İnsan böyle zamanlarda davranışlarını rasyonelleştirmekte güçlük çeker. Bu duygunun bütün insanlığın yaşantısına ve estetik üretimine evrensel bir öz imiş gibi sızmayı becereni ve damgasını vurmuş olanı kuşkusuz aşktır.
Aşk üstüne yazılan yazılar toplansa ne büyük bir kütüphane olur kim bilir? Edebi metinlere, şarkılara, hatta resimlere konu olan aşkın ortak paydası haz ve elemin çelişik birlikteliği olarak belirir.
Bugünün popüler kültüründe de, hem "aşık oldum" diyen insan açısından hem de o insana toplumun biçtiği rol açısından aşkın etkinliği, hazza ya da eleme yönelir.
Sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada en çok dinlenen şarkılar "aşk acısı anlatan", "sevgiliden şikayet eden", "sevgiliyi özleyen" ya da "onu çağıran" vd. temalar içerirler.
Siz yine de, orta sınıf muhafazakarlığının aşk ritüellerine kendinizi kaptıracaksınız muhtemel. Belli mi olur, belki de aşk hakkında düşüneceksiniz; aslında aşkın da bir tarihi var. Aşkın bilgisi ve bu bilginin insan etkinliği üzerindeki etkisi, sandığımızdan çok daha tarihsel.
"Personals"
Tarihten önce bugüne bakalım. Aşk artık bir anı haline dönüşmüş görünmektedir, geçerli olan ise, uygun 'partner'i (eşi) bulmaktır.
Time Out dahil, örneğin New York'da çıkan paralı parasız bütün 'ne var ne yok' gazete ve dergilerinin (Willage Woice, NY Residence vd.) vazgeçilmez sayfalarından biridir: "personals" (şahsiyetler).
Bu sayfalar, erkek arayan kadın, kadın arayan erkek, erkek arayan erkek, kadın arayan erkek ilanları yayınlar.
Bizdeki "kolay arkadaş", "mynet arkadaşım", "siberalem", "sekspartner" İnternet siteleri gibi. Gerçi bizde de bazı gazeteler uzun yıllardır "evlilik köşesi" falan yapar ama, sözünü ettiğimiz orta sınıfın kendini arama halinin dışa vurumu olarak daha güncel bir eğilimdir.
Spekülasyon olsun, bu eğilim öyle bir şey ki, Radikal İki ya da Cumhuriyet Dergi'nin -niye şaşırdınız?- benzer sayfalar yapmasını ima eder.
Tarihselleştirilemeyecek bir olgu olmadığına göre, bu eğilim de tarihselleştirilebilir: Aşkın 'hastalık' telakki edildiği bir çağda, orta sınıf; insanı özerkliğini yitirdikçe, özekliğini bu yolla muhafaza etmeye çalışmaktadır.
Bu ilanları verenler, ne alt sınıflardır ne de 'zenginler'. Bize tercüme edildiğinde, bankacı, borsacı, akademisyen vs. taifesidir, fotoğraflardaki yüzlerin sahipleri. Basitçe, 'aramaktadırlar'; markette arandıkları gibi.
Frankfurt Okulu yazarları, burjuva aydınlanmasının bu eğilimini dışa vurduklarında yaptıkları estetik eleştirinin gelişmiş bir biçimi sayılmıştı. Halbuki, Adorno "yüksek sanat"a sığınmayı seçtiğinde bile, gerçekte, sahiciliğin yitimine ağıt yakıyordu.
Aşk söz konusu olduğunda Goethe'nin modelinin de arzunun olanaklı tek gerçekleşme hali olduğu söylenebilir mi? Söylense de çok tartışılır. Yine de, 'Ah Lotte' çığlığıyla intihar eden Werther, karşı karşıya olduğumuz orta sınıf muhafazakarlığı karşısında, oldukça masum görünür ama teslim edeceğimiz üzere hiç de masum değildir.
Ama ondan önce biz rotayı insanlık tarihine kıralım.
İlkel topluluklar
Biyolojik açıklamalar, daha açık söylersek insandaki evrensel üreme güdüsünün evrensel aşk özünün nedeni ya da kaynağı olduğu varsayımı, ilkel topluluklar üzerinde yapılan araştırmalarla tümüyle çökertilmiş bulunuyor.
