile bütünleşmenin ön şartı olan sosyal ve ekonomik yapıyı kuracak düzenlemeleri yapmak şeklinde özetlenebilir. Dünyadaki gelişmeleri takip eden, uyum sağlayan, kendi kültürünü özümsemiş, öz güvenli, demokrat nesiller yetiştirmek, küreselleşme sürecinin gereklerini yeride getirmede atılcak ilk adım olacaktır. Her zaman olduğu gibi küreselleşme sürecinin de en etkin ve önemli unsuru, insan kaynaklarının geliştirilmesidir. İnsan kaynakları yeterince hazırlanmamış bir ekonomide, yapısal reformları ve yeni kurulan kurumları kimin yürüteceği sorusu yanıtsız kalmaktadır. Bu itibarla planın en hayati unsurunun insan insan kaynakları olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Kalkınma anlayışında meydana gelen diğer bir değişiklik ise ne pahasına olursa olsun kalkınmanın sağlanması yerine, yok olması halinde geri gelmesi mümkün olmayan doğal kaynakların korunarak kalkınmanın sürdürülmesi anlayışının hakim oluşudur. Dünyaya uyum sağlamada yapısıl değişiklikler, araştırma geliştirmeyi özümsemiş, ileri teknoloji üretebilen, çağdaş üretim teknikleri ve pazarlamayı uygulayabilen, tasarımcı bireyleri olan, marka yaratabilen ve gittikçe bilgi yoğun alanlara yönelen bir toplumu oluşturmaya yönelik olacaktır. Bu şartlar altında Türkiye öncelikle Helsinki Zirvesi'de alınan kararlar doğrultusunda, Kopenhag kriterlerini ve diğer topluluk kriterlerini yerine getirecek düzenlemeleri yapacaktır. Toplumumuzun mevcut dinamizmi ve dış dünyaya uyum konusunda sınırlı imkanlarla gösterdiği yüksek performans bunun ilk işaretidir.
2000-2023 döneminde yıllık ortalama yüzde 7 dolayında büyüme hızının sağlanması ve büyümenin yaklaşık yüzde 30'unun toplam faktör verimliliğinden kaynaklanması, öngörülmektedir. Bilindiği üzere faktör verimliliğinin kritik bir değerin üzerinde zorlanması Asya krizinde önemli bir etken olarak yer aldı. Siz faktör verimliliğini bu ölçüde artırmak için ne gibi özel stratejiler hazırladınız?
Türkiye'nin yüzde 7'lik bir büyüme hızını yakalayıp yakalayamayacağını tartışıyoruz. Acaba Türkiye böyle bir efor gösterebilir mi? Geriye baktığınızda, Türkiye'nin zaman zaman bu oranı yakaladığını ve o yıllarda toplam faktör verimliliğinin büyümeye etkisinin maksimum 1-1.5 puan olduğunu görebilirsiniz. Fakat gelişen teknoloji ve Türkiye'nin sanayi kapasitesinin eğitim düzeyine bakarak, şu anda toplam faktör verimliliğinden 2 puan bekliyoruz. Bu, yüzde 5'lik büyüme performansının tutturulabilmesine bağladır, yüzde 2 de diğerlerinden gelecektir. 20-25 yılı kapsayan bir ekonometrik analiz yapıldığında Türkiye'nin yüzde 5'lik büyüme kapasitesini yakalamış olduğu ortaya çıkar. Yüzde 5'ler Türkiye için çok büyük bir hız değildir, tabii arada iniş çıkışlar olmuştur.
Bu noktada farklı fakat ilgili bir alana da vurgu yapmak istiyorum. Bu sene yaklaşık 25 tane Organize Sanayi Bölgesi (OSB) ve Küçük Sanayi Sitesi'nin (KSS) açılışını yapıyoruz. 2000 yılını programlarken, OSB'lerin sayısı 14, KSS'lerin sayısı ise 13 idi. Bu yıl hizmete sokulanlarla birlikte bu rakamlar neredeyse yüzde yüz oranında artmış olacaktır.
