Bence en önemli sorun tek bir kültür içinde, iki ayrı kuşak yetiştiren, iki ayrı eğitim sisteminin yan yana yaşamasıdır.
Dilleri bile uzaklaşıyor
Liselerle, imam-hatip liseleri birbirini iyi tanımayan, birbirine ters bakan, birbirini hor gören, aralarında gerginlikler, hatta düşmanlıklar bulunan iki ayrı kuşak yetiştiriyor. Bunlardan biri, bazı çevrelerce yobaz görüldüklerinden şikâyetçi.
Öteki, dinsiz sayıldıklarından, imam-hatip liselerinin büyük olanakları karşısında üvey evlat muamelesi gördüklerinden yakınıyor. Bunların tarihimize ve kültürümüze bakışları, onları yorumlamaları, kılık kıyafetleri ve dilleri bile birbirinden gittikçe uzaklaşıyor.
Söz konusu ikilik, Türkiye Cumhuriyetini, iki yazılı, iki tip bankalı, iki hukuklu, iki tip nikâhlı, iki tip ekonomili, iki kılıklı, iki takvimli bir topluma çevirme tehlikesini içinde taşımaktadır. Bunun işaretlerini şimdiden görüyoruz. Üstelik her hükümet, kendi ideolojisine göre bunlardan birine destek veriyor, ötekinin yolunu kapatıyor. Çocuklarımıza yazık oluyor. Bu ikilikten memleketimiz çok çekmiştir.
Demokrat bir idarede elbet herkesin aynı kalıp içinde düşünmesi beklenemez; sözünü ettiğimiz ikilik, kurumlaşan iki karşıt düşünce sistemidir.
Askeri ihtiyaçlardan eğitime
Bu iki başlı eğitim Osmanlı'da 18. yüzyılın sonlarında asker okulları ile başladı. Batı'nın yeni silahlar ve yeni bir savaş tekniği ile donattığı orduları, Osmanlı'yı savaş meydanlarında sürekli yeniyordu. Osmanlı İmparatorluğu ordusu da keçeye pala sallamaktan kurtulup, yeni silahlar kullanmalı, yeni savaş bilimlerini öğrenmeliydi. Bu okullar yeni bir ordu yetiştirmek nedeniyle açıldı. 1769-74 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı donanması yakıldı, İstanbul savunmasız kaldı.
Bu yüzden 1776'da Mühendishane-yi Bahri-yi Hümayun (Deniz Mühendislik Okulu) kuruldu. Bunu, 1794'te kurulan Mühendishane-yi Berri-yi Humayun (Kara Mühendislik Okulu) ve 1834'te kurulan Mekteb-i Ulum-ı Harbiye, (Savaş Bilimleri Okulu), yani Harbiye takip etti. Mızıka-i Humayun'un kurulması bile askerin yürümesini kolaylaştırmak nedenine bağlanmıştı.
Hendese, topografya, gramer
Asker okullarının programlarında hendese, cebir, haritacılık, topografya gibi, Osmanlı İmparatorluğu eğitim sisteminde bulunmayan dersler yer aldı. Bu okullarda okutulan ders kitaplarının çoğu, Batı dillerinden çevirilerdi. Sıbyan okullarında ve medreselerde ciddi bir Türkçe öğretimi yer almadığı için, bu okullar bir Türkçe sorunu ile karşılaştı. Eski okullardan gelen öğrenciler Türkçe okuyup yazmayı doğru dürüst bilmiyordu. Türkçe'nin ilk gramer kitapları bu okulların öğretmenleri tarafından yazıldı.
Gâvur icadı karatahta
Memleketteki tek basımevi olan İbrahim Müteferrika basımevi, sadece din kitapları bastığından, bu asker okulları ders kitaplarını basmak için kendi basımevlerini kurmak zorunda kaldılar. Asker okullarında dürbün, harita, karatahta üstüne yazı yazmak, resim yapmak gibi gâvur alet ve yöntemleri kullanıldı.
Burada şunu hatırlamakta fayda vardır: Mustafa Kemal'in ilk eğitimini aldığı Selanikteki Şemsi Efendi Okulu, karatahta kullandığı, öğrenciler tahta sıralarda oturduğu için gericilerce basılmış, karatahtalar kırılmış, sıralar parçalanmış ve Şemsi Efendi kaçarak canını zor kurtarmıştı.
