-'Düş’ dedi, ‘Şeraredir’ dediler; -‘Aşk’ dedi, ‘Har’ dediler; -‘Dans’ dedi: ‘Güneş’i dolan, kanatların olsun’ dediler… - ‘Burada kelimeler var’ dedi, - ‘Ateşle oynuyorsun’ dedi şair…
Bir Ontikuçe efsanesinden
"Itır ve Güneş", "Yan Yana Yedi Kırmızı", "Rengin ve Hayal", "Binbir Deniz" kitaplarının ardından Everest Yayınlarından çıkan "Ateşin Beyaz" isimli beşinci şiir kitabıyla Şair Aydın Afacan yeniden okurla buluştu.
“Ateş”in özellikle belli halkları lanetlendiğini söyleyen Afacan'ın şiirlerinde kitabın isminde de yer verdiği "Ateş" imgesini sıkça görüyoruz.
Mezopotamya Mitolojisi’nden Yunan Mitolojisi’ne ve Anadolu’nun sözlü kültüründen de izler taşıyan şiirlerinde katledilen halkların, acısındanetkilense de acının şiirle aktarılamayacağını söylüyor Şair.
Ateşin Beyaz kitabının çıkışı, Ankara Tren Garı’nın önünde katliamın izlerinin henüz silinmediği bir döneme denk gelmesini değerlendiren Şair, böyle toplumsal acıların karşısında şiirin değil gerçekliğin kendisine ihtiyacımız olduğunu söyleyerek diğer kitaplarındaki heyecan ve mutluluğu hissedemediğini dile getiriyor.
Eğitim Bilimleri mezunu olan Aydın Afacan ilk şiir kitabı Itır ve Güneş’in ardından beş yıl geçtiğini söylüyor:
“Itır ve Güneş ilk kitabım, Itır ve Güneş’in arkasında atılmış yakılmış pek çok şiir var. Itır ve Güneş aslında defalarca vazgeçilmiş şiir serüvenine bir dönüştür. İlk kitapla ikincisi arasında ise bir hayli zaman var, o maalesef diğer kitaplara da yansıdı, hep beşer yıl arayla çıktı kitaplarım. Şiirle benim ilişkim kaçmak biçiminde oldu ama en son yakaladı ve bırakmadı. Ne dersek diyelim bugün modern şiir yazının ürünü ama temel gösterileni sözdür, çünkü sözel bir dünyaya aittir şiir. Mitostur şiirin temelinde yer alan. Bu anlamda şiirsel serüven her halükarda bir şekilde sizin söz söyleme yetinizin bir ürünüdür. Onun ortaya çıkardığı bir şey, bu anlamda ciddi bir arka plan var, masal kültürünün çok iyi olduğu bir arka plan. Sadece Binbir Deniz ile bu son kitabım arasında üç yıl var. Çok yazan biri değilim, şiirler üzerine çok düşünürüm, tabii bir plan var ama bu plan şiire yön vermiyor kitabın çerçevesini oluştururken yön veriyor size.”
Mitlerin şiire yansıması
Şiir ve Mitologya: Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Yunan ve Latin Mitologyası isimli bir inceleme kitabı da olan Aydın Afacan’ın şiirlerinde pek çok kültürden mitolojilerin izlerini görüyoruz. Mitoloji okumalarının şiirleri için önemli bir şans olduğunu dile getiren Şair:
“Mitolojiyi bilmek çok önemli benim için. Tabii bu bizde sadece Yunan mitolojisi ile sınırlı ama Mezopotamya, İran, Hint dünyanın ve diğer mitolojiler üzerine incelemeler yaptım. Mitik düşünmenin biçimi, tarzı, bugünkü gündelik hayatımız içindeki mitlerin ilerleyişi konusunda epey bir mesai tükettim. Bu bana sanata daha farklı yerden bakmayı öğretti. Bir kere tahayyül, imgelem bir anlamda mahiyetini de çözmeye yardımcı oluyor ve sanatın tarih içindeki serüvenini, kopmaları, değişmeleri anlıyorsunuz. Mesela sözel kültürden yazı kültürüne geçişte edebiyatta neler olduğunu, neden Yunan dillerinin bugün daha çok bilindiğini anlıyorsunuz. Ege coğrafyasında hatırı sayılır miktarda ciddi bir yazılı birikimin, yazılı belgenin bırakılmış olması bu Yunan mitosları için ya da mitoslardan efsanelere, edebiyata evrilmiş şeyler için müthiş bir avantajdır. Bununla birlikte sözün mahiyetinin değişmesini, şiirin serüvenini, insan doğaya hakim oldukça doğaya ilişkin efsanelerin azaldığını görüyorsunuz. Mitleştirmenin azaldığını görüyorsunuz, çünkü mit doğaya farklı bir değer biçmeyi öğretiyor. Gökyüzündeki buluta bir anlam katarsınız, o sizin için bir candır, gökyüzünden akan bir yılana benzetirsiniz, benzetmekle kalmazsınız onun yılan olduğuna inanırsınız mitolojide ama modern şair olarak o ikisi arasındaki ontolojik ayrımın farkındasınızdır. Bir ve aynı şey olmadığını bilirsiniz. Bu serüveni fark ettiriyor insana mitleri, mitosları bilmek. Elbette özellikle mitos kullanacağım diye oturmuyorum şiir yazmaya onlar benim dünyaya ilişkin diğer bilgilerim. Bu bilgiler kimi zaman yaşantılarımın, kurmacalarımın içine girerler, saklanırlar, yalanlarıma ortak olurlar.”