Bunu sadece geri dönen paraları daha rasyonel kullanarak, bitime yakın olanlara biraz daha fazla yüklenerek ve bir miktar da ilave kaynakla sağlayabildik. Şimdi öncelikle bu süreci iyi yorumlamak gerekir. Bunun anlamı, KOBİ dediğimiz küçük ve orta ölçekteki işletmelere öncelik vermek demektir. Zaten Türkiye'yi sıçratacak, bir sonraki hamleye hazırlayacak olan kuruluşlar da KOBİ'lerdir. Şimdi bunlara yeni bir stratejik anlam veriyoruz. Fiziki anlamdaki işletme büyüklüğünden çıkararak, biraz daha farklı bir anlam getirmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken de yeni bir şeyler keşfetme iddiasında bulunmuyoruz. Sadece bu kuruluşların Japonya gibi büyük ülkelerde ve AB'de nasıl yapılandığını ne gibi standartları olduğunu inceliyoruz. Bir nevi onları örnek alıyor ve o örneği burada da yapılandırmaya çalışıyoruz. Planın stratejisinde zaten bu çok açık ve net görülüyor.
VIII. planda kast edilen faktör verimliliği artışı sermayenin ve işgücünün niteliğinin yükseltilmesine yönelik bir amaçtır. Türkiye insan kapasitesi, sermaye gelişimi ve dış açılma konularında belli bir eşiğe gelmiş ve gerekli dinamikleri yakalamıştır. Bu bakımdan, Türkiye'nin VIII. Beş Yıllık Kalkınma Planı döneminde, ekonomik büyümede yüzde 7 performansı yakalaması mümkündür.
IMF'nin Ankara'da sürekli bir temsilci bulundurmasında, ekonomimiz ile ilgili verileri DPT ve DİE'nin yanı sıra kendilerinin de izlemek ve değerlendirmek istemesinin etkili olduğu ifade ediliyor. Yine bazı çevrelerde, izlenmekte olan programla ilgili olarak ekonominin adete "otomatik pilota" alındığı ve dolayısıyla da "ekonomi yönetiminden sorumlu birimlerin strateji geliştirme haklarını devrederek sadece uygulamacı" konumuna geçtikleri iddia ediliyor. Bu yorumlar hakkındaki değerlendirmeleriniz nelerdir?
Dünya ekonomisinin düzeltilmesi ve kontrolünde kredilendirme açısından önemli görev ve sorumlulukları olan bir kuruluşun kredi vereceği ülkelerin makroekonomik göstergelerine dair bilgileri birinci elden takip etmesinde ciddi bir sakınca olmayabilir. Uluslararası küreselleşmenin ve şeffaflaşmanın giderek hakim olduğu bir dünyada belirli bazı bilgileri paylaşmak gerekebilir. Burada önemli olan uluslararası ekonomik bir anlaşma sözkonusu olduğu zaman, ülke yöneticileri olarak ortaya konulacak tavırdır. Önemli olan; IMF'nin kendi açısından yaptığı değerlendirmeleri, ülkenin sosyal dengelerini, kültürel birimlerini ve ülke menfaatlerini dikkate alarak kendine ait bir ekonomik model uygulamaktır. Uluslararası finans kuruluşlarının olaya kendi mevzuatları açısından bakmaları ve kendi sistemlerini yaşatmayı ön planda tutmaları son derece tabiidir. Ancak yöneticilerin de ülkelerine ve insanlarına karşı sorumlulukları vardır. Olayı tamamen bir alışveriş ilişkisinde değerlendiremezler.Kısaca özetleyecek olursak önemli olan IMF bürolarının açılması değil, ülkenin karar alma mevkiindeki yöneticileridir ve bu yöneticilerin sorumlu ve dirayetli tavır göstermeleridir.
Stand-by çerçevesinde izlenen istikrar programının şu ana kadarki uygulamasında kullanılan araçların genellikle gelirler politikası tarafında (sabit ücretlilerin maaş ve ücretleri, tarım kesimindeki fiyatlar, getirilen vergiler ve düşen faizler dolayısıyla finansal kesim gelirleri gibi) yoğunlaştığı gözlenmektedir. Maliyetleri azaltmaya odaklı bu programın, kaynaktaki sorunlara (reel sektörü canlandırma, etkinlik ve verimliliği ve dolayısıyla ekonominin uluslar arası rekabet gücünü artırma, kamuda etkin harcama ve maliyet yönetimine geçilmesi gibi) yönelik çözümleriniz nelerdir?
