Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi 32. Ağır Ceza Mahkemesi'nde dün (22 Aralık) Barış için Akademisyenler'den İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümünden Arş. Gör. Aslı Aydemir hakim karşısına çıktı. Aydemir'in savunmasını yayınlıyoruz.
İstanbul 32. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’na,
Öncelikle bu bildiriye neden imza attığıma açıklık getirmek istiyorum; ben İstanbul Üniversitesi Psikoloji Bölümü'nde lisans eğitimimi tamamladıktan sonra yine aynı üniversite ve bölümde lisansüstü eğitimime devam ettim. Şimdi doktora öğrencisi bir araştırma görevlisiyim ve bir sosyal psikoloğum.
Sosyal psikoloji; grup, grup kimliği ve gruplararası ilişkileri araştıran ve bu ilişkileri çatışma veya toplumsal barışın inşası zemininde çalışan bir psikoloji alt alanıdır. Türkiye’nin avantajlı baskın grupları ve dini, kültürel ve etnik azınlıkları içeren dezavantajlı grupları arasındaki ilişkiler de sosyal psikolojinin konusudur. Bu ilişkilerin niteliği, Türkiye toplumunun barış içinde olup olmadığı hakkında ciddi bir göstergedir.
Ben 90 doğumlu olup Türkiye’nin batısında, doğusunda olanlardan bihaber olarak büyümüş biriyim. 90lardan hafızamda kalanlar; polis-asker ölümleri ve Uğur Dündar’ın fırınlarda yakaladığı hamam böcekleridir. Ancak daha sonraları farklı çevrelerden, gruplardan, aidiyetlerden insanlarla karşılaştım. Bu durum sosyal psikolojide sosyal temas olarak kavramsallaştırılmıştır. Buna ek olarak, bilgiye erişim imkanlarının artması ile o zaman kadarki görme-düşünme biçimleri dışında başka bakış açılarına temas etmem, tüm bildiklerime, öğrendiklerime sorgulayıcı ve şüpheci şekilde yeniden bakmama neden oldu. Böylece bildiklerim dışında da yaşanmışlıklar olduğunu, özellikle yoğun bir şiddetin yaşandığı 90'lara ilişkin pek çok şey öğrendim. O dönemde işkence, köy boşaltma gibi pek çoğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına konu olan fiiller ve yaşananlara karşı alınan tutumlar bir Türk olarak bende utanç ve suçluluk duyguları yarattı.
Sosyal psikoloji, kolektif utanç ve kolektif suçluluğun, gruplararası affetmeyi kolaylaştırarak toplumsal barışın inşasında önemli yer tuttuğunu söylemektedir. Çatışma çözümü ve barış inşası konusunda yapılan çalışmalardan elde edilen bulgular, bunu doğrulamaktadır. Toplumsal barışın sağlanabilmesi için utanç ve suçluluk duygularını çalışmak, yaşanan acıların iki grup arasındaki mesafeyi azaltması ve yakınlaşabilmesi açısından önemlidir. İşte “çözüm süreci” diye adlandırılan dönemi önemli kılan hususlardan biri budur.
Nitekim barış süreci sırasında, 90'larda yaşananların hem hükümet hem de toplumun geniş kesimleri nezdinde konuşulmaya başlanması ve hakikatin açığa çıkarılmasına dönük çabalar, yaşananlarla Kürt ve Türk büyük grup kimliklerinin yüzleşmelerini sağlayacağı için toplumsal barış için umut vericiydi. Ancak 2015 Temmuz ayı itibariyle, yaklaşık 3 yıl süren çatışmasızlık hali ve barış süreci sona erdi. Barış üzerine araştırmalar yapan sosyolog Galtung’un dediği gibi ancak “negatif barış” koşullarında yani fiziki varlıklarımızın, can ve mal güvenliklerimizin tehdit edilmediği, çatışmasızlık dönemlerinde, toplumsal adalet ve eşitliği içeren ‘pozitif barışı’ var etmeyi düşünebilir ve bunun için çaba sarf edebiliriz. “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisinde yapılan barışın inşası için müzakerelere dönüş çağrısı, yüzünü ‘pozitif barış’ dönemine gitmeye çevirmiş bir talep olması sebebiyle de oldukça önemlidir.
Bildiriyi oluşturan ve beni imzalamaya götüren koşulların fazlasıyla şiddet dolu ve travmatik oldukları göz ardı edilemez. Bu koşullar hak örgütlerinin raporlarında ve yazılı, görsel medyada yer almış ve halen erişilebilir durumdadır. Nasıl 90'larda ve çok daha öncelerinde yaşanan çeşitli toplumsal travmalar ve onların yok sayılışı, kuşaklar arasında aktarılıp grup kimliğini pekiştirirken, bir yandan da öfke ve intikam hislerini doğurmuşsa, bu yaşananların da kuşaklarca hatırlanacağı açıktır. Nitekim, toplumsal travmaların kuşaklar arası aktarımı pek çok araştırmaya konu olmuş ve bulgularla gösterilmiştir. Bildiride yer alan, bu olanlara son verme çağrısı, gelecekte hatırlanacakların yeni travmalar değil, barış çabası olması dileğidir. Bildiri, bu yönüyle de son derece önemli bir barış dileği, talebi ve çağrısı içermektedir.
Bu metne imza atma niyet ve motivasyonum yukarıda söylediklerimden daha fazlası değildir. Sosyal psikolojinin sunduğu bilgiler de beni bu sorumluluğu almaya itmiştir. Herhangi bir kurum, örgüt, grup ya da kişilerin çağrısı benim iradi kararlarımı belirleyemez. Kimsenin çağrısına uyarak ya da herhangi bir örgütün eylemlerini meşrulaştırma niyetiyle bu metne imza atmadım. Ben nasıl can ve mal güvenliğimden kaygı duymaksızın bu ülkede çocukluğumu geçirmişsem, Türkiye’deki her çocuk ve her yetişkin için de aynısını arzu ettiğim ve geleceğe daha fazla travmanın aktarılmasını istemediğim için, akademisyen olmakla beraber, eşitlik arzusu olan bir insan olarak da bu metne imza attım. Akademisyen olmasaydım da eşitlik arzusu duyan biri olarak yine bu metne imza atardım.
Üzerinde duracağım diğer nokta ise savcının “bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiriye, bildiriye imza atan ben ve diğer akademisyenlere yönelttiği terör örgütü propagandası suçlamasıdır. Terörle mücadele kanunun 7 maddesinin 2. fıkrasında “Terör örgütünün; cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapmak” suç olarak tanımlanmaktadır. Ancak bu bildirinin bizzat kendisi TMK 7/2 de geçen suç unsurlarını yani herhangi bir örgütü övme, eylemlerini meşru gösterme ve terör eylemlerine teşvik etme unsurlarını içermemektedir. Dolayısıyla bana ve bildiriye isnat edilen suç ile bildirinin kendisi hatta iddianamede yer alan diğer olay, durum ve unsurlar arasında herhangi bir nedensel ilişki bulunmamaktadır.
Tüm bu nedenlerle; isnat edilen suçlama kesinlikle kabul edilemez niteliktedir, sadece ve sadece barıştan yana olduğumu tekrarlıyor ve beraatımı talep ediyorum. (AD/EA)