Milliyetçilikle ilgili araştırmasını geçen günlerde tamamlayan Kentel, bu durumda, yerel aidiyetlerin, bir tür cemaatleşmenin öne çıktığını, dışlayıcılık eğiliminin arttığını, içinde şiddet olasılığı da barındıran bir öfke potansiyelinin büyüdüğünü saptıyor. Ama bunun "yükselen milliyetçilik" gibi algılanmasının altında iki ana neden gösteriyor:
* En yakındaki sözcüğün milliyetçilik olması. İnsanların kendini ifade etmek için başka bir sözcüğü olmaması nedeniyle milliyetçiliği kullanması. Kentel buna "Ben Çorum milliyetçisiyim" sözünü örnek gösteriyor.
* Kendini ifadede, zaten çok yaygın olan milliyetçi sembollerin kullanılması.
16 ilde yaklaşık 90 kişiyle yüz yüze görüşme yoluyla gerçekleştirdiği araştırması ileriki günlerde, Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından yayınlanacak olan Kentel'le "yükselen milliyetçilik" gibi algılanan durumun arka planını konuştuk.
Milliyetçiliğin değil, korkunun yükseldiğini söylüyorsunuz. Neyin korkusu bu?
Çok hızlı dönüşen dünyanın ve sosyal çevrenin yarattığı tekinsizliğin, güvensizliğin, tedirginliğin yarattığı korku. İnsanlar, yaşanılan anlam dünyasının sürekli olarak başka rakip değerler tarafından saldırıya uğraması gibi hissediyorlar bunu.
"Ulusal kimlik", "ulus devlet" gibi içinde oturduğumuz, kendimizi rahat hissettiğimiz kavramlar, tanımlar, artık bize güven veren "ev" olmaktan çıkıyor. Bu evin penceresi, kapısı dökülüyor.
Modern ulus devletin vaat ettiği bir dünya vardı. "İlerleme"ye dayalı bir dünyaydı bu. Herkes ondan faydalanacak, içinde kendini bulacaktı. Ama bu vaat gerçekleşemiyor.
Küreselleşme nedeniyle mi?
Küreselleşmeyle sınırlar her anlamda muğlaklaşıyor. En önemlisi, ulusal kimliğin oluşturmaya çalıştığı, üst kimlik olarak vermeye çalıştığı aidiyet, küreselleşmeyle birlikte darbe aldı. Böylece, yeni formlarla ortaya çıkan yeni kimlikleşmelerle, ulus devletin homojenleşmeyi öngördüğü bütünlük mümkün olmuyor.
Etnik, dinsel, yerel aidiyetler ön plana çıkıyor. Tüketimden ekonomik, kültürel değerlere, yeni unsurlar geliyor. Ulus devletin "yeni bir ev inşa etmek" projesi darbe alıyor. Bu sonuç için en açıklayıcı söz, küreselleşme.
Herkes benzer bir çerçevede mi etkileniyor bundan?
Herkes etkileniyor, ama farklı etkileniyor. Bulunduğuz yere, sosyal sınıfınıza göre etkileniyorsunuz. İşçiyseniz, İstanbul'un çevresinde yaşıyorsanız, başka türlü etkileniyorsunuz, Kayseri'de veya Erzurum'daysanız başka.
Örneğin Trabzon'da zayıflamış bir ekonomi varken; Kayseri'de yükselen ekonomik hayat var. İzmir'in deniz limanları başka etkiler yaratıyor
Zaten ulus devletin yarattığı sonuçlar da her yerde aynı değil. Hedeflediği homojenlik gerçekleşmiş değil. Yalnızca bunun gerçekleştiğine inanmak isteniyor. Sonuçta her gün okullarda, meydanlara, sembolleriyle karşı karşıya kalarak yaşıyorsunuz; yokmuş gibi davranamazsınız. Bir güç ilişkisi bu.
Ama o ulusal kimlik de bir yorumdu zaten. Modern ulus devletin yazdığı metin aynı metin değil. Hem kendimizi ona adapte ettik, hem de o bizim yorumlarımızla şekillendi. Artık baştaki iddialarını taşımıyor. Kapsayıcı, kuşatıcı örtü olma özelliğini koruyamıyor.
