cumhuriyet gazetesi’nde eskiden severek okuduğum bir köşe vardı: “rast gele”.
yazarıyla sonradan tanıştım ve çok da sevdim! dost canlısı, insan ve doğa aşığı bir avukat: raif ertem.
ege’de foça ve çandarlı’nın da içinde yer aldığı bakırçay havzasını dağı, deresi, yaylası, ormanı, tuzlasıyla, olanca doğallığı ve canlılığıyla, üstelik bölgenin tarihini de içerecek şekilde doğayı anlattığı yazılar yazardı. pek çokları gibi ben de keyifle okurdum.
kısa yazılardı. bir “kurşun atımı” gibi. ama av tüfeğinden çıkan saçmalar gibi her yana dağılan, dolayısıyla her şey dokunan yazılardı.
sevgili raif ertem’in bakırköy’de bir yazıhanesi vardı. çok yakınımda olmasına karşın, yaşamını yitirene kadar ancak birkaç kez ziyaret edebildim, onu orada.
“av ve avcılık” üzerine konuşur, tartışırdık. “avcılığın doğayı koruduğunu” savunurdu.
ben ise bu değerli insanı olabildiğince kırmamaya özen göstererek itiraz eder, av amacıyla bile olsa “öldürme”nin yanlış ve kötü, avcılığın ise doğaya zarar veren bir şey olduğunu savunurdum.
bana aldırmaz, güler ve anlatmayı sürdürürdü:
avcılar doğayı korur mu?
“asıl avcılar doğayı ve doğadaki canlıları korurlar”, “avcılar olmasa o bölgedeki tüm canlılar kısa süre içinde yok edilirler” derdi.
bunun nasıl ve neden olabileceğini düşünür ama yine de aklım basmazdı.
yine de hem yazdıkları, hem de anlattıkları bende “ekolojik düşünce ve yaşama” konusundaki ilk farkındalık oluşturdu. çevreye duyarlı olmak, doğayı yalnız korumak değil, aslında onun bir parçası olunması gerektiğini o sıralarda anladığımı söyleyebilirim.
“öldürmeye” olan tepkim başka tür bir avcılığın olabileceğini savunmama yol açardı.
“av tüfeği yerine bir teleobjektifli fotoğraf makinesi alıp, doğadaki canlıların fotoğraflarını çekerek başka çeşit bir “avcılığın” yapılabileceğini savunurdum. bu söylediğimi sonraları yaptım. dijital fotoğraf makineleri çıkmadan önce kuşları havada uçarken, ördekleri suya konar ya da kalkarken fotoğraflamaya çalışırdım.
Bunları anlatırken de bana gülerdi…
avını seven avcılar
ondan öğrendiğim başka bir şey de avcıların “av”larına düşmanlık duymadıkları, tersine sevdikleriydi. bu duygu “av olan” için de geçerli midir bilmem!
avcı avını avlamaya çalışır, ama avına duyduğu sevgi ile avı onu avlar derlerdi. “ava giden avlanır” sözü de buradan mı çıkmıştır bilmiyorum. , ama pek çok kişinin de böyle dediğini sıkça duydum.
av ve avcı hikayelerini genel olarak herkes sever, dinlemek de keyif verir. o hikâyelerle pek bilinmeyen, bilinmediği için de korkulan pek çok vahşi hayvan insanlar tarafından sevilir. bana göre ayıları sevimli kılan ayı oynatıcıların yaptıkları değil, avcılarla olan ilişkileri ve buna dair anlatılanlardır.
diğer yandan av hikâyelerinin içinde çok sayıda “abartı” yer alır. bu abartılar dinleyenleri rahatsız etmez ya da kızdırmaz, tersine insanın hoşuna gider, sıklıkla güldürür. çünkü insanların düşlediklerini ortaya koyduğu gibi, aynı zamanda gücünü, doğal yaşamdaki inanılmayacak gerçeklerin de ipuçlarını da verir.
hrant dink ve ermeni gerçekliği
bu duygular “ermeni av hikayeleri” kitabını gördüğümde onları okuma konusunda bende uyanan “isteğin” nedenleriydi belki de…
bir de “av hikayeleri”nin önündeki niteleme vardı beni çeken tabii ki: “ermeni”
pek çoğumuzun fark etmediği, bu toprakların “ermeni”lerin de toprağı olduğu ve onların da hep, belki de çok daha önceden beri bu topraklarda var oldukları gerçeğini ancak sevgili hrant dink’in ölümüyle fark ettik. keşke öyle olmasaydı, belki o zaman onu yitirmez, koruyabilirdik.