“Şiir gerçeğin yansımasıdır”
Sanatsal üretimin gerçekleri emerek içselleştirdiğini ifade eden Afacan, şairin bilgiyi doğrudan aktarmadığını şiirdeki gerçekliğin bir dolayım olduğunu anlatıyor:
“Gündelik hayatınızda bazı şeyleri yaşarsınız işte aşklardır, gündelik pratiklerdir… Bir olaya tanık olur, bir kaza görür, bir katliama yanarsınız. Fakat bu gerçeklerinizi direk aktardığınız zaman yaptığınız bir tür gazetecilik olur, bu değerli bir şeydir onun bir kaydını tutarsınız ya da tarih bağlamında da ele alarak bir çeşit vaka yazarsınız. Ama sanatsal üretim böyle değildir, o gerçekliği emer, onu kendine mal eder, içselleştirir. Sanatçının bilgiyle ilişkisi ürün bağlamında son derece dolayımlıdır. Sanatçının o bilgiyle karşılaştığında onu doğrudan aktarması gibi bir şey söz konusu değildir. Yani doğrudan gerçekliği yansıtmak gibi bir şey söz konusu değildir. Bu tamamen yanılgıdır, yani arkasında empirizm yattığı gibi bir yanılgıdır. Althuzerin söylediği gibi, bilginin nesnesiyle gerçek nesne birbirinden farklıdır.
“Örneğin şiirlerinde gündelik yaşamdan doğrudan izler görüldüğü söylenen İkinci yeniciler şaşırtmaya başvururlar aslında. Çünkü dertleri gerçeği yansıtmak değil, şiirdir. Ya da Nazım Hikmet’ten örnek verecek olursak Şeyh Bedrettin Destanı’nda ‘Güneşin boynunu vurup kanını göle akıttılar’ dizelerinde olduğu gibi… Bakın gerçeklik nasıl dolaylanmış, bunların gündelik hayatta bir karşılığı olamaz. Dolayısıyla sanatçı ‘eğer ben gerçekliği aktarıyorum’ diyorsa kusura bakmasın o aktarmacıdır. İyi bir gazeteci olabilir, Türkiye’de şöyle bir sorun var; birine ‘gazeteci’ diyorsun ‘yazar değil ama iyi bir gazeteci’ diyorsun o zaman sanki onu bir mevkiden bir mevkiye indiriyorsun gibi algılanıyor. Böyle bir şey yok. Gazetecilik ayrı bir meslektir, yazarlık ayrı bir şeydir, yani bunlar ayrı beceriler. On tane yazar bazen bir araya gelip bir gazetecinin yaptığını yapamaz, çünkü başka bir yetenek başka bir şey var orada. Hep bir hiyerarşiler, hiyerarşik düzenden bakma alışkanlığının zihniyeti bunlar. Öte yandan yazar tahayyülden beslenir ama gazeteci tahayyülü karıştırdığı zaman eyvah halimize. Nitekim de görüyoruz bunları ve sonuçlarını işte.”
“Auschwitz'den sonra şiir yazılmaz”*
Ankara Tren Garı önündeki büyük katliamın hemen ardından bir şiir kitabıyla okurun karşına çıkmış olmanın heyecandan daha çok bir burukluk olduğunu söyleyen Afacan, Adorno’nun, Naziler tarafından II. Dünya Savaşı döneminde kurulmuş en büyük imha kampı olan Auschwitz’den sonra şiir yazılmasının anlamı olmadığı düşüncesini hatırlatıyor:
“Öyle acı bir gerçek yaşadık ki, Ankara Katliamında tanıştığımız tanışamadığımız dostlarımızı kaybettik. Kitabın açıkçası hani tam da bu dönemde çıkması sadece benim kararım değil, takdir edersiniz ki… Dürüstçe söylemek gerekirse önceki kitaplarımın çıkışı gibi sevinemedim çünkü kitap çıktığında ben hala olayların tortusunu yaşıyordum. Oraya biraz daha erken varmamış olmak işte bugün yaşıyor oluşumuz. Ankara dışından gelmiş olan konuklarımız gitti, ben de biraz erken varsaydım orada giden insanların biri de ben olacaktım.