Kapitalizmin dönüşmesi mi neden oluyor buna?
Kapitalizmin dönüşmesi önemli faktör. Kapitalizmin hiçbir zaman yalnızca ulusal sınırlarda olduğunu söyleyemeyiz, ama ulusal sınırlar içinde korunan sermaye ve onunla gelişen kapitalist ilişkiler değişti.
Markaların, sanayi kollarının, artık yönetim yeri bir ülkede, fabrikaları başka ülkelerde, tedarikçileri başka ülkede.
Ulus devletin getirdiği yurttaşlık esasına dayalı sosyal garantiler, Keynesçil ekonomiye bağlı olarak ortaya çıkan kapitalist ilişkiler, sosyal refah devletinin koruyucu özelikleri, artık dumura uğratıldı. Kapitalizm artık belli bir yerdeki işçi sınıfını beslemek zorunda değil. Bir yerlerde çalışacak işçi kitleleri her zaman var.
Dolayısıyla artık kendini korunaksız hisseden sosyal sınıflar var. Sınırların muğlaklaşmasının yanı sıra, sosyal adalet sorunu var. Ulus devletin evi içinde hem ideolojik hem de sembolik olarak korunma sağlanırken, artık değerlerde, ekonomik anlamda korunan yok. Bu alabildiğine risklerle dolu bir yaşam sürmek demek.
Peki "milliyetçilik yükseliyor" algısını yaratan göstergeler neler?
Herkes bütün bu risk ve güvensizlik durumuna karşı korunmak için, sahip olduğu en önemli sermayeye yöneldi: Kültürel değerler. Dünyayı anlamak için başvurduğumuz, uzun süreden beri kullandığımız temel referanslar bunlar: Din, Türk olmak, saygı, hayatın yorumlanması, kader, "biz böyleyiz" demek gibi.
Kendimizi korumak için bunlara başvuruyoruz. Bu değerlere başvururken cemaatleşme eğilimine giriyoruz. Cemaatleşmeyi milliyetçilik adı altında okuyoruz. İnsanlar kendilerini ifade ederken başka sözcükleri olmadığı için milliyetçilikten söz ediyor. Herkes milliyetçiliği bildiği için, "insan yerine konmak" için bunu kullanıyor. Çünkü esas ihtiyaç "bana saygı gösterilmesi". Ya da bir metnin içinde bol bol "Türk" sözcüğü geçtiği için buna milliyetçilik deniyor.
Milliyetçi sembollerin kullanımının da rolü yok mu bunda?
Semboller bu karmaşıklığı basitleştirmeye yarıyor. Bir tür garanti, devamlılık duygusu veriyor Kendi devamsızlığımı, devam ettiğini düşündüğüm, gördüğüm değerler vasıtasıyla yaşıyorum. Cami, minare, bayrak, Atatürk resmi, ezan gibi. Ki bunlar zaten çok yakınımızda ve her yerde varlar.
Ama Kayseri'de, Kars'ta, Fenerbahçe stadının etrafında, İzmir'de farklı semboller yürüyor. İzmir'de irticadan korkan kişi de, Erzurum'daki gayet dindar muhafazakar kişi de, bayrak, vatan, millet, diyor.. Ama aralarında ilgi yok. Hatta birbirlerinin dışındalar. Birbirlerinin işaretlerinden hoşlanmıyorlar. Biri diğerinde tedirginlik yaratıyor. İzmir'deki dini işaretlerden, Erzurum'daki din dışı sembollerden korkuyor.
Bu ne anlama geliyor?
Aynı sözcükler kullanılıyor ama, buna rağmen bu sözcükler birleştirmiyor. Farklı yerlerde, sosyal çevrelerde, başka bir bağlama oturuyor. Parçalanmaya denk düşüyor.
Karşımızda milliyetçilik değil, herkesin -yerelle küreselleşmenin karşılaşmasından ortaya çıkan- kendine özgü korkusu ve kendine özgü formüle ettiği kimlikleşmeler var. Bu cemaat halinde gerçekleşiyor. Yalnızca kentler düzeyinde değil din, etnisite, mezhep, yaşam tarzları düzeyinde de böyle.