Herkesin ve her kesimin çok iyi bildiği üzere, ekonomide en önemli unsur istikrardır. İnsanların önünü göremediği bir ortamda insanların yatırım yapması hatta rahatça para harcaması beklenemez. İleriye yönelik belirsizliklerin artması ekonominin risk maliyetini arttırır. Bu bakımdan bozulan makroekonomik dengeleri olması gereken yere oturturken, alınacak tedbirler insanların geleceği görmelerine yönelik olmalıdır. Harcamaların arttırılması ekonomik büyümeyi teşvik edicidir. Ancak ekonomi yönetiminin enflasyonu ve buna bağlı diğer makroekonomik parametrelerin kontrolünü güçleştirir ki bu durum bozuk olan dengelerin daha da bozulmasına yol açar. İstikrar programının daraltıcı etkisinin toplumun bütün kesimlerine bir yük getirdiği bilinen bir gerçektir. Ama bu durum kısa vadelidir. İnsanlar, kurumlar, şirketler ve diğer ekonomik birimler önlerini gördükçe ekonomik aktivitelerini artırırlar ve ekonomiye olan katkılarını çoğaltırlar.
Yılın ilk beş ayında görülen sanayi sektörü üretim artışları ve makroekonomik göstergelerdeki düzelmeler istikrar programının başarıyla yürütüldüğünün işaretleridir.Özellikle özel sektör sanayi üretimi kriz öncesi değerlere çok yakındır.
Ekonomi yönetiminde rekabet ile yasal düzenleme arasındaki denge büyük önem taşıyor. Uluslar arası uygulamalar incelendiğinde gelişmiş ülkelerin iç piyasalarında rekabeti olabildiğince teşvik ettikleri, yurt dışına açılırken ise rekabeti engellemeye çalıştıkları göze çarpıyor. Türkiye'ye gelince iç piyasalarda rekabetin ciddi biçimde aksadığı, ihracata yönelik sektörlerde ise rekabetin yoğun olduğu dikkat çekiyor. Rekabet Kurulu'nun Bakanlığınızın ilgi alanında olduğunu göz önünde bulundurarak konuyla ilgili görüşlerinizi öğrenmek istiyoruz.
Rekabet Kurumu, 4054 sayılı kanun gereğince, "Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde mal ve hizmet piyasalarında faaliyet gösteren ya da bu piyasaları etkileyen her türlü teşebbüsün" rekabeti ihlal eden davranışlarına yönelik olarak yaptırım uygulama yetkisine sahiptir. Dolayısıyla, bu kurum yalnızca ülkemizin sınırları içerisindeki mal ve hizmet piyasalarını etkileyen rekabet ihlallerine müdahale etmekte, bu açıdan yerli firmalar ile yabancı firmaların davranışları arasında farklılık gözetmektedir. Yabancı piyasalardaki rekabet ihlalleri, iç piyasayı etkilemediği müddetçe doğal olarak kurumun görev alanı dışındadır. Gelişmiş ülkelerin yurt dışına açılırken rekabeti engellemelerine ilişkin olarak, bu ülke mevzuatlarının da temel olarak kendi piyasalarına yönelik olan rekabet ihlallerine karşı hazırlandığı ve yabancı piyasalara yönelik olan ihlalleri kapsamlarına almadığı görülecektir. Bunun temel nedeni, her ülkenin doğal olarak kendi ekonomisine öncelik vermesidir. Türk rekabet hukuku açısından da bu konuda ülkemiz ile gelişmiş ülkeler arasında bir farklılık olduğundan söz etmek mümkün değildir. Bunların yanı sıra, uluslar arası arenadaki rekabet ihlallerini önlemeye yönelik olarak Dünya Ticaret Örgütü bünyesinde yürütülen çalışmalarda, Türkiye, diğer gelişmiş ülkelerle aynı şekilde çaba sarfetmektedir.
Fakat yine de Rekabet Kurulu yeterince çalışabiliyor mu diye bir soru sorulabilir. Gerçekte kurumsal düzenlemeyi yaptıktan sonra piyasa düzeni içindeki çalışmaların devam etmesinde bir sıkıntı yaşanmaz. Rekabette kurumsal bir düzenleme yapılırken kavramların oturtulması gerekmektedir. Piyasa şartları nasıl düzenlenecek ve arkasından piyasa aktörleri buna nasıl uyum sağlayacak gibi soruların yanıtlanması önemlidir. Rekabet Kurulu, zaten bakanlığımızın ilk alanında, ayrıca Tüketicinin ve Rekabetin Korunması Genel Müdürlüğü bünyesinde yürüttüğümüz faaliyetler dolayısıyla da konuyla ilgiliyiz. 4077 sayılı Tüketicinin Korunması Kanuna'na göre kurulmuş olan bir Reklam Kurulumuz var. O da çalışmalarını sürdürüyor.