İlkel topluluklarda kadın ve erkek arasındaki toplumsal ilişkinin kurulma biçimi ile üreme arasında belirleyenin üreme olduğu bir nedensellik ilişkisi gözlenmiyor.
Başka bir deyişle; maddi bir gereksinim, yeniden üretim süreci olarak üremenin biçimi, toplumsal ilişkiler tarafından belirleniyor. Örneğin toplumsal ilişkilerin üremeyi zaruri bir ihtiyaç olarak ahlaken küçümsediği kabilelerde, eşcinsellik görülüyor ve üreme için gerekli olan karşı cinsle birleşme diken üzerinde gerçekleştiriliyor.
Keza, evlilik biçimlerindeki farklılık da üreme güdüsünün kendisinin "aşk" için maddi bir temel olamayacağını gösteriyor. Kimi kabilelerde, anaerkil çokeşlilik, kimilerinde babaerkil çokeşlilik, kimlerinde dönüşümlü birlikte üreme biçimleri (evlilikler) vd. gözlenebiliyor.
Örneğin bir kabile, toplumsal düzeni gereği, yaşlı kadınları genç erkeklerle, genç erkekleri yaşlı kadınlarla eşleştiriyor.
Kabilelerin hepsinde gözlenen şey, kabileye ve onun olanaklı kıldığı toplumsal yaşama eşten çok daha fazla değer verildiği. Demek ki, antropolog ve etnologlar daha iyi bilir (1) ama ben bile bu kadarı ile biyolojik açıklamaları eleyebilirim.
Antik-köleci çağ
Bir kitap "Tarih Sümer'de Başlar" diyor ama, ben mitolojik düşünme ile felsefi düşünüşün ayrıştığı yerden, antikiteden, Antik Yunan'dan devam etmemizin daha analitik olacağı kanaatindeyim.
Eski Yunan kent devletlerinde insan tarihindeki önemli özerklik biçimlerinden birini keşfediyor: yurttaşlık.
Fakat bu özerklik hala modern anlamda aşkı olanaklı kılacak bir özerklik değil. Toplumu -ki bu kent devleti yani polis demek- kuran temel birim olan yurttaş, aile babası bir erkek. Kadınlar yurttaş olamıyor. Aile babası erkeklerin eşlerini seçerken kullandıkları kriterler arasında ise aşk bulunmuyor.
Denilecektir ki, Homeros'un hikayeleri... Hepsi bugün modern psikolojinin bir prototipidir. Toplumsal, antikitede öznelliğin tek biçimi olduğundan, ki Hannah Arendt'i özgürlüğü antik Yunan'da aramaya götüren de öznenin toplumsal içinde -kamuda- kurulması idi, Homeros hikayelerinde aşk özerkliğin yitirildiği tanrısal bir edim, bugünün diliyle hastalık olmaktan öteye hiç gitmemiştir.
Eski Yunan'da tanrılara değil de insana ait bir deneyim olarak aşk ise, sadece dosta duyulan bir bağlılık. Platon'un Lysis diyalogunda konu edilen sevgi, bir erkeğin diğerine duyduğu hayranlık ve bağlılıktır.
Zaten Platon, sevginin kaynağını araştırdığı bu diyalogda bir sonuca varamaz ya da varmak istemez. Dostluk, aşk, sevgi, birbirinin içinde erimiştir. Yine de yüzyıllar ötesinden parlayan bir sonuç vardır: arzu...
Tek tanrılı çağ ve Doğu
Tek tanrılı çağda egemen olan feodal düzende, her şey gibi aşkın kaynağı da tanrıdır. Sanırım bu bahsi bu topraklar iyi bilir; haz ve elem tanrıya yönelir, Yunus Emre'de olduğu gibi, bütün tasavvufta görüldüğü gibi. Yine de Baki ve Fuzuli'nin dizelerindeki güzelin bir kadın olmadığını hatırlatmakta fayda var.
Bu konuda sorunu karmaşıklaştıran kaynak uzak doğudur. Doğunun düşünme biçiminin, gerçek ile düşün iç içe geçtiği hakikat varsayımlarının popülerleştirdiği hikayeler.