Bu asker okullarının yeni eğitim sistemine, 1827 yılında Tıbhane-i Amire (Tıp Okulu) katıldı. Kısa bir zaman sonra bu tıp okulunda dersler Fransızca verilmeye ve öğrenciler insan kadavraları üzerinde inceleme yapmaya başladı.
Gerginlik büyürken
Bu okullardaki yenilikler tutucu çevrelerce kabul edilir cinsten değildi.
Yeni okullar hareketine, 1839'dan itibaren orta dereceli eğitim veren Rüştiyeler, 1860 yılından sonra da kız ortaokulları, kız ve erkek öğretmen okulları, darülfünun, usul-i cedid üzere (yeni usul) eğitim veren bazı ilkokullar ve başka okullar da katıldı.
Medreseler ve Sıbyan okulları yenilik hareketinden uzak kaldılar. Sıbyan okulları sadece din dersleri, medreseler de "akli ve nakli" İslam bilimlerini okutmakta devam ettikleri için eğitimin iki başı arasındaki gerginlik büyüdü.
Osmanlı İmparatorluğu yönetimi, yeni açılan bu sivil okulları, medreseleri ve Sıbyan okullarını kontrol eden Şeriat makamlarına bırakmak istemedi. Bunun için de yeni okullar, 1856 yılında Maarif Nezareti'nin kurulmasına varan çeşitli geçici encümenlerle idare edildi.
1908 ve 31 Mart Olayı
Böylece Osmanlı'da İkinci Meşrutiyet'e kadar iki ayrı eğitim idaresi ve onlara bağlı iki ayrı eğitim sistemi sürüp geldi.
1908 yılında İkinci Meşrutiyet ilan edilince, imparatorlukta iki başlı bir eğitim sistemi iyice yerleşmişti. Medreseli-yeni okullu, alaylı-mektepli, zındık ve Müslüman terslikleriyle anılan iki değişik kuşak imparatorlukta gerginliklere, çatışmalara ve darbelere sebep oldu. 31 Mart Olayı'nda okullu ve alaylı subayların kanlı vuruşmaları bunlardan sadece biridir.
Daha Tanzimat döneminde böylesi parçalı bir eğitim sisteminin yanlışlığı görülmedi değil. Ortadaki tehlikeli ikiliği önlemek için, 1847 de "Bütün maarif ve irfan alanını bir bütün içinde birleştirecek" Encümen-i Daniş kuruldu.
Encümene hem medreseden, hem medrese dışından değerli insanlardan başka, meşhur Osmanlı tarihçisi Joseph von Hammer ve lügatlerini bugün bile kullandığımız James Redhouse gibi yabancılar da üye kaydedildi. Ama, bu encümen birkaç değerli kitabın yayımlanmasından başka başarı gösteremedi.
Evkafın gücü ve Ziya Gökalp
İkinci Meşrutiyet dönemi 1916 ya kadar bu iki başlılığa bir çare bulamadı.
Bu iki başlılığın eski kanadı, yani Şeriat'ın ve Evkaf Bakanlığı'nın kontrol ettiği kanat güçlendi bile. Şeyhülislam hükümete üye olarak katıldı ve adalet bakanlığını da kontrol etmeye başladı. Medrese ve sıbyan okulları Evkaf'ın desteği ile yeniliklere direndi. Bu ikiliği büyük ölçüde Ziya Gökalp'ın görüşleri ortadan kaldırdı. Gökalp bu konuda diyor ki:
"Memleketimizde iki bakanlık var ki, birbiri ile iş birliği yapmadan eğitimle uğraşıyorlar. Evkaf ve Eğitim Bakanlıkları. Oysa idarede ve eğitimde birlik ilkesi Evkaf Bakanlığı'nın kendine has okulları olmasına engeldir. Evkaf idaresindeki okulları denetlemeye imkân yoktur. Çünkü devlet örgütü Eğitim Bakanlığı'na bu salahiyeti vermemiştir." (İlhan Başgöz, 80)
1916 reformları
İttihat ve Terakki hükümeti, Ziya Gökalp tarafından hazırlanan bir layihayı temel alarak 1916 yılında bu doğrultuda bir seri reform gerçekleştirdi. Şeyhülislam kabineden çıkarıldı. Şeriat Mahkemeleri Şeyhülislamlık'tan alınarak Adalet Bakanlığı'na bağlandı, Evkaf İdaresi ve bütün medreseler Meşihat'tan alınarak Maarif Bakanlığı'nın idaresinde birleştirildi... (Berkes, Niyazi. Türkiye'de Çağdaşlaşma. Haz. Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi Yayınları. 3. baskı. 2002, 459)
Bu reform kanunları daha sonra Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen Tevhid-i Tedrisat (egitimin tek bakanlık idaresinde birleştirilmesi) ve medreselerin kaldırılması gibi köklü reformları büyük ölçüde kolaylaştırdı.
