Sözlerine çoğu zaman dikkat edilmeksizin ön plana çıkarılan ritmin kışkırtıcılığı ile dans edilip eğlenilen Çingene müzikleri, aslında derinlerde çok şey ifade ediyor.
Sanayileşmenin ardından el becerilerine dayalı olarak yaptıkları zanaatlarını fabrikalarda makinelere kaptıran Çingeneler, doğal yetenekleri olan müzisyenliklerini ise "mekanikleşme dünyası"na kaptırmadan koruyabildiler.
Çoğu meslek dallarını teknolojiyle birlikte kaybetmelerine karşın müzik endüstrisinde gelişen teknolojileri yakalayarak doğadan gelen miraslarını devam ettirdiler ve halen daha ettiriyorlar.
Doğanın Çingenelere bıraktığı miras
Çingenelerin müzikle olan ilişkisi hakkında efsaneleşmiş bir hikaye var: Bir Hint Kralı büyük bir müzisyen topluluğunu aileleriyle birlikte İran Şahı Behram Gur'e gönderir. Ancak bu topluluk İran'da uzun süre kalamaz ve göçe devam eder. Çingenelerin tarihi hakkında birçok görüş ve teori var; bu da onlardan biri.
Yüzyıllarca göçebe olarak yaşamış olan bu toplumun müzik alanındaki yetenekleri dünya çapında kabul görüyor. Bunun sebebi ise Çingene halkının tarih boyunca doğayla birlikte yaşamasına, böylece sesleri kaynağından algılamasına bağlanıyor. Çingeneler ise her müzik ürettiklerinde bu yeteneklerini tekrar doğayla paylaştıklarına inanıyor.
Çingene halkı müzik konusunda genel anlamda eğitilmiş değil; ancak kökten gelen bu duyularla doğal bir kulağa sahipler ve kuşaklar boyunca aktarılan ailevi eğitimlerle bir nevi "resmi olmayan" eğitim sürecinden geçiyorlar.
Eğitim süreci çocukluktan başlıyor ve hayat boyu devam ediyor. Günümüzde ne kendisi ne de anne babası eğitim almış bir Çingene çocuğunun dahi iyi bir kulağa sahip olması ve müzik aleti çalabiliyor olması onun resmi olmayan eğitiminden ileri gelir. Çocuğun, müzik ve dans bilgileri kendi ailesinden aldığı bilgilere dayanırken, ailesinin eğitimi ise kendi kuşaklarına ve buna bağlı olarak da doğaya dayanıyor. Bir kuşun ötüşü, su akıntısının sesi atalarını ritmik açıdan nasıl eğitmişse, her yeni jenerasyon da atasından aldığı bu bilgileri çocuğuna aktarıyor.
Mobilya tozlarından müzik notalarına
Çingene müziğinin temsilcilerinden Tarık Mengüç halkının sanatkârlığını genlerinde olan yeteneklerine bağlıyor. Mengüç müzisyenlik yeteneklerinin "Allah vergisi" olduğunu düşünüyor ve bunu Afrikalıların müzisyenlik konusundaki yeteneğiyle örneklendiriyor.
Tarık Mengüç, tıpkı Afrika kökenliler gibi müzik yeteneğinin Çingenelerde de bulunduğunu; ancak alt sınıf olarak görüldüklerinden dolayı keşfedilemediklerini belirtiyor.
"Eğer, romanların müzikteki yeteneklerini keşfeden birileri olsaydı, tıpkı siyahlar ve İspanyollar gibi biz de kendimizi dünyaya göstermiş olurduk" diyen Tarık Mengüç, kendisinin müziğe başlamasını ise şöyle anlatıyor: "Ben mobilyacıydım. Kâğıt kalem bulamazdım ama mobilyalarda oluşan tozların üzerine şarkı sözü yazardım, akşam olunca da kağıt kalemi alır yazdıklarımı not ederdim. Annem babamdan habersiz şarkı yarışmalarına katılırdım." Mengüç, müzik yeteneğini kendi kendine keşfettiğini ve bunun üzerine gittiğini belirtiyor.
Müzisyenlikten ayakkabı boyacılığına
Mengüç örneğinin aksine çeşitli koşullar sebebiyle müzisyenlik meslekleri elinden alınan Çingenelerin varolduğu da kuşkusuz. Örneğin Sulukule'de yaşayan A. Kadayıf, eskiden bir müzisyen olduğunu; ancak artık ayakkabı boyacılığı yaptığını belirtiyor. Kadayıf, bundan birkaç sene önce sanatını yerine getirdiğini ve karnını doyurabildiğin; ancak Sulukule yıkım kararının çıkmasının ardından kendi mahallesinde artık hayat kalmadığı için iş yapamadığını, dışarıdaki bölgelerde ise insanlar tarafından hor görüldüğünden dolayı işe alınmadığını belirtiyor.
A. Kadayıf, "Şimdi utanıyoruz dışarıda, bizi hor karşılıyorlar. Semtimizde rahattık oysa, burada eğlence evleri vardı, insanlar evlenmeye buraya gelirdi, biz de karnımızı doyururduk. Şimdiyse bir tane ayakkabı sandığım var, ayakkabı boyuyorum" diyor ve ekliyor; "Önceden peyniri bulabiliyorduk, şimdi ona bile kafa atıyoruz, mahvettiler bizi. Nefesim nasıl kokuyor biliyor musun? Açlıktan rezalet!"