Bu hikayelerde modern aşkın temalarına uygun izlekler var. Yine de bunun Tanrıya duyulan aşkın bağlılığın özgül bir tecellisi olarak aklileştirildiğini gözlemleyebiliriz.
Mesela, Ferieddin-i Attar, Mantık Al-Tayr'da, öyle hikayeler anlatır ki, -gerçi bir Sezen Aksu şarkısı onları bir cümlede özetledi:"aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk" - hikayelerin sonundaki biat olmasa, modern bir insan tekinin aşk kaynaklı etkinliği sanırsınız. Ama Tanrıya biat, her şeyin başlangıcı ve sonu inanışa göre O olduğu için kaçınılmazdır.
Goethe
Modern aşk, kapitalizmle birlikte tarih sahnesine çıktı. Aydınlanmanın özerk kıldığı insan tekleri, Goethe'den -Genç Werther'in Acıları- aşk için de ölünebileceğini öğrendiler.
Bu feodal eş seçmeden çok farklı bir şeydi: Genç Werther'in Acıları'nın yarattığı büyük etki (ki, burada bu eseri sembol olarak seçtim, insanlığın estetik üretimi, özellikle de yazın bu temaya bir bütün olarak yöneldiğinden bu etkiden söz edebiliyoruz), burjuvaların eş seçme davranışında da feodal kastları yakıp yıkmasını olanaklı kılıyordu.
Bütün bir kapitalizm çağı, biraz batılı, biraz doğulu ama esasta değişmeyen şekilde Goethe'nin tarif ettiği gibi özerk insan teklerinin kurduğu aşk hikayeleri yaratmıştır.
Aşkın ölümü
Goethe'nin dehasını mümkün kılan şey, Kant'ın tarifiyle, Aydınlanmanın insanı erginleştirmesi, insan tekinin özerkleşmesiydi. Özerkleşme, eş seçme özgürlüğünü de getiriyordu.
Tabii, kadınlar ve işçiler bu özerkleşmenin içinde yoktular. Sonradan kendileri tarih sahnesine çıktılar. Ama egemen olan, kapitalizm olduğundan, kadınların ve işçilerin hareketi de kültürel olarak egemen olanın etkilerine açık oldu.
Bugün kapitalizm iyice çürüdü ve tarihsel olarak yarattığı özerkleşmeyi modern boyundurukluk ilişkileriyle birlikte yok etti. İşte bu kadar basit bir nedenle aşk da öldü. Elbette, kapitalizmin gereksindiği "hane"yi kuracak etkinlik biçimleri milyarlarca insan arasında devam ediyor, o ayrı...
Başa dönersek: Arzu...
Kısaca yapmaya çalıştığımız şey aşkı tarihsel bir bağlama oturtmak. Ancak, bu sorunu çözmeye yetmez. Modern aşk, haz ve elemin çelişik birliği olarak öyle yaşandı ki, gerçekte, tarihselleştirilmesi daha zor olan ve Platon'un daha antik çağda keşfettiği bir duygunun önüne geçti: arzu....
Filozoflar, aşk üzerine arzu üzerine düşündüklerinden daha az kafa yordular. Bu şu demek: arzu, felsefi derinliği olan bir kavram. Bu derinlik, basitçe insan etkinliği ile arzu arasında kurulan nedensellik ilişkisinden doğuyor.
Antik Yunan'da Platon ve Aristo başta olmak üzere, arzu, hakikat kadar olmasa da filozofların önemli bir gündemiydi.
Modern düşüncede, Aydınlanma karşıtları yani Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger çizgisinden post-yapısalcılık ve postmodernizme varan eksen, arzu hakkında çok şey söyledi.
Antik düşüncede, Elea Okulu tarafından, acıdan kaçınmak kadar, hazdan da uzak durmak bir yaşam tarzı olarak önerilmekle yetinilmişti.
Aydınlanma karşıtı düşünce ise, ahlaki bir öneride bulunmakla başladı (Schopenhauer), sonra dilsel olanı gerçeklik imiş gibi estetize etmekten (Nietzsche), hakikatin dil oyunlarından ibaret olduğu yani olmadığı sonucuna kadar (postmodernizm) vardı.
