Avedis Özdemir Trio, yeni albümleri “Hov arek”i Alis Records etiketiyle dinleyiciyle buluşturdu.
Piyanoda Avedis Özdemir, kontrbasta geçen yıl hayatını kaybeden Aydın Balpınar, davulda ise Ayberk Garagon’un yer aldığı albüm, Balpınar’ın anısına adandı.
Beş parçadan oluşan albüm, akustik caz formunda kurgulandı. Açılış parçası ve albüme adını veren “Hov arek”, Ermenice bir türküden esinleniyor. Parçanın ismi Türkçe kelime anlamıyla “rüzgâr yapın”. Özdemir, bu seçiminin kaynağını şöyle aktarıyor: “Türküdeki sözler, ‘Ey canım dağlar, rüzgâr edin ve bu rüzgârla dertlerimi alıp götürün’ diye devam ediyor. Özellikle ilk parçada ve tüm albümde bu hissi yaratmaya çalıştım.”
Müziğe küçük yaşta piyano ile başlayan Özdemir, ilk bestelerini daha ilkokul yıllarında yaptı. Bugün ise akordeondan saksafona, santurdan gitara uzanan geniş bir enstrüman yelpazesiyle üretim yapıyor. Farklı ses arayışları sonucunda PVC borulardan ürettiği ve arkadaşlarının “avedimba” adını verdiği özgün bir enstrüman da geliştirdi.
Özdemir, geçmişten bugüne taşıdığı melodilerle caz formunu bir araya getirerek hem geleneksel hem de çağdaş bir müzik yapıyor.
Yüksek lisansını İstanbul Teknik Üniversitesi Müzik İleri Araştırmaları Merkezi’nde (MİAM), müzik teorisi ve ses mühendisliği alanlarına eğilerek tamamlayan Avedis Özdemir ile hem yeni albümünü hem de müzik yolculuğunu konuştuk.

Başlangıç
Çocukluk yıllarında piyano ile başlayan müzik serüveniniz, sizi farklı enstrümanlara ve besteciliğe yönlendirmiş. Bize öncelikli olarak hikâyenizi anlatabilir misiniz?
İlkokul yıllarındaydık. Bir gün sınıfa küçük, üç-beş oktavlık bir org getirilmişti. Bir kız piyano çalıyordu, bizden büyüktü. Ben de orgla uğraşmaya başlayınca ilkokul öğretmenim aileme “Çocuğunuzda müzik yeteneği var, ilgilenirseniz iyi olur,” demiş. Annem de zaten küçük yaşlardan itibaren tencere-tava çalarak ses çıkarmaya meraklı olduğumu gözlemlemiş. İlk piyano derslerimi Bakırköy Sanatçılar Derneği’nde Naim Okay’dan aldım. Naim Hoca daha çok popüler şarkılar öğreten biriydi. Klasik bir eğitim değildi dolayısıyla; ama bana çok şey kattı. Daha sonra Ortaköy’de Levan Eroyan’dan özel piyano dersleri almaya başladım.
Lisede, lise ile İtalya’ya gittiğimizde, bir festivalde akordeonla karşılaştım ve âdeta aşık oldum. Türkiye’ye dönünce babamla Tünel’e gidip akordeon seçtik, tatlı bir anıydı. Sonra ailem, kardeşimin de bir enstrüman çalmasını istedi ve ona saksafon aldılar. Kardeşim saksafonla ilgilenmeyince onu da denedim. Böylece birden çok enstrümanla ilgilenmeye başladım. Biraz “maymun iştahı” diyebilirim; ama aslında bu merak bana çok şey kazandırdı. Bugün yalnızca piyanoya düzenli zaman ayırabiliyorum. Piyanoyu “doğal bir laboratuvar” gibi gördüğüm için hep merkezde oldu.
Gomidas düzenlemeleri
Kilisede aldığınız görev ve Gomidas’ın ilahi düzenlemelerine olan ilginiz, bestelerinize nasıl yansıdı?