1924 yılında eğitim kurumları Maarif Vekâleti idaresinde birleştirilip medreseler kapatılınca, çok defa sanıldığı gibi, din eğitimi verecek okullar ortadan kalkmadı. Yüksek diyanet uzmanları yetiştirmek üzere İstanbul Üniversitesi'nde bir İlahiyat Fakültesi açıldı.
İlk imam-hatipler
Açıldığı yıl 224 öğrencisi olan bu fakültenin 1934 yılında 20 öğrencisi kalmıştı. Aynı kanunla memleketin çeşitli bölgelerinde, imam ve hatip yetiştirmek üzere 26 imam-hatip okulu kuruldu. Ama, Cumhuriyetin laiklik politikası bu din okullarının gelişmesine meydan bırakmadı.
1934 üniversite reformu ile İlahiyat Fakültesi, İslam Enstitüsü'ne dönüştü. Laiklik ilkesinin Anayasaya girmesi üzerine imam-hatip okullarına devlet desteği kesildi. Bu okullar 1930-31 ders yılında kapandı. Milli Eğitim Bakanlığı, Anayasaya giren laiklik ilkesine ters düştüğü gerekçesi ile okullardan din derslerini de kaldırdı.
Din dersleri
Şurası dikkate değer ki, köy ilkokullarında 1938 yılında bile haftada bir saat din dersi okutuluyordu. Söz konusu derslerde, Tanrı'nın birliği, tarihi gerçeklere dayanılarak Peygamber'in hayatı öğretiliyordu.
Müslümanlık, kimsenin dinine ve inancına karışmamak, çok çalışmak, hayırlı insan olmak, insanlarla iyi geçinmek, sahtekârlık yapmamak, kadercilikten ve bağnazlıktan uzak kalmak gibi çağdaş ahlak ilkeleri olarak anlaşılıyordu. (Başgöz, İlhan. Türkiye'nin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk, Kültür Bakanlığı Yayınları. İkinci baskı 2001, 83)
Böylece Türkiye Cumhuriyeti, tarihimizde büyük gerginliklere ve çatışmalara neden olan iki başlı eğitime son vermişti.
1945'ten sonrası
1945'ten, yani çok partili döneme girildikten sonra, evvela Cumhuriyet Halk Partisi'nin girişimi, sonra 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti'nin politikası ile, iki başlı eğitim yeniden Türkiye'nin gündemine girdi. Ancak biz bu yakın tarihin hikâyesine dokunmayacağız.
Önemli olan iki başlı eğitimin bugün kurumlaşmış olmasıdır. Demokratlaşmanın birçok alanda önünü açan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti, bu tehlikeli iki başlılığı ortadan kaldırmalıdır. Bunun nasıl sağlanacağına ilişkin görüşler hükümet kanadında da var görünüyor.
Bu kadar fazla imama ve hatibe, hele kadın imam ve hatiplere ihtiyaç bulunmadığına göre de, söz konusu okullar, öteki liselerle birleştirilip, liselere ilahiyat okumak isteyeler için özel programlar konabilir. Yahut, son sınıflarda fen-edebiyat olarak ikiye ayrılan şubelere bir de ilahiyat şubesi eklenir. İlahiyat fakültesine gitmek isteyen öğrenciler de bu şubelere gider.
Böylece birbirinden uzak duran iki kuşak aynı okulun çatısı altında, birbirlerini tanıyarak, birbirlerinden etkilenerek eğitimlerine devam ederler. Böyle olunca imam-hatip okullarının büyük kaynakları, üvey evlat düzeyinde kalan öbür liselere de ciddi katkılarda bulunur.
Şunu hep aklımızda tutalım: Asker okulları geçmişte bu eğitim sisteminin bir tarafı idi, bugün de bir tarafıdır ve görünen odur ki, yarın da böyle kalacaktır.
* Prof. Dr. İlhan Başgöz: Indiana Üniversitesi Profesör Emeritüs ile Van 100. Yıl Üniversitesi öğretim üyesi