Bütün bunlar son derece önemli faaliyetler, fakat rekabet deyince Türkiye'de sadece fiyat rekabeti akla geliyor. Halbuki rekabetin, kalite, standart, süreklilik veya istikrar gibi başka unsurları da bulunuyor. Yani aynı mal ve hizmeti ne kadar süreyle sunabildiğiniz, siparişlere ne kadar sürede yanıt verebildiğiniz vb. konular da öne çıkıyor. Fakat bizde rekabetin hep fiyat boyutu önde gidiyor. Oysa Türkiye'de binlerce mal Avrupa standartları ve normlarında üretiliyor. İhracat yapılıyor ve Avrupa'daki birçok uluslar arası standart ve kalite kuruluşu tarafından onaylanıyor. Yani rekabette kalite yönünden de bir sıkıntı yaşanmıyor. İşte biz yerli malı kampanyasıyla bunu vurgulamaya çalışıyoruz. Rekabette belirli bir noktaya gelmek için toplumun yapısal dönüşümleri de önem taşıyor. Türk toplumu her elli yılda bir ciddi dönüşümler yaşamıştır. O yapısal dönüşümlerin artık on yıla kadar indiğini görülüyor. Bizim çocukluğumuzda aradığımız standartlarla, çocuklarımızın aradığı standartlar arasında büyük farklar bulunuyor. Aslında Türkiye'de rekabet kavramının tam olarak yerleşebilmesi için bir kuşak daha geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü rekabeti hep kötü bir şey olarak algıladığımızdan, rekabet ruhunu henüz tam olarak taşımıyoruz diye düşünüyorum.
Avrupa Birliği ile gerçekleştirilen Gümrük Birliği çerçevesinde kabul edilen patent kanununun Türkiye'de KOBİ'lerin dinamizmini ve rekabet gücünü olumsuz etkilediği görüşlerine katılıyor musunuz? Ne gibi önlemler alınabilir?
Suyu tersine akıtmak mümkün değildir. Küreselleşen ve karşılıklı bağımlılıkları artan ekonomik düzende uluslararası ekonomik anlaşmaların dışında kalınamaz. Eğer Türkiye bir dünya devleti ve dünya ekonomisinin bir parçası olacaksa dünya standartlarına uymak zorundadır. Uluslararası ekonominin itici gücü rekabetin alt yapısını oluşturma yollarından biride icat ve buluşların teminat altına alınmasıdır. İcat ve buluşların teminat altına alınmadığı ekonomilerde teknolojik gelişmenin istenilen düzeyde olması beklenemez. Avrupa Birliği ile gerçekleştirilen gümrük birliği çerçevesinde çıkarılan patent haklarının korunması hakkındaki 551 sayılı kanun hükmünde kararname ulusal ölçekte yürütülen sınai hakların korunmasını uluslar arası ölçeğe açmıştır. Bu yasal düzenlemeyi KOBİ'lerimizi nasıl etkileyeceğini değerlendirmek için KOBİ'lerimizin yapısına bakmak gerekmektedir. Patent haklarıyla ilgili imalat sektöründe mevcut kobilerin çoğunluğu yan sanayi olarak faaliyet göstermektedir. Bu bakımdan yan sanayi firmalarımızın yeni patent kanunundan fazla etkilenmesi beklenmemektedir. Uluslararası rekabete açılan KOBİ'lerimizin dinamizmi rakipleri karşısında en büyük avantajıdır. KOBİ'lerimizi ürün geliştirmede finansal açıdan diğer konularda olduğu gibi dar boğaz yaşatmaktadır. Burada çözüm KOBİ'lerin ürün geliştirmelerinin doğrudan desteklenmesini yerine KOBİ'lere AR-GE hizmetleri veren bir piyasanın oluşturulması ve AR-GE firmalarının desteklenmesiyle gerçekleştirilebilir. Gümrük Birliği sürecinde nakit teşvikleri kaldırılması ve ihracatta yalnız AR-GE teşviklerine müsaade edilmesi AR-GE piyasanın kuruluşu için yasal bir zemin oluşturmuş bulunuyor. Sanayinin en yoğun olduğu bölgede AR-GE, know-how, teknoloji transferi, endüstriyel problemleri ve benzeri konularda hizmet verecek bir merkezin kurulması ve bu merkezin diğer sanayi yoğun bölgelerde irtîbatlandırılarak hizmet ağının yaygınlaştırılması iyi bir model olabilir.
