Ölümünün 69. yılında Mustafa Kemal Atatürk'e, anısı çevresinde oluşturulan gizemli havanın dışına çıkarak bakmamıza yardımcı olması için Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Cemil Koçak'la konuştuk. Milli Mücadele'nin ve Türkiye Cumhuriyeti'nin önderinin en çok merak edilen yaklaşımlarından bazılarına ilişkin sorularımıza Prof. Koçak'ın yanıtlarından öyle anlaşılıyor ki, bugün okullarda ve resmiyet dünyasında üretilen "büyük kurtarıcı" imgesi, Mustafa Kemal Atürk'ün kendi yaşam ve mücadelesinden çok, Türkiye'de süregiden egemenlik mücadelesinin taraflarının zihniyetini yansıtıyor.
10 Kasım'larda esen bu ağır yas havasının bir başka alternatifi olabilir mi? Daha yaratıcı bir tarz denenemez mi?
Çetin Altan arada bir yazar; Celal Bayar'dan sormuş da, "gerçekten Atatürk dokuzubeş geçe mi öldü" diye... Söylentiye göre, sabah törenler bundan böyle memurlar mesaiye başladıktan sonra yapılabilsin diye, kayda öyle geçmiş... Bayar'ın fikri imiş.. Bu doğru mu bilmem; fakat doğru olmasa bile, işin felsefesini gösteriyor. Daha o sırada uzun yıllar sürecek bir seramoninin en azından alt yapısına yönelik bir hazırlık var. Fakat geceyarısı da ölmüş olsaydı, yine belirli gün belirli bir anda herhalde tören yapılacaktı. Yine de 10 Kasım'ın tarihi başından itibaren yazılsa, enteresan olurdu...
Siyasal düzlemde kişi kültü sürdükçe, 10 Kasım'ın başkaca bir türü düşünülemez. Atatürk'ü anmamak bir yana, bu zaten kimsenin aklına bile gelemez, anma töreninde şimdiye kadarki söylemlere bütünüyle ve yeterince yer vermemek bile başlı başına bir gariplik, medya dili ile söylenecek olursa "çok tartışılacak sözler" arasına girer. Bu, tabii "haydi tartışın, yani atışın"ın kibarcasıdır. Bizde prensip olarak "yaratıcılık" yerine "kes&yapıştır" yöntemi çok daha güvenli olarak kabul edildiğinden, "yaratıcı" fikirlere henüz yer yokmuş gibi görünüyor!
"Atatürk olmasa, hiçbirşey olmazdı" yargısından türeyen "biriciklik" fikri ne kadar doğru? Mesela Mustafa Kemal, Çanakkale'de ya da Milli Mücadelenin herhangi bir anında hayatını kaybetmiş olsa acaba bu mücadele başarıya ulaşamaz mıydı? Bu mitosun aslı nedir?
Atatürk'ün Millî Mücadele'nin tartışılmaz önderi olduğu "gerçeği", ancak Millî Mücadele'nin sonuçlanmasından sonra, neredeyse 1927 yılında Nutuk'un okunmasından sonra "resmî tarih" olarak kesinlik kazanmıştır. O tarihten önce, Millî Mücadele önderleri arasında eşit bir ilişki ya da buna eş düzeyde bir siyasi yoldaşlıkla karışık bir eski arkadaşlık söz konusu idi. Millî Mücadele telgraflarının üslubu ve içeriği, bu saptamayı doğrular. Atatürk, kanımca, bu önderler grubu içinde, tabiatça politikaya en uygun kişiydi. Atatürk'ün politik yeteneğini vurgulamak, onun diğerleri arasındaki farklı yerini bize bugünden bakıldığında rahatça gösterir; fakat o dönemde, pekçokları açısından Atatürk, sonraki dönemlerin aksine, rahatlıkla tartışılabilecek ve hatta kavga dahi edilebilecek bir kişiydi. Bu yaklaşım tarzı, onun hoşgörüsünü değil de, karşısında yer alanların, ona yaklaşımını ve bakışını göstermektedir.