Lisans eğitimim İstanbul Üniversitesi Ekonometri bölümündeydi. O dönem müzikten “kariyer yapılabileceğine” dair bir fikrim yoktu, sanırım biraz da çekiniyordum. O sırada Bakırköy Surp Asdvadzadzin Kilisesi’nde org çalacak birini arıyorlardı. Babam kilise vakfının yönetim kurulundaydı, onun aracılığıyla başladım. Koro ile birlikte Gomidas’ın çok sesli düzenlemelerini söyledik. Bakırköy Kilisesi’nde bu gelenek vardı: Dört sesli ilahiler söylenirdi. Bu benim için çok etkileyici bir süreç oldu tabii ki.
Öncesinde de çok sesli korolarda yer almıştım. Armoni ve koro müziği ilgimi çekiyordu. Orada Gomidas’ın eserleriyle tanışınca “Acaba başka çok sesli düzenlemeler de var mı?” diye merak etmeye başladım. Sonrasında bu merak, beni yüksek lisans tezime götürdü.
Sonra İTÜ MİAM süreciniz başladı değil mi?
Evet, aslında lisansı bitirmemin tek nedeni İTÜ MİAM’da müzik üzerine yüksek lisans eğitimi alabilmekti. 2017-2019 arasında oradaydım. Ve okulda ses mühendisliğinden armoniye kadar çok şey öğrendim. Neredeyse her derse girmeye çalıştım. Ufkum orada açıldı, diyebilirim.
2019’da ise İtalya’ya gidip müzikoloji yüksek lisansına başladım. Tezimi de kilisede aklıma düşen o sorudan yola çıkarak yaptım: Gomidas dışında başka çok sesli düzenlemeler var mı? Bunları derleyip bir tablo çıkarmaya çalıştım. Hâlâ kesin, “bütününü buldum” diyemem; ama önemli bir arşiv oluşturduğumu düşünüyorum.
“Amacım, evrensel bir müzik üretmek”
Geleneksel Ermeni müziği ile çağdaş bestecilik arasında kurduğunuz ilişkiyi nasıl tarif edersiniz?
Ben burada doğdum, bu coğrafyada büyüdüm. Sadece Ermeni müziği değil, Balkan müziklerinden kilisedeki ilahilere kadar çok farklı müziklere maruz kaldım. Bunların hepsi beni etkiledi. Müziği “Ermeni, Türk, Kürt” diye düşünmüyorum. Bu topraklarda her şey birbirinden etkileniyor. Ki artık toprak bile sınırlayıcı değil, YouTube’dan bambaşka bir ülkede yaşayan küçük bir grubun müziğini dinleyip ondan da etkilenebiliyorum. Amacım daha evrensel bir müzik üretmek.
Son albümümdeki parçalar da biraz bu arayışın ürünü. Piyanoyla olan ilişkimi de derinleştirdiğim bir yolculuğun parçası oldu yani albüm.
Son albümünüz, önceki çalışmalarınızdan farklı olarak ‘trio’ formatında yayınlandı. Bunun özel bir nedeni var mı? Albümün içeriğinden biraz bahseder misiniz?
Aklımda üçlü bir grup kurmak vardı. Ayberk yakın arkadaşım, İTÜ’den tanışıyoruz; çok iyi bir davulcu, aynı zamanda perküsyonist —marimba, vibrafon, aklına ne gelirse çalar. Onunla bir şeyler yapmak istiyordum. Ayberk üzerinden Aydın’la tanıştım. Aydın zaten İstanbul’un caz sahnesinde çok aktif, caz’dan tango’ya sürekli sahne alan bir kontrbasçıydı. İkisi de projeye inanıp sahip çıkınca ben de cesaretlendim.
Bir araya gelişimiz bize lojistik bir avantaj da sağladı. Aydın’ın Taksim’de bir stüdyosu vardı; kolektif bir mekân gibi, birçok müzisyen gelip gidiyordu. Orada sık sık buluşup çalıştık. Albümün üç isimle çıkması da bu ortak sürecin bir sonucu. Besteler bana ait olsa da düzenlemeler, fikirler, katkılar tamamen birlikte ortaya çıktı.
Parçalar üzerine
Albümde beş parça var. “Hov arek,” aslında bir Ermeni türküsü. Kaynağını bilmiyorum —Gomidas’ın bestesi mi, yoksa anonim mi, emin değilim. Ama beni etkileyen bir eserdi. Türküde Ermenice, “Ey canım dağlar, rüzgâr edin ve bu rüzgârla dertlerimi alıp götürün,” diyor. Ben de o hissi piyanoda, daha ince notalarla, kuş seslerini andıran pasajlarla aktarmak istedim. “Hayganuş,” bir arkadaşımın otobiyografik çizgi romanındaki karakterden ilhamla başlamıştı. Zamanla Ayberk’le birlikte ritim oyunlarıyla gelişti. 4/4’lük düz ritimlerden sıkıldığımız için farklı kalıplar denemek eğlenceli geliyordu. “Horodik”, Ermeni halk danslarında çok bilinen bir parça. Normalde düz 4/4 çalınır; ama ben dansın içinde üçlemelerle, kırılmalarla farklı bir his olabileceğini düşündüm. “1+1=1”, birbirine karışan hikâyeler ve birlik olma fikrinden geliyor. Albümün akışında da parçaların birbirine bağlandığı, tek bir bütün gibi ilerlediği bir mantık kurdum çünkü. “Serli” ise hayatın hızlanmasını, zamanla birlikte akışı temsil ediyor. Albümdeki parçaların birbirine bağlanışının son halkası gibi.
Yozgat
Önceki albümünüz “Kharn”da da İstanbul’un ilçeleriyle olan ilişkinizi aktarıyorsunuz. İlçeleri neye göre seçtiniz?
Seçimler rasgele değildi, hayatımın geçtiği yerlerdi. Örneğin Beyazıt, üniversite yıllarım ve güzel anılarım, Yenikapı ise bir aktarma noktası olarak her gün maruz kaldığım bir mekândı. O albümde yer almasa da İkitelli ve Bakırköy parçaları da var örneğin. Babamın işi nedeniyle İkitelli, çocukluğum nedeniyle Bakırköy hayatımda iz bırakan yerlerdi.
Bir de “Yozgat” tekliniz var. Parçanın klibi de son derece ilgi çekici. Bize hem şarkının hem de klibin hikâyesini anlatabilir misiniz?
Biz Yozgatlıyız. O parça ve klipte de babaannemin Yozgat’tan İstanbul’a uzanan yolculuğunu anlatmak istedim. Klipte dört kuşak kadın var: Babaannem, halam, kuzenim ve onun kızı. Babaannemin gençliğini ondan sonra gelenler canlandırıyor. Aslında sanırım kuşaklar arası bir hikâyeyi aktarmış oldum. Klibin sonunda duyulan ses kaydı ve video da, ailemin Yozgat ziyaretinde kaydedilmişti.
Klibin sonundaki kayıttan: “Yaşamış olan babalarımız, dedelerimizin köyü. Bunlar, kiliseden kalma sütünler imiş; bunlar geceleri, bilmiyorum kim söyledi bana ama, gece melek olup koruyorlarmış.”
Ciguli’den Ara Kevorkyan’a
Müziği, daha çok “müzik yapmak” istediğiniz için sürdürdüğünüzü anlıyorum.
Evet, uzun zaman önce de müzikle ilgili diğer kaygılarımı bir kenara bıraktım. Türkiye’de müzikten geçinmek çok zor. Sahnelerden biraz kazanabilirsiniz; ama devamlılık olmadıkça insanca yaşamak mümkün değil. Ben de bu gerçekle yüzleştim: Müzik benim için hayatımı idame ettirme aracı değil, paylaşmak istediğim bir ifade biçimi. Bir işim var, müzik bunun yanında yürüyor.
Son olarak merak ettiğim, size ilham veren ya da dinlemekten keyif aldığınız sanatçılar kimler?
İlham aldığım kaynaklar oldukça çeşitli. Zaten dinlediğim müziği tek bir türe sığdırmam mümkün değil. Ciguli’den Tarkan’a, Yeşilçam filmlerinden Kung Fu Panda müziklerine kadar birçok isim ve tarz beni etkiledi. Ya da ne bileyim, Mor ve Ötesi, Rammstein ve System of a Down gibi grupları severek dinlerim. Türkiye’de Mehmet Korkmaz’ın çalışmalarını çok kıymetli buluyorum, Ermenistan’dan ise Tigran Mansuryan’ı ve Ara Kevorkyan’ı anabilirim. (TY)