Bankacılık sektörü açısından KOBİ'ler önemli bir kredi pazarı oluşturmaya başladı. Finansman kaynağı sağlayan KOBİ'lerin teknik ve danışmanlık desteği sorunlarının çözümüne bakanlığınız ne şekilde katkıda bulunacak? Bu çerçevede Gebze'de açılışı yapılan ve teknoloji alanında destek hizmeti sağlayacak TEKMER benzeri kurumlar, sosyal bilimlere yönelik olarak da yaygınlaşacak mı?
KOBİ'lerin finansman ihtiyacı ve talebi giderek artmaktadır. KOBİ'lerin finansman talebi artışını bankalar yeni bir pazarın ortaya çıkışı olarak yorumlanmaktan ziyade, zaten kıt olan kredi kaynaklarının daha fazla zorlanacağı şeklinde değerlendirmek daha uygun olur. Bilindiği üzere Bakanlığımız, ilgili kuruluşu KOSGEB vasıtasıyla KOBİ'lere teknik, idari, finansal ve eğitim konularında danışmanlık hizmetleri vermektedir. Danışmanlık hizmetleri ISO-9000 teknik mekanizmaların yerleştirilmesi, belli üretim tekniklerinin tanıtılması, ortak üretim tesislerinin konularında olmanın yanısıra bilgi kapasitesi yüksek, fakat yeterli finansmanı bulamayan genç yeteneklere Teknoloji Geliştirme Merkezlerinde altyapı imkanları sunmaktadır. Sanayi ile üniversitelerin kesiştiği bölgelerde, üniversitelerdeki bilgi birikiminin sanayinin özel projelerine aktarılarak sanayinin teknolojikseviyesini yükseltmeyi amaçlamaktadır. Gebze İleri teknoloji Enstitüsünde kurulan Teknoloji Geliştirme Merkezi (GEBZE TEKMER) konumu ve enstitünün bilgi kapasitesi itibariyle isabetli bir seçimdir. Yürürlükte olan mevzuat çerçevesinde KOSGEB imalat sanayinde faaliyet gösteren KOBİ'lere danışmanlık hizmeti verebilmektedir. KOBİ'lerin sorunlarının ülkenin sosyal yapısı gözetilerek çözümlenmesi daha ideal bir danışmanlık hizmeti olacaktır. Ancak mevcut imkanlar çerçevesinde böyle bir hizmetin verilmesi belli bir süre alacaktır.
ABD'de büyümenin motoru olan özellikle teknoloji alanındaki KOBİ'leri risk sermayesi yatırım ortaklıklarının finanse ettiklerini biliyoruz. Sizce Türkiye'de de KOBİ'lere özel bir finansman modeli geliştirilebilir mi?
Aslında bu soru KOBİ anlayışı ve tanımı konusundaki karşılıklara ışık tutmaktadır. KOBİ kavramı her ülkenin gelişmiş düzeyi, sosyal ve ekonomik yapısına bağlı olarak değişmektedir. Ülkeler itibariyle KOBİ'lerin farklı farklı işlevleri yerine getirmektedir. Sizinde belirttiğiniz şekilde Amerika Birleşik Devletlerinde KOBİ'ler ileri teknoloji üretiminde yoğunlaşmışlardır. Dünyanın en gelişmiş ekonomilerinde bilgi yoğun faaliyetleri yürütmek için çok fazla elemana ihtiyaç yoktur. Çok fazla eleman ihtiyacı olsa o firma zaten bilgi yoğun firma olmaz; iş gücü yoğun firma olur. Risk sermayesi yenilikçi fikirlere sahip, girişimci ve risk alabilen, ancak yeterli finansmanı bulamayan genellikle genç girişimcilerin sermaye piyasası ile bağlarını kuran bir sistem, bir finansman aracıdır. Girişimcinin sunduğu proje bu sistemde satın alınmakta veya projeye ortak olunmaktadır. Projenin getirisi ve değeri arttıkça hissedarın da payı aynı oranda değerlenmektedir. Burada amaç yenilikçi fikirlerin desteklenmesi, bireysel potansiyellerin ekonomiye kazandırılması ve teknoloji üretimine yoğunlaşmanın sağlanmasıdır.
