Abdullah Gül nihayet Çankaya’ya taşındı. Olacağı da, doğrusu da buydu. Hem 22 Temmuz öncesi parlamentodaki siyasal tabloya, hem de seçim sonrası oluşan parlamento aritmetiğine baktığımızda doğrusu yapılması gerekenin Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) gönül rızasıyla çıkardığı bir adayın Çankaya’ya gitmesinin doğruluğuydu, o da oldu.
En çok neyi mi düşündüm: Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile birlikte askerin ve Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) protest tavrını! Anlaşılan Türkiye bu tip tavır alışlara, bu yönüyle siyaseten çok da aşina değil ki, en çok bu durum gündem tuttu!
Oysa şöyle bir belleğimizi yokladığımızda Demokratik Toplum Partili (öncesi DEHAP) belediyeler neredeyse dokuz yıldır aynı problemi yaşıyorlar. Varken, seçilmişken yok addediliyorlar. Özellikle askerin hiçbir toplantısına (resepsiyon, bayram v.b.) davet edilmiyorlar. Hatta davete icabet etmek isteyen kimi belediye başkanlarının kapıdan uygun bir dille geri çevrildikleri de yakın tarihten bildiklerimiz. Bugün aynı durum yeni Cumhurbaşkanı seçilen Abdullah Gül için reva görülünce kimileri yüksek sesle yorum yapıyorlar.
Çifte standardı aşalım
Evet. Aşmak lazım. Ama çifte standartları da aşmak lazım. Elbette ülkenin en tepesinde böyle bir protestocu tavır en başta ülkeye zarar verir. Ama en küçük bir beldede de belediye başkanı ile askeri yetkili arasındaki soğukluk ve seçilmişi adeta görmezden gelmek, görmemek de zarar verir. En başta da devletten hizmet bekleyen halka zarar verir.
Sürekli gürültü koparıldı “laiklik elden gidecek, eşi türbanlı biri Çankaya oturacak ve ne olacak bu ülkenin hali” diye! Ama hiç kimse yakın tarihe, 12 Eylül 1980’in hemen akabindeki askeri cuntanın en tepesindeki liderin, Kenan Evren’in “Ben de bir hoca çocuğuyum” sözlerine ve de en çok İmam Hatip Lisesinin yine bu zatı muhtereminin döneminde açılmış olduğuna bakmadı, adeta göz ardı etti. Aslında bugünkü siyasal İslami yapılanmanın bir başka tersten okumasının temel taşlarının kurgusunun, müsebbibinin de 12 Eylül cuntası olduğunu telaffuz etmek şaşırtıcı olmamalı. Bu vesileyle kanımca söylemlerinde Abdullah Gül daha laik.
Bu noktayı nazardan yola çıkarak Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak seçilmesinden hemen sonra yaptığı konuşmanın, önümüzdeki dönem itibariyle önemli ipuçlarını da içinde taşıdığını vurgulamak gerek. Mesela "kapıların herkese açık olacağı"nın ifadesi. Kamuoyunun malumu olduğu üzere bir önceki Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde Cumhurbaşkanlığı kapısı maalesef “herkese” değil bir kısım “kesim”e açıktı.
Dolayısıyla Bekir Coşkun’un Abdullah Gül’e “reddiyesinden” daha çok kimi vatandaşlar Cumhurbaşkanlığı makamını tanımıyorlardı. Bu ciddi bir sıkıntıydı. Ama bugün Abdullah Gül “Bütün siyasi partiler ve sivil toplum örgütleriyle her zaman görüşülecek” diyor. Buradaki “bütün” kavramı ve sivil toplum örgütleri ifadesini yeni seçilmiş bir cumhurbaşkanının ağzından duymak adeta teminat gibi algılamak kanımca çok önemli.
Gül'ün sözleri önemli
Yine son dönemlerin, özellikle Avrupa Birliği üyeliği süreci ile birlikte çokça telaffuzuna tanık olduğumuz hak ve özgürlükler meselesi de öyle. “İnsan hak ve özgürlüklerinin üzerine titrenecek” diyor yeni cumhurbaşkanı. Kayda değer. Açık toplumdan, bütün hak arama yollarının açık olmasından söz ediyor. Yine, hak ve özgürlüklerin bireysel veya örgütlü olarak sonuna kadar kullanılması gerektiğine vurgu yapıyor. “Her türlü fikrin serbestçe, özgürce ifade edildiği bir toplum hedefi” diyor Cumhurbaşkanı.
Farklılıkların zenginliği, kavramsal manada da olsa şimdiye kadar en azından son kırk yılın hiçbir cumhurbaşkanının ağzından dil sürçmesi kabilinden de olsa duymadığımız, iç okşayıcı, sevindirici bir ifade. Ve tabii ki “Avrupa Birliği yolunda kararlılıkla yürümek”.
Şimdi tabii ki kimilerine göre bütün bu sözler aslında gizli bir gündemin üstünün örtülmesi gibi de anlaşılabilir ve ifade de edilebilir. Ama doğru okuma yapmak gerektiği kanısındayım. Abdullah Gül’ün bugüne kadar daha cesur konuşmalar yaptığını (İslam konferanslarında, Avrupa ve ABD’de) basından ve kamuoyundan izlemiş biri olarak, aksine daha ölçülü ve mutedil, bir de kendini ve yapacaklarını tarif etmeye dair, teminat gibi de algılanabilecek bir konuşma yaptığını anlamak ve düşünmek istiyorum.
DTP'liler takipçi olacak
Bu sözlerin altının ve içeriğinin bundan sonraki icraatlarla doldurulma vaktidir. Anımsanır, yakın tarihten; Başbakan Recep Tayip Erdoğan da yine bir Ağustos sıcağında önce Ankara’da, iki gün sonra da Diyarbakır’da geçmişle yüzleşmeden tutun da, Kürt gerçekliğine varıncaya kadar çok önemli kelamlar etti.
O gün parlamentoda bu sözlerin takipçisi olacak vekiller(imiz) yoktu. Aksine, kendi partisinden bile, Başbakan bu sözleri ne demeye söyledi diyenler vardı. Şimdi durum değişti. Parlamentoda artık Demokratik Toplum Partisi’nin bir grubu var. Gözler de onların üzerinde ve yükleri de öyle pek de hafif değil. Bu sözlerin takipçisi olmak da en başta onlara düşüyor. Oy vermeseler de parlamentoda Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmış olmaları zımni destek manasındadır. Aktif katılımcılığın bir başka adı da budur.
Kimileri sevmese de Türkiye’nin artık Abdullah Gül isminde bugüne dek İslami Kimliği ile tanınan bir Cumhurbaşkanı var. Hemen ilk günden reddedip, tavır alarak karşı durmak yerine sözlerin ne kadar hakkının verildiğini izleyip, görmek gerek. Bir de tabii ki; kimi kaygılar aşılacak ve elbette alışılacak…(ŞD/EÜ)