üstelik bu “fark ediş” bazılarımız için yalnız o kadarla da kalmadı. onları sevdik de. her anma ve duruşma gününde “hepimiz hrant’ız, hepimiz ermeniyiz” derken bu slogandaki sözlerin pek çoğumuzun taa yüreklerinin derinliklerinden çıkan bir sesle söylendiğini fark ediyorum. kimimiz daha da ileri gidiyor, kendi soyunda, kendi geçmişinde, bir “değme”nin, bir “dokunma”nın bıraktığı başka bir izi, belki bir mirası da arıyor bu günlerde, sıkça rastladığımız gibi.
bu bir değişim. bu değişimin yalnızca bir kabulü değil, bir birlikteliğin de nüvelerini yaratmaya kadar gideceğini düşünüyorum sık sık.
vakhtang amca’nın kitabı
işte bu karmaşık duygularla okudum “ermeni av hikayeleri”ni. doğrusu orada okuduklarım hiç şaşırtmadı beni. doğaya, doğadaki canlılara yönelik “aşk” diye nitelendirilebilecek bir “sevgi”yi okudum her şeyden önce, “ermenistan dağlarında”, “kuşlar”, “dağda geçen çocukluğum” ve “kampta gece ateşi” başlıklı dör farklı bölüme dağıtılmış, birbirinden farklı ve ayrı güzellikleri anlatan “otuz” öyküde.
yazarı “vakhtang ananyan” yüzyılı aşkın bir zaman önce, 1905’te doğmuş. çocukluk, gençlik dönemini anlatıyor.
ağrı dağı’nın (masis) çevresinde geçiyor kitaptaki hikâyelerin çoğu; bazıları kendisinden daha eski “avcı”ların anlattıklarına dayandığı için yüzyıl öncesinin ermenistan coğrafyasını, o coğrafyada yaşananları, onları yaşayan insanları dile getiriyor.
ermenistan’ı yalnız bu yakasından gören birisi olarak aradaki zamanın uzunluğuna karşın, o hikâylerde anlatılanların halen oralarda var olduğunu düşündüm. kimi gerçek dışı, hatta hatta gerçeküstü gelse de, geçmişe özlemle karışık, doğaya ve insana olan “inanç ve güvenç” duygusu yarattı ananyan’ın anlattıkları bende.
o zamanlarda ve oralarda olsaydım, olsaydık, her şey o haliyle kalsaydı, sonrasındaki yaşanacak acılar belki yaşanmazdı dedim kendi kendime.
avcı avını seviyor, avıyla arkadaş oluyor, hatta avını koruyor ve kolluyor o coğrafyada, o zamanlarda. yaşamın doğallığı ve güzelliği içinde bir av ve avcı hikayesi yaşanıyor. Ama arka planda “yoksulluk”lar var, “yoksunluklar” var. yine de çokça dile getirilen küçük şeylerden duyulan “mutluluk”lar var. “umut” da var hepsinin gerisinde ve özünde.
insanın insan, insanın hayvana ettikleri var. anlatılan hikâyelerin ardında yatan değerler bir av hikâyesinin çok ötesinde. söz verip de gereğini yapmama, sözünden dönme, ihanet etmenin bedelleri karşılıkları var. dostlukların, arkadaşlıkların sevgilerin de… ölesiye sevmenin ve severken ölmenin de.
totem yayınevi’nin ilk kitabı
kitabı bitirince yayınevinin editörüne ulaştım, bazı sorular sordum. sevgili ayşegül yordam içtenlikle yanıt verdi sorularıma:
“ben totem yayınevi’nin editörü olarak bu kitabı ilk okuduğumda; öykülerin naifliği ve genel yapının sadeliğinden çok etkilendim ve aslında doğadan ne kadar uzak kaldığımızı, nasıl bir kaos içinde yaşadığımızı yeniden olanca şiddetiyle hissettim. kitabı bitirdiğimdeyse adeta bir arınma ve temizlenme duygusu yaşadım ve tam da bu yüzden böylesi eserlere ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu fark ettim.”
duygular koşut, çünkü anlatılanlardan algılananlar benzer; ama artık değişmesi gereken kaygılar da öyle:
“ancak kitabın adından bile rahatsızlık duyan bir kitle olduğu da yadsınamaz. Açıkçası ben bu algının yakın bir zaman içinde değişeceğini, ‘biz bir yana, dünya bir yana’ bakış açısının süratle eskiyeceğini düşünüyorum.”
keşke başka okurlar, özellikle kitapta anlatılanları yaşayanların torunlarının, bu topraklarda sayıları yeniden çoğalması gerekenler de kitabı okurken neler hissettiklerini yazabilseler…
bu değişime bir yayıncı olarak katkıda bulunacağını çıkardığım ayşegül yordam’ın şu sözleri de beni bir kez daha umutlandırıp sevindirdi:
“totem yayınevinin çizgisi son derece net. dünyaya soldan bakan, hümanist, çok dilli ve çok kültürlü bir duruşa sahip. bunlardan başka; edebi yapıyı, dili ve görsel sunumu da önemseyen bir yayınevi çizgisinde ilerleyecek. aynı zamanda kendine piyasa denilen devasa sistemde yer bulamayan edebiyatçılara ve genç yazarlara da kapımız sonuna kadar açık.”
bunu gerçekleştirme umudu bence değişimin en büyük gücü.
dün başka bir konu nedeniyle aklıma gelen cümleyle sözü bağlayayım:
“eksikliklerimizle varız, onları fark ettikçe büyüyoruz; onları tamamladıkça da biraz daha ‘insan’ oluyoruz.”
bunu sağlayanlara binlerce teşekkür… (ms/çt/hk)
kitabın künyesi:
ermeni av hikâyeleri
vakhtang anayan
(çevirmen: özgür kırtepe)
totem yayınları, edebiyat dizisi:1, istanbul, 2011, 201 Sayfa
isbn: 978-9944-330-02-2