"Müzik hayata karşı bir haykırış"
Yaşanılan bunca sıkıntı ve ortaya çıkan ürünün yetişmesi aşamasında bu kadar çaba sarf edilmesine karşın Çingeneler tüm bu düşüncelerden soyutlanılarak sadece "eğlenceli" olarak görülüyorlar. Örneğin sanki Çingenelerin ve mahallerinin varoluş sebebi eğlence ve eğlendirmekmişçesine Sulukule'nin yıkım aşamasında kullanılan tüm posterlerde "Sulukule yıkılmasın, eğlencenin neşesi kaçmasın" sloganı yer alıyordu.
Tarık Mengüç de halkın kendilerini sadece "eğlenceli" olarak görmesinden hoşnut olmadığını dile getiriyor. Görüşmemiz sırasında "Siz benim bu konularda konuştuğum ilk kişisiniz, ben bunca zamandır televizyondayım; ama kimse benimle bunları konuşmadı bile" şeklinde bir nevi şikayetini dile getiren Tarık Mengüç, insanların yaptığı müzikle eğlendiğini, ancak bunun derindeki anlamını anlamadığını düşünüyor.
Mengüç'e göre hayatları boyunca hep ikinci, üçüncü sınıf vatandaş olarak görülen Çingeneler çok acı çektiklerinden ötürü, bu acılarını ürettikleri müziklerine yansıttılar.
"İçimizdeki isyanı eğlenerek yaşıyoruz"
Aslında müzik onlara göre hayata karşı bir duruş, bir haykırış anlamı taşıyor. Mengüç; "Herkes bizi sürekli gülüyor zannederken, içimiz aslında kan ağlıyor. Bizim müziğimiz bir nevi dışavurum." diyor ve ekliyor, "Biz, içimizdeki isyanı gülerek, kahkahalar atarak ve oynayarak yaşıyoruz."
Dünyanın her yerinde farklı ezgiler taşıyan bu müzikler, Türkiye'de ise kimi zaman "düğün müziği" olarak anılıyor; çünkü Çingene orkestraları Türkiye'de düğünlerde de vazgeçilmez bir unsur olarak görülüyor; ancak Tarık Mengüç'e göre önyargılardan ötürü "elit"ler ne kadar asla dile getirmeseler de bu tür etkinliklerde en çok eğlenenler oluyor. Mengüç; "Görüyoruz onları da dans ederken ama itiraf edemiyorlar işte" diyor. Mengüç ekliyor: "Halbuki bu aynı zamanda bir Türk kültürü."
Özellikle Trakya havasının Türkiye'de düğünlerde ve fasıllarda vazgeçilmez bir unsur olduğu gerçek; çünkü Türkiye'de yaşamış olan Çingeneler de bu topraklar üzerindeki kültürden etkilenerek müziklerinde bu kültürü çeşitli şekillerde harmanladılar.
Türkiye'de üretilen Çingene müziğinin kimi zaman Türk Sanat Musikisi melodileri barındırırken, kimi zaman ise Arabesk ezgiler taşıması ya da bu ezgilerin yanında bir Endülüs ya da Hint tınılarına yer vermesi, Çingenelerin bunu yaşamış olduğu ya da halen daha yaşadığı göçebe hayatı, bulundukları kültürle ilişkilendirmelerinden ileri geliyor.
Dünyanın farklı bölgelerinde temelde yaşadıkları benzer problemleri müziklerine yansıtarak bir nevi melodik çığlıklar atan Çingeneler, yüzyıllar boyu çizdikleri rotalar ve yerleştikleri bölgelerden ekledikleriyle müziklerine çeşitlilik kattılar.
Aynı tabanın üzerine atılan farklı topraklarla edinilen çeşitli mahsuller gibi olan bu müzikler, temelde birbirine benzedikleri gibi birçok farklılıklar da gösterirler. Göçebe yaşamın bir sonucu olan çokkültürlülük ile yoğrulan bu süreç sonucu ortaya çıkan müzikler Çingelerin duyarlı oldukları kulakları sayesinde geçtikleri bölgelerdeki sesleri ve buna bağlı olarak da kültürlerini kolayca kapabilip kendi kültürlerinin içinde eritmelerinden önegelir.
Bunlara bağlı olarak, aslında "Çingene müziği"ni tam anlamıyla bir açıklamasının olmadığı söylenebilir; ancak bu demek değildir ki Çingeneleri ortak bir melodide buluşturan müzik yok. Tıpkı Çingene halkının kendisi gibi müziği de, birbirine bağlı; ancak değişkenlik gösteren birçok farklı melodiden oluşan bir mozaiktir.
Bu mozaiğin Türkiye ayağını ise içinde hem arabesk hem Türk Sanat Müziği bulunduran, bu nedenle de yaşamlarını dile getirme konusunda kendilerine yardımcı olabilen melodiler oluşturuyor.