Türkiye'de KOBİ'lerin finansmanı konusuna gelince; bu konu iki başlık altında toplanmalıdır: Geleneksel KOBİ'lerin desteklenmesi ve yenilikçi KOBİ'lerin desteklenmesi. Geleneksel KOBİ'lerin desteklenmesinde Halk Bankası, KOSGEB türü kuruluşların birikiminden faydalanılarak proje değerlendirme ağırlıklı finansman modeli geliştirilmelidir. Mevcut KOBİ finansman sistemi içerisinde alt birimler ve finansman araçları geliştirilerek mevcut tasarruflardan KOBİ'lerin aldığı pay arttırılabilir. KOBİ'lerin Organize Sanayi Bölgelerinde sahip oldukları gayri menkullerin "Gayri Menkul Sermaye Ortaklığı" uygulaması ile finansman kaynağına dönüştürülmesi örnek verilebilir. Yenilikçi KOBİ'lerin desteklenmesi Sermaye Piyasasında yapılacak düzenlemeler ve yeni piyasaların oluşturulmasıyla mümkün olabilir.
Türkiye'nin stand-by anlaşması çerçevesinde yürüttüğü enflasyonla mücadele programında yer alan önemli reformlardan biri de tarım sektörü ile ilgili. Bu çerçevede yapılacak düzenlemeler bakanlığınız birimlerinden tarım satış kooperatifleri birliklerini yakından ilgilendirmekte. Birlikler ile ilgili düzenlemeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Programın başlangıcında Dünya Bankası'nın vaat etmiş olduğu desteklerle birlikte yoğun biçimde gündemde olan bu süreçle ilgili son günlerde fazla bir yorum yapılmaması bir değişikliğe veya soruna mı işaret ediyor?
İstikrar programında enflasyonun kaynaklarından biri olarak Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerinin yer alması, birliklerin kaynak tüketen, verimli kuruluşlar olmadığını zımnen ifade etmektedir. Başka bir ifadeyle Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri mevcut yapılarıyla üreticiye desteği maliyetle sağlamaktadırlar. Birliklerin verimli çalışmamalarının sebebi yapısal mıdır? İşletme zaafiyetlerinden mi kaynaklanmaktadır? Yoksa politik müdahaleler sonucu mu birlikler verimliliğini kaybetmiştir. Öncelikle bu soruların cevaplandırılması gerekir.Birliklerin verimli çalışamamasının teşkilat şemasından, yani yapısından kaynaklanmadığı konusunda bütün taraflar hem fikirdir. İşletmecilik konusundaki zafiyetler dış müdahalelerle belli ölçüde ilişkilendirilebilir. Dış müdahaleler, daha doğrusu politik müdahaleler birlikler üzerinde ne kadar etkili olmuştur. Uzun yıllar devlet kaynaklarıyla alım yapan birlikler doğal olarak verimlilik ilkesinden uzaklaşmışlardır. Fayda maliyet hesabının ön planda olmadığı bir uygulamada bu durum kaçınılmaz olmuştur. Tarım Satış Kooperatiflerinin geniş bir seçmen kitlesinin muhatabı olması, siyasi iktidarlar için üzerinden kolayca siyaset yapılacak kurumlar olarak görülmüştür. Hatta bazı siyasi partilerin tabanı büyük oranda birlikler üzerine kurulmuştur. Seçimle gelen birlik yöneticilerinin de mahalli politikayla bütünleşmeleri birliklerin bugünkü kemikleşmiş siyasi yapısını oluşturmuştur. Önceliği siyaset yapmak olan kesimlerin birlikleri verimli çalıştırması beklenemezdi ve sonuçta da öyle olmuş ve birlikler kaynak tüketen birimlere dönüşmüşlerdir. Politikanın hegamonyasında borç batağına saplanan Tarım Satış Birliklerinin mevcut yapılarıyla yürümeyeceği anlaşılmış ve yeniden yapılandırılmalarına karar verilmiştir. 16.06.2000 tarihinde resmi gazetede yayımlanan Tarım Satış Kooperatifleri Birliklerinin yeniden yapılandırılmalarına dair Kanun'la Birliklerin içinde bulundukları sağlıksız ortamın dışında yeni hazırlanacak anasözleşme çerçevesinde ve sahipsizliğe meydan vermeden kamunun sorumluluğunda yürütülmesi amaçlanmıştır. Yasanın başarısı öncelikle kooperatifçilik anlayışında herkesin malı hiç kimsenin malı değildir anlayışının terk edilmesine bağlıdır. Eğer ortaklar kendi mallarına sahip çıkmazlarsa kooperatifler birilerinin elinde heba olur. Yasanın amaçları doğrultusunda Birlikler üzerindeki devlet müdahelesi kalkacak Birlikler devletten beklentilerine son verecek, sanayi işletmeleri anonim şirket statüsünde rekabet edebilir özelliklere sahip olacak ve faaliyetler kooperatifçilik alanında yoğunlaşacaktır.