Böylesi bir acının içinde şiire gelecek olursak eğer, Adorno’nun söylediği gibi ‘Auschwitz’den sonra şiir yazılmaz’. Şimdi bu tabii Adorno’nun politikası ve sanat kuramıyla tutarlı bir söz çünkü Adorno sanatı şen olarak niteler, sanat haz verir en hüzünlü anında bile haz üretir. Bizdeki arabesk şarkılar gibi insanı ağlatmaz aslında ağlatırken bile haz verir. Şiirin böyle bir yanı var, halk dilinde dertli bir türküyü de söylerken haz duyarsınız ama acının böylesine, bu noktada öne çıktığı durumlarda şiirin bir hükmü kalmıyor. O acıyı şiirle aktaramazsınız. O acıyı hiçbir şekilde aktaramazsınız, o acıyı ancak işte orada gazetecilik yaparak aktarırsınız doğrudan bilince ve bilgiye seslenerek aktarırsınız. Öfkede, duyguda hepsi o anda onun içindedir. Böyle çaresizlik durumlarında size yardımcı olacak şey bilgidir, o bilgi size bir duruş sağlar. Duygusallıkla gittiğimiz zaman toplumsal olayları yönetemezsiniz. Kuşkusuz bir duygu vardır, bir vicdan vardır bir kere onunla hareket edersiniz.”
Ateşin Beyaz
Aydın Afacan’ın son şiir kitabı Ateşin Beyaz’ın kapağını araladığımızda, Sivas Katliamı ve pek çok halkın yaşadığı gerçek sancıların izlerini görüyoruz. Kitap, Güneş Harfleri, Harf ve Siyah, Sema Harfleri, Harf ve Beyaz, Ateş Harfleri ve Yad isimli bölümlere ayrılmış ve Şair’in farklı dönemlerde yazdığı şiirlerinden oluşuyor. Şair Afacan, harflerle ayırdığı bölümleri anlatıyor:
“Ateş, Farsça bir sözcük ve bütün ezilen halkların içinde lanetlenen bir imgedir, ben biraz güneş çocuğuyum doğrusunu söylemek gerekirse herhalde başka bir coğrafyada yaşayamazdım, beyaz da benim için aydınlığı, güneşin ışığını temsil ediyor.”
“bir yaz bulutuyla geldim
Öğlende ısrarım bundan
bundandır
sözcüklerimi dolaşan güneş harfleri…”
“Güneşin ateşi, biraz eski İran mitolojisinden tutun Yunan mitolojisine uzanan bir coğrafyada bana rehberlik etmiş kavramlardır, şiirlerim bu zemin üzerinden okunabilir. Harf ve Siyah bölümünde giriş şiiri olan ‘bir eşik için notalar’ Yunan mitolojisine ve şiirin kendisine gidiyor. Hem şairlerin atası sayılan Orpheus’a hem de bir Fransız şairlerinden Mallerme’ye yazdığım bir şiirle başlayan bölümde, Ahmet Oktay ve Ahmet Haşim’den de alıntılar var.”
“sülünün dansına gelirmiş yağmur
falında maviler açan bahçede
sabah
tam da güneşe baktığın yerde
onu adına ekle
orada çemberin akışındadır
işte, şiirin bahtına bu ilk damla
çözülür bulut alfabesi, bu ‘mim’ senindir"
“Sema ve Harf bölümünde tam da sema var, kelime öyle uzatılmış ki Anadolu’da sema semah oluyor. Orada, bir dönüş, evrenin dönüşü var. Harf ve Beyaz’da da Kafkasya’dan başlayıp Aceme, Suriye’ye giden bir coğrafyaya işaret eden şiirler yer alıyor. Ateş Harfleri bölümü de doğrudan İran’a giden bir bölüm. Orada şiiri de sorguluyorum. Ve son bölüm Yad ise, Babam ve siyasal açıdan aynı çizgiyi paylaştığım dostlarım, sevdiklerim için olan bölümdür. En son şiir ilkokul öğretmenime, ilkokul öğretmenim dünyanın en güzel gülen adamıydı bence. Birinci sınıfta teneffüsten geç döndüğüm için kulağımı çekti. Ben de toplumda yaygın olan küfürleri sıralayıp kaçtım, üst sınıflardan çocuklar beni yakalayıp okula götürdü ve öğretmenim beni kucağına aldı. Öğretmen benim oradaki direncimi sevmiş, tabii üçüncü sınıfta onu götürdüler kitapları olduğu için. Her vicdanlı insan gibi bu ülkede çok çeken insanlardan biriydi ve ondan çok şey öğrendim. Benim için şans olmuş insanlardan biridir, onun için otobiyografik bir şeyler de yazmayı düşünüyorum.” (SA/NV)
*Adorno