Kimileri Mustafa Kemal kişisel tercihlerini "diktatörlük" değil de "demokrasi" yönünde kullansa, durumun bugün başka türlü olacağını söylüyorlar. Onun siyasal tercihleri kişisel miydi, yoksa zamanın koşulları mı empoze etmişti?
Atatürk, asla demokrat olamazdı. Bunu olumsuz (pejerotif) anlamda söylemiyorum. Sadece dönemin politik kültüründe "demokratlık"ın istisna olabileceğine dikkat çekiyorum. Her insan, yetiştiği dönemin ürünüdür; bundan kaçınılamaz. Bütün düşünceler, içinde bulunulan ortamın sorunlarına yönelik çözüme ilişkin yanıtların çerçevesinde oluşur ve gelişir. Atatürk de, içinde yetiştiği İttihatçı siyasal kültürün ve felsefenin tüm özelliklerini içselleştirmişti. Onun pek çok yazısında "önder" ve "önderlik" hakkında söyledikleri, otoriter ve sarsılmaz bir iradeye yönelik beyanları, toplumu değiştirmenin aracı olarak gördüğü siyasal manivelalar, bunların hepsi gerçekte, yukarıdan aşağıya otoriter modernleşmenin gelenekselleştiği bir toplumda, başkaca bir seçenek olmadığına inancını yansıtır.
Bu bakımdan, onun süratle ve derinden değişim için (bu değişime ilişkin hiçbir kuşku taşımıyordu), tıpkı kendi kuşağından çok sayıda arkadaşı gibi, o da otoriter yöntemin, doğruya ve başarıya giden ve en kısa ve en kolay yol-yöntem olduğunu düşünüyordu. Aksini düşündüğüne dair bir ipucu bulmak güçtür. Belki de, aklında olan, "İngiltere gibi olduktan sonra, İngiltere gibi olmaktı"
Bunu muhtemelen bütün modernleşme yanlıları hayal ediyorlardı ve böyle olabileceğine ilişkin de derin bir inanç taşıyorladı. Kendilerine olan sarsılmaz ve hiç sorgulanmayan güvenleri de buradan ileri geliyordu. Bu güven ve inanç, bütün bir kuşağın ortak noktası sayılabilir.
"Atatürkçülük", Mustafa Kemal'in kendisi tarafından formüle edilmiş bir prensipler dizisi olarak mı görülmeli? Yoksa onun ölümünden sonra ortaya konulan bir resmi bir öğreti mi? Bu resmi öğretiyle Mustafa Kemal'in kendi yönelimleri arasında bağdaşmazlık var mı?
Atatürk yaşarken, bir Kemalizm vardı hiç kuşkusuz; ama bu içi devamlı olarak gelişen ve genişleyen bir paketti. Başlangıçta "millî sır" kuramı gereğince paketin varlığı bile bilinmiyordu. Zamanla paket genişledi. Bu bakımdan Kemalizm, Atatürk yaşarken, Atatürk'ün zaman içinde ortaya koyduğu düşünceler ile daha çok uygulamalardan ibaret eklektik bir paket idi. Atatürk'ten sonra İnönü döneminde bu paket o kadar da vurgulanmadı. Demokratlar, daha ilk aşamada Atatürk'ün gerçek mirasçısı kimdir meselesini ve sorusunu gündeme getirdiklerinden bu yana, bu soruya herkesin mutabık olabileceği bir yanıt verilemedi. Bu bakımdan her mirasçı, mirasın kendine düşen hissesini, tabii "gerçek Atatürkçülük" olarak kabullendi. Miras o kadar zengin siyasal yönlere kayabilecek düşünce ve uygulamalar içeriyordu ki, bu kolaydı.
Mustafa Kemal'e vehmedilen "antiemperyalizm" ne kadar gerçek?
Antiemperyalizm, Leninci Marksist bir kavram olarak ele alınırsa (ki başka nasıl olabileceğini bilemiyorum), esas olarak anti-kapitalist olmayı da içerir ve gerektirir. Atatürk ise, anti-emperyalizmi muhtemelen Bolşeviklerden duymuştu. Kendisi emperyalist kamp içindeki çıkar çatışmalarından yararlanabilecek kadar usta bir politikacı idi. Fakat bunun için emperyalizmle zaman zaman uzlaşması gerekiyordu. Bunu da yaptı. Hem Millî Mücadele sırasında, hem de sonrasında...