Bakanlığımız Kanun'un yayımından sonra düzenlenmesi öngörülen kooperatif ve birlik anasözleşme çalışmalarını sürdürmekte, Hazine ve Dünya Bankası yetkileriyle 2000-2001 dönemine ait kredi ihtiyaç görüşmelerinde bulunmakta ve yıl sonunda imzalanması planlanan kredi anlaşmasının hazırlıklarını yapmaktadır.
Uzun vadeli yönetim stratejisi ile 2023 yılında dünyanın ilk on ekonomisi arasına girmesi hedeflenen Türk ekonomisinde sürdürülebilir rekabetçi performans için hangi sektörler "kilit sektör" seçilmiştir?
Uzun vadeli gelişme ve VIII. Beş Yıllık Kalkınma Plan Stratejisi incelendiği takdirde stratejinin belli sektörler üzerine kurulmadığı görülecektir. Stratejide Türkiye'nin, fikri ve düşünce alandaki birikimler sonucu dünyaya hakim olan insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokratikleşme ve demokratik katılımcılık ilkelerinin sürüklediği küreselleşme olgusuna uyum esas alınmıştır. Bu çerçevede bilgi ve iletişim teknolojileri, genetik, yeni malzemeler alanındaki gelişmeleri takip edebilen, hızlı değişimlere uyum sağlayabilen, bilgiye ulaşabilen, bilgi üreten, girişimci ve katılımcı insan yetiştirme ilke olarak kabul edilmiştir.
Bu itibarla önümüzdeki dönem klasik anlamda sektörel ağırlıklı bir dönem olmayacak, değişim ve bilgiye dayalı ileri teknoloji hakimiyetli bir dönem olacaktır. Bu hızlı değişim ve dönüşüm sürecinde kültürel ve sosyal yapıları güçlü toplumlar daha avantajlı konumda bulunacaktır.
Aslında bütün sorunun cevabı eğitimde yatmaktadır. Çünkü Türkiye'ye bu sıçramayı yaptıracak olan, her kademede her yaşta ve her yerde yapılacak olan eğitimdir. Bu işin bir boyuta da sanayide, uygulamada, meslekte, hizmet içinde devam eden eğitimlerdir. Dolayısıyla toplam faktör verimliliğini sağlayacak olan bilgi ekonomisini ve bilgi teknolojisini yaratacak olan faktör de eğitimdir.
E-ticaret bütün dünyada hızla önem kazanıyor. Türkiye'nin bu gelişmenin gerisinde kalmaması için alınması gereken önlemler nelerdir? Türkiye'de e-ticaretin geleceği ile ilgili nasıl bir beklentiniz var? E-ticaretin maliye ve gümrük politikaları açısından yol açtığı belirsizlikler sizce Türkiye açısından istikrarı olumsuz etkileyebilecek sorunlar teşkil edebilir mi?
Herşeyden öncelikle şunu söylemek istiyorum. Türkiye'de elektronik ticaret çoğu zaman bilgisayar ortamında web sayfasının açılması olarak algılanıyor. Halbuki elektronik ticaret bilgisayar teknolojisinin, bilgi teknolojisinin İnternet üzerinden ticarete uygulanmasıdır. Yani ekonomik ilişkilerde ileri teknoloji kullanımıdır. Amerika Birleşik Devletlerinde yapılan bir araştırma e-ticaretin stok devir hızını artırarak Gayri Safi Milli Hasılanın artışına ve enflasyonun düşüşüne katkıda bulunduğu tespit edilmiştir. Ülkemizde özel sektör dinamizmi elektronik ticaret uygulamalarını başlatmıştır. Bakanlığımız ilgili kuruluşu KOSGEB elektronik ticaret çalışmalarını koordine etmektedir. Benim de İzmir'dekinin açılışını yaptığım E-ticaretin etkileri toplantılarını değişik illerde düzenleyerek, e-ticaretin tanıtılması ve yaygınlaştırılması çalışmaları sürdürülmektedir.