Bu eksende arzu, neden kaynaklandığı hakkında susulmakla birlikte, insan tekinin etkinliklerinin derinliklerinde olan şey olarak betimlendi. Yapısalcı psikolojinin buna katkısı çoktur.
Lacan üzerine konuşacak kadar uzman değilim, sanırım hiçbir zaman da olmayacağım ama Lacan basitçe şunu yaptı: insan davranışı ile bilinçaltı arasındaki Freudien ilişkiyi, bilinçaltı ile süperego arasındaki yapısal bir nedensellik ilişkisi olarak yeniden kurdu.
Bu basitçe post-yapısalcıların insan davranışının yapısökümünü yapmalarını kolaylaştırmıştır. Bunun sonucunda, köledeki 'kölelik arzusu'nu keşfetmek, hakikaten kaçınılmazdır ve tersten köleyi köle kılan da bu arzudur zaten!
Neyse, onlar hiçbir zaman bu kadar açık konuşmazlar ve ben de hiçbir zaman onlar kadar anlaşılmaz konuşamam. Bu yazının konusu onlar da değil ama aşk yerine arzudan söz etmenin daha anlamlı olacağını önereceğim için, arzu kavramındaki kirliliğe dikkat çekmek gerekti.
Aslında sadece arzuluyoruz
Sözün özü şu: aslında arzuluyoruz sadece. Arzunun maddi kökeninde de toplumsal ilişkiler var; tarihsel olarak kurulmuş ve insanı oluşturan toplumsal ilişkiler. Söz konusu olan bir kadın ya da bir erkek olduğunda bu arzunun aklileştirilmesi ve estetik yaşantıya dökülmesi aşk oluyor işte.
Arzu, 'maalesef' gerçek ve maddi bir şey. Bundan kastımız arzuyu ortaya çıkaran sürecin maddiliği. Grudrisse'da, Karl Marx, bütün bir insanlık tarihinin doğanın insan tarafından temellük edilmesinin tarihi olduğunu yazıyor olmalı.
Doğanın temellükünün tarihsel biçimleri, bir feodalin şato arzusunu koşullandığı gibi sermayedarın kâr arzusunu da, generalin zafer arzusunu da koşullar; inanılmaz gibi ama, sıradan insan Ahmet'in Fatma'ya duyduğu arzunun da benzer bir tarih-toplumsal belirleme içerdiği açıktır.
Goethe, modern aşkı insanlara vaaz ederken çağının yarattığı değerlerin farkında mıydı bilemeyiz. Ama kapitalizmin geldiği bugünkü aşamada Goethe'nin yazdığı aşkın hastalık olarak nitelendiğini biliyoruz.
Bu konuda yapılması gereken ilk tespitin, "aşkın ölümünün kapitalizmin insanı çürütmesinin bir göstergesi olduğu"ndan çok emin değilim. Evet, aşk, bunun için öldü; ama kötü mü oldu?
Mesiyanizm
Jean Jacques Rousseau'da da vardır. Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev'de Rousseau, gerçekte geçmişe özlemle bakar ve yeni yeni palazlanan kapitalizmi, onun ahlakını kıyasıya eleştirir.
Kapitalizme yönelik eleştiri, geçmişe özlem duymakla başlamış ve daha sonra da "geçmişin tatlı anıları" üzerine kurulan devrimcilik ve geçmişi geleceğe doğru diriltecek bir Mesih arayışı modern devrimci hareketler içinde de yer bulmuştur.
Biliniyor, Walter Benjamin, Tarih Üzerine Tezler'de (2), özellikle IV ve V'de bu sorunu açıkça dile getirir.
Şöyle yazar: "Tıpkı çiçeklerin başlarını güneşe çevirmeleri gibi, geçmiş de, gizli bir güneşe yönelimin etkisiyle, tarihin göklerinde bugün yükselmekte olan güneşe dönmek çabasındadır. Tarihsel maddeci, değişimlerin bu en göze çarpmayanını anlamak zorundadır."