Başka partilerin varlığına -zaman zaman- müsaade edilmesine rağmen, Komünist Parti neden baskı altında tutuldu?
Muhtemelen komünistleri, Moskova'nın ajanları olarak görüyor ve millîci bir politika içinde onlara yer olamayacağını düşünüyordu. Hiçbir zaman onlara yakınlık duymadı. Her fırsatta onların siyasal girişimlerinin karşısında yer aldı. Belki de Moskova'nın kendi önderliğine bir seçenek olarak komünistleri desteklediğini düşünüyordu. Buna itiraz etmemesi beklenemezdi. Ama usta bir politikacı olarak hem Moskova'nın desteğini aldı, hem de onların desteğine sahip olan komünistleri gözlerinin içine baka baka ezebildi. Türkiyeli komünistler, bu anlamda hem Mustafa Kemal'in ve hem de Moskova'nın "real politik" bakışına kurban edildiler. Bu, onları da, temsil etmeye çalıştıkları toplum içindeki siyasal konumlarını da derinden etkilemiş olmalıdır.
Bir çok Kürt politikacı Mustafa Kemal'in Kürt meselesinde başlangıçta özerklikten yana olduğunu söylüyor. Gerçek tavrı nedir?
Ben Mustafa Kemal'in "Kürt meselesi"ne bakışının evrelerini "Radikal" gazetesindeki mülakatımda anlatmıştım:
Özetle, Atatürk, Milli Mücadele'nin başında da, Teşkilat-ı Esasiye'de de olduğu gibi 'Kürtlere yerel özerklik, otonomi ya da ona benzer bir şey verilecek' diyor. Zaten 'Türk milleti' ve 'Bu memlekette Türkler yaşar' tanımlaması da 1925'teki Şeyh Sait isyanından sonra ortaya çıkıyor. Şeyh Sait isyanı dönüm noktasıdır.
Bu isyanın ikili bir yüzü var. Kürtler hem Cumhuriyet'in reformlarına karşı ayaklanıyorlar, hem de bir Kürt milliyetçiliği ayaklanmasını gerçekleştiriyorlar. 1925'e dek Atatürk Meclis'teki konuşmalarında, "Türk, Kürt, Çerkez hepimiz İslam'ın unsurlarını oluşturuyoruz" diyor. 1925'ten sonra ise "Türkiye'de yaşayan herkes Türk milletidir, herkes Türktür. Cumhuriyet'i Türkler kurdu" deniyor. Yani, "Herkes kendine Türk diyecek ve Türkçe konuşacak" deniyor. Oysa Atatürk'ün 1925'e kadar bir Türk tanımı yoktu. Kanunlarda da Türk tanımı yoktu, çoğu zaman "Türkiye halkı" diye geçiyordu ve Atatürk de çok defa böyle diyordu.
Şeyh Sait ayaklanmasının temel nedeni, bu ittifakın bozulmasıdır Kürtleri yanına alarak verdiği Milli Mücadele'yi başarıyla sonuçlandırdıktan sonra Atatürk, bir siyasetçi olarak Kürtlerin desteğine ihtiyacı kalmadığını düşündü. Bu ittifakı, ileride yapmak istediklerine engel olarak görmeye başladı ve muhtemelen de kafasında nihai hedef olarak Kürtlere özerklik vermek gibi bir şey yoktu. Onun nihai hedefi bizim bugün anladığımız üniter devletti. Aslında Atatürk'ün Kürt sorununa bakışı, bugünkü resmi politikadan farklı değildi.
Bu konuda da politikacı yönü ağır basmaktadır. Siyasal ittifaklar kurmak ve zamanı geldiğine inanığında bu ittifakları bozmak, onun politikadaki yeteneğini ortaya koymaktadır. Fakat Mustafa Kemal'in Kürtlere yönelik sürekli aynı politikası olmamıştır. Zaten olamazdı da... Ulus devlet kurmak, Kürtlerle ittifakı bir aşamada rafa kaldırmak anlamına gelecekti-ve öyle de oldu zaten. (CK/NZ/EK)