E-ticaretin yeni bir işlem türü olması sebebiyle uygulamada hukuki boşluklar da olmaktadır. Zaten konuyla ilgili tüketici şikayetleri de gelmeye başladı. Kamu otoritesi olarak bu boşluğu doldurmamız gerekmektedir. Birkaç tane panel yapmıştık, o panellerin sonucunda ortaya çıkan ihtiyaçları, birikimleri gördük, eleştirileri de ele aldık. Ayrıca rekabetle ilgili konsey toplantıları da gerçekleşiyor. O toplantılarda alınan kararlar, yerleşmiş fikirler, düşünceler var, onları da uygulamaya başladık ve şimdi devam ediyoruz. Hazırladığımız yasa değişiklik taslağı ile alıcı ve satıcının direkt karşılaşmadığı dijital ortamda yapılan alışverişleri "mesafeli satışlar" adı altında düzenleyecek ve böylece bu alanda yaşanan sorunların yasal çerçevede çözümlenmesini sağlayacağız.
İnternet abonesi ve hattı açısından baktığınız zaman Türkiye'deki gelişim belki uluslar arası mukayeseler açısından yetersiz görülüyor, ama ben gelişim hızına baktığımda birçok sektörden çok daha önde ve hızlı gittiğini görüyorum. Diğer taraftan gelişimin önünde her zaman bazı engeller olabileceğini de unutmamak gerekiyor. Gelişim ve yenilik her yerde istenmez.. Türkiye'de de hem teknolojinin hem gelişimin önünde bu tür engeller var. Onları kurmak ve ufukları genişletmek gerekiyor.
Bakanlığınız ve İMKB arasında tartışmalara yol açan vadeli işlemler borsası konusundaki görüş ayrılıkları çözümlenebildi mi? Siz vadeli işlemler borsasının kurulması ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Burada işlem görecek türev finansal ürünler, bu ürünlerin dünya pazarında Türkiye'nin piyasa payı göz önünde bulundurulduğunda reel sektörde fiyat istikrarını nasıl etkiler?
1995 yılında Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Kanunu'nda yapılan bir değişiklik mala dayalı vadeli ve opsiyon sözleşmeleri piyasalarının kurulması konusunda bakanlığımıza yetki vermişti. Aynı yıl çıkarılan başka bir Kanun Hükmünde Kararname ile ekonomik ve finansal göstergelere, sermaye piyasası araçlarına, mala, kıymetli madenlere ve dövize dayalı işlem ve opsiyon sözleşmeleri kurulması konusunda Sermaye Piyasası Kuruluna yetki verildi. Böylece Sanayi ve Ticaretin Bakanlığı ile Sermaye Piyasası Kurulu (IMKB değil) aynı konuda yetkili kılınmış oldu. Her iki Kanun Hükmünde Kararnamenin Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi ve Sermaye Piyasası Kurulu ile varılan mutabakat üzerine, vadeli işlem ve opsiyon sözleşmesi borsalarının SPK'nın teklifi ve ilgili Bakanın önerisiyle Bakanlar Kurulunda sonuçlandırılması Odalar ve Borsalar Birliği Kanunu'nda yapılan bir değişiklikle karara bağlandı.
Ürün ihtisas borsalarının kuruluşu ise tamamen bakanlığımız yetkisindedir. Borsaların çalışma usul ve esaslarıyla işlem görecek malı temsil edecek senetlere ilişkin hususlar bakanlığımızca çıkarılan ve çıkarılacak yönetmelikle düzenlenecektir.
Ürün borsalarının amacı bu ürünlerin dünya piyasalarındaki fiyatlarını etkilemek değildir. Bu ürünlerde iç piyasada fiyat istikrarının sağlanması ürünlerin dünya pazarlarındaki payı ölçüsünde bir etki yapacaktır. Burada öncelikli amaç iç piyasada, ülke şartlarından kaynaklanan fiyat istikrarsızlıklarını önlemektedir. Borsaların kuruluşuyla ürünlerin arz ve talebi dengelenecek, stoklama ve nakliye masrafları ortadan kalkacaktır. Üretici ve tacirlere çeşitli teminat ve kredi imkanları sağlanacaktır. Ürün borsaları projesine Dünya Bankası da mali kaynak sağlamıştır. Pilot bölgelerin seçildiği bu proje içerisinde pamuk, buğday, ay çiçeği ve fındık gibi birkaç değişik üründen oluşan bir ürün borsası oluşturduk. Bunlar biraz önce bahsettiğimiz tarım sektörü sıkıntılarını giderebilecektir.