Burada, mesiyanizmin bu devrimci yorumunun doğruluğu üzerinde durmayacağım, sadece Goethe'nin hafızalarımıza kazıdığı aşkın, tarihsel maddeci için, onu alt etmek üzere olan konformizmin etkisinden kurtarmak üzere çaba göstermesi gereken bir gelenek olmadığını söylemekle yetineceğim.
Bu aşkın nihai ufku, özgür evlilik sözleşmesidir, işçilerin özgür iş sözleşmeleri gibi. İşçiler nasıl özgür iş sözleşmesi ile ücretli köleler haline dönüşürlerse, bu aşkın havarileri de, özgür aşk sözleşmesinin köleleri haline dönüşürler.
Genç Werther sadece bir kurban değil, üzerimize çöken bir kabustur. Çürüyen kapitalizmin bizi bu kabustan kurtarması, o kadarda hayıflanacağımız bir gelişme olmasa gerektir. Geleceğe bakmak ve öleni, tabutunda rahat bırakmak, en iyisidir. Üstelik bize küçümsenemeyecek bir estetik miras bırakmıştır bu ölü...
Erotomani: 'Sen Hastasın Arkadaş'
Kıta Avrupası ile Anglo-Sakson geleneği arasındaki fark, Lacan yorumunda da kendisini gösterdi.
İlkinin kuramsal soyutlama eğilimi, Lacan'ı klinik psikiyatrist olarak düşünmeyi reddetti. İkincisinin faydacı eğilimi, Lacan'ı klinik vakalardaki pratik yararlılığı ile okudu ve geliştirdi.3
Hekimlik, pozitif bir bilimdir. Klinik psikiyatristler, artık erotomaniden (aşk hastalığı) söz ediyorlar. Bunun çok çeşitli biçimleri var: karşılıksız (imkansız) aşk sendromu, aşırı bağlanma vs. vs.
Goethe kahramanının bir hasta olduğunu elbette bilmiyordu; ama biz artık pozitif hekimlik bilimi sayesinde, insanın arzuları ile potansiyelleri arasındaki mesafenin (bunu da ilk Platon gözlemişti) insan tekinin görece özerkliğini yitirmeden bir çözüme kavuşturulamayacağını biliyoruz: potansiyeliniz arzularınızı dizginlemiyorsa, kaçınılmaz, 'aşık oldum' demeyecek, efendi efendi bir psikiyatra gideceksiniz. Hastasınız.
Hasta Olmamak İçin
Hasta olmamak için ise, ya "personals" ilanlarından bir partner bulacak ve 14 Şubat türü orta sınıf ritüellerine katılacaksınız ya da basitçe aşkın ölümünü kabul edecek gerçek olana yani arzularınıza potansiyelleriniz içinde yer açacaksınız.
Bana sorarsanız, özerkliğiniz için, kapitalizmi yıkmaya çalışın derim. Ancak o zaman, arzularınız ile potansiyelleriniz arasındaki delirtici aşk mesafesi kapanabilir. Arzu'nun çoğu kez yıkıcı olan etkilerini, pratikte üretken bir toplumsal ilişki haline dönüştürmenizin yolu açılır.
Bir insanla sevişmek güzeldir, ona Genç Werther gibi aşık olmak ise, köleliktir. Yaşamak dediğimiz de bu kadar sıradan ve sahicidir. Tabii ki, ölmek de... (SE/BA)
1. Birkaçı ensest yasağını unuttunuz diye karşı da çıkabilir gerçi, onlara Strauss'un yapısalcı yönteminin zaafları üzerine ayrı bir makale ile yanıt mı vermeli diye düşünenler olabilir, ben dipnotta "evet, haklısınız" demekle yetinsem, olmaz mı?
2. Türkçe çeviride "Tarih Kavramı Üzerine" adıyla yayınlandı. Bkz. Pasajlar içinde, ss.33-45. Tez IV ve V, s.34-35'tedir. (Yapı Kredi Yayınları, Çev. Ahmet Cemal, 1995, II.Baskı.)
3. S. Jijek, İdeolojinin Yüce Nesnesi'nin Giriş'inde bu duruma değinir. Bir temel farkla: Jijek'e göre, Amerikalılar kuram, Fransızlar pratik yapmışlardır.