Anayasa'nın maddeleri tek tek, didik didik elden geçiriliyor. Ama bu tartışmaların berisinde Avrupa ekonomik örgütlenmesinden sonra gelen "Politik Avrupa"nın örgütlenmesinin yarattığı sorunlar yatıyor.
Bugün, ulusal düzeyde alınacak önlemlerle, pazarın küreselleşmesinin karşısında durabilmek hemen hemen imkansız gibi.
Bunun için de en azından ekonomik alanın boyutlarında politik bir alanın oluşturulması gerekiyor.
Çokuluslu şirketlerin ve pazarın iktidarına karşı koyabilmek için demokratik bir politik alan oluşturulması gerekiyor.
Amerika Birleşik Devletleri, Çin ve Hindistan örneğinde olduğu gibi kıtasal boyutta bütünleşmiş bir politik alan.
Bunu referandum tartışmasına katılan hemen herkes kabul ediyor. Bugüne kadar, bu politik alan, Avrupa Birliği, hükümetler arası bir birlik şeklinde oluştu. Her ulusun - her devletin kendi çıkarını ön plana aldığı bir birlik şeklinde oluştu.
Nice Anlaşması da bu olguyu "Uluslar Avrupası" olarak güçlendirdi. Nice Anlaşması her ulusa, göreceli avantajlarını koruyabilmek için veto hakkı tanıyordu.
Bu da gerçekte, üye ülkeler arasında sosyal, vergi ve ekolojik alanlarda dampinglere prim verdi.
Bu açmazdan kurtulmanın yolu, birlik yolunda ikinci aşamaya geçmek, Avrupa vatandaşlarının doğrudan temsilinin sağlanacağı yapının (Avrupa Parlamentosunun) güçlendirilmesini gerektiriyordu.
Avrupa Parlamentosunun, üye ülkelerinin tümüne, kıtanın tümüne vergi eşitliği sağlayacak, işçilerin, tüketicilerin ve çevrenin korunması önlemlerini dayatabileceği bir iktidar gücü ile donatılmasını gerektiriyordu.
Referanduma konu olan Avrupa anayasası uluslar Avrupası'ndan vatandaşlar Avrupası'na doğru, kuşkusuz sınırlı ama geri dönülmesi zor bir dönüşümün ilk adımını oluşturuyor.
Anayasa, Avrupa Konseyine çoğunlukla karar verme yetkisini tanıyor ve parlamentoyla birlikte karar alma olanağını artıyor.
Avrupa parlamentosuna Avrupa bütçesi ve tüm harcamalar üzerinde kontrol yetkisini getiriyor.
Avrupa vatandaşlarına, birçok ülkeden toplanacak bir milyon imza ile yasa önerme ve yasa yapımına katılma olanağı getiriyor.
Bu anayasa, hükümetlerden geçmeden, doğrudan politika yapılabilecek bir politika alanı yaratıyor. Avrupa yasalarının ulusal yasaların üzerinde olduğu kuralını getiriyor.
Bu da bir çok çevreyi korkutuyor. Bu konuda en açık tavrı alan Fransa'nın egemenliğinden yana olan sol souveneristlerin en önde gelen temsilcisi Jean-Pierre Chevenement.
Chevenement "Ulusların Avrupası'nı tercih ettiği için", sosyal haklar sözcüğünü hiç anmasa bile "Nice Anlaşmasını tercih ettiği için bu anayasaya hayır dediğini" açıkça belirtiyor.
Bu durumda, Fransa'da anayasa tartışmasında, sol seçkinlerin "hayır" tavrını nasıl açıklayacağız?
Buna yanıt bulmak zor. Türkiye sol ve Kemalist seçkinlerin Avrupa-Batı konusunda yaşadıkları şizofrenik batı düşmanı "batıcılığını" düşünürsek açıklama aramayı belki bırakabiliriz.
"Hayır kazanırsa daha iyi bir anayasanın tartışılmasını sağlayabiliriz" iddiasının ise neredeyse tüm Avrupa'da solun "evet"ten yana ve neredeyse tüm aşırı liberallerin ve souveneristlerin "hayır"dan yana olduğu göz önüne alınırsa ne kadar geçerlilik taşıdığı sorusu akla geliyor hemen.
Avrupa Anayasası hiç kuşkusuz bize bir "sosyal Avrupa" hediye etmiyor. Ama sosyal bir Avrupa'nın oluşturulmasını sağlayacak olanakları sunuyor. (MSŞ/BA)