Örneğin Zekeriyaköy'de hissedilenle Manisa'nın bir bölgesinde hissedilen aynı değil. Zekeriyaköy'dekiler, zaten kendi yaşam tarzını korumak için o duvarların arkasında yaşıyor.
Peki, bu durum ayrımcılığın, şovenliğin yükselme eğilimini barındırmıyor mu?
Bu durumun sonuçlarından biri, şovenliğin yükselmesi. Her düzeyde dışlayıcılık söz konusu. En açık örneklerinden biri şehrin kullanımında. Güvensizliğe düşürecek yeni bir dil, tezahür, sembollerle karşılaşılıyor. Yeni gelene, dışarıdan gelene karşı tepkilerle dolabiliyorsunuz. Her yerde bir tür dengesizlik hali var. Örneğin Ege'de Kürtler yaşadıkları yerlerden alenen uzaklaştırıldılar.
Bu parçalanma hali, kaotik bir duruma işaret ediyor. Şiddet potansiyeli yükseliyor Buna rağmen, bu durumdan mutlaka şiddet çıkması gerekmiyor. Yan yana, üst üste gelen belli koşulların bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyor şiddet.
Örneğin Trakya'da silah gündelik hayatta yer almıyor. Ama Trabzon örneği farklı. Trabzon'da silah "seviliyor". Trabzon'da görüştüğüm kişi, silah için "bu benim hobim" diyor. Bu "sevgi"yle güvensizlik üst üste geliyor. İşsizlik, sosyal adaletin eksikliği, Trabzonspor'un başarıları ya da başarısızlıkları da ekleniyor bu tabloya.
Bu durumda, bir öfke potansiyeli var. Bunun kime yöneldiği de çok önemli. Üstelik her seferinde farklı birine yönelebiliyor.
Peki bu durumu aşmak için ne yapmak gerekiyor?
Net formüller ileri sürmek mümkün değil. "Nasıl yapmalı" diye sormalı; "nasıl konuşmalı, anlamalı, anlaşmalı" diye.
Bu konuda düşünen, çalışan insanlar, içine girilen kimlikleşme, cemaatleşme krizlerinden korunmalılar. Cemaat gibi konuşmamak gerek. Siz öyle olmadığını düşünseniz bile, öyle kibirli konuşabiliyorsunuz ki, kendiniz cemaatleşme süreci yaşıyorsunuz.
Bu durumla, anti-milliyetçilik söylemiyle başa çıkılamaz. "Milliyetçilik kötüdür" demek sorunu çözmüyor. Bizzat bunun sorunsallaştırılması gerek.
Dışarıdakilerin gerçekliğini içine alan bir konuşma tarzına ihtiyacımız var. "Hrantça" bir dile. Hrant Dink, "Ben senin derdini anlıyorum, benim de derdim bu" diyordu.
Çünkü bu söylediklerimizin hepsi, aslında insanların acılarına denk düşüyor. Bir bilinç çarpılması, yarılması bu. Yaralı yaşayan bir toplumun yaralarını onarması için, sadece kendi yaranıza bakamazsınız. Başkasının yarasını da göz önünde tutup, onu da dahil etmek gerek.
Örneğin Türkiye'de herkesin "kendi darbesi" vardır: Bazıları 27 Mayıs'a iyi darbe, diğerlerine kötü darbe der. Oysa bütün darbeler toplumun bir kesimine bir şey yaptı. Bunu görmeden konuşamazsınız.
Yalnızca dille değişecek bir şey değil ama bu.
Kesinlikle. Sosyal adaletin yeniden devreye girmesi gerekiyor. Sosyal adalet duygusunun yıpranmışlığıyla bu değişim olmaz. Burada da siyasetten beklenmesi gereken bir şey var. Bu meseleyi dillerine ve programlarına koyabilecek siyaset yolarının aranması gerek.
Bu konuştuklarımız yalnızca Türkiye için mi geçerli?
Hayır; sadece Türkiye'de değil. Örneğin bugün Fransa'da cumhurbaşkanı adayları Segolene Royal ve Nicolas Sarkozy aynı nedenlerle milliyetçilik yarışı yapıyor. Yabancıların, göçmenlerin, Fransız banliyölerinin yaşadığı şey de bundan çok farklı değil. (TK)