Yapay Zekânın Politik İnşası serimizin bu bölümünde, çalışma ekonomisti Dr. Arif Koşar ile son kitabı Yapay Zekâ ve İşin Geleceği’nde ele aldığı tezlerden hareketle yapay zekânın emeğe ve toplumsal ilişkilere etkilerini ele alıyoruz. Koşar, teknoloji fetişizminin perdesini aralıyor: Yapay zekânın işbölümünü nasıl yeniden dağıttığını, mesleki özerkliği nasıl aşındırdığını, algoritmik yönetimin işyerlerinde Taylorizmi nasıl derinleştirdiğini anlatıyor. Mikro platformların güvencesizliği yaygınlaştırmasından çalışma sürelerinin neden kısalmadığına; emperyal merkez-çevre eşitsizliğinin dijital tekelcilikle nasıl büyüdüğünden “yapay zekânın sosyalist inşası” tartışmasına uzanan bu söyleşi, yalın bir gerçeği hatırlatıyor: teknoloji toplumsal ilişkilerin dışında değil, tam ortasında şekilleniyor ve hangi toplumu inşa etmek istediğimiz, hangi teknolojiyi kuracağımızı belirliyor.

Yapay Zekânın Politik İnşası
“Teknoloji ancak insanın üretimiyle var olabilir”
Hızla yaygınlaşan ve popülerleşen yeni teknolojik araçlar ve yapay zekâya ilişkin genel bir iyimserlik, hatta coşku söz konusu. Sen kitabında, yeni teknolojilerden ağırlıklı olarak sermayenin yararlandığını ve bu teknolojileri emekçilere karşı kullandığını vurguluyorsun. Peki, bu iyimserliğe ilişkin ne dersin?
Bu iyimserlik konuya biraz gündelik ya da yüzeysel bakışla ilgili. Uçaktan yeryüzünü izlerken büyük binaları, denizleri, nehirleri, ağaçlık alanları, geniş yolları görürüz. Ancak binaların içlerini, denizdeki balıkları, ağaçlardaki hayvanları, tek tek insanları ve onların birbirleriyle diyaloglarını göremeyiz, algılayamayız. Yapay zekâya çağdaş bakış, biraz, uçaktan yeryüzünü izlemeye benziyor. Algoritmaları, teknik altyapıyı, büyük veriyi, büyük dil modellerini görüyoruz. Biraz daha detay istersek; üretken yapay zekâ uygulamalarının -tüm sorunlarına rağmen- ürettiği iyi metinleri, iyi çevirileri, iyi tasarlanmış görselleri, projeleri, kodları görüyoruz. Ancak bağlantıları, ilişkileri, çelişki ve mücadeleleri, yani toplumsal boyutu pek görmüyoruz. Mesela iPhone’a baktığımızda onun üretiminde çalışan işçilerin emek sürecini, ücret gaspını, yaşadığı kaygıyı, depresyonunu, baskıyı, askeri disiplini ya da köle çocuk işçileri göremiyoruz. Oysa teknoloji ancak insanın eylemiyle, üretimiyle var olabilir. Doğada bir ağaç ya da ot gibi kendiliğinden bitmez. Onu biz üretiriz. Toplum teknolojiyi yaratır, üretir, ihtiyaçları temelinde kullanır ve toplum, nasıl bir toplumsa kendi zaaf ve sorunlarını da teknolojiye yansıtır. Savaş teknolojilerinde olduğu gibi. Atomun çekirdeğindeki büyük enerji vardır, ama bunu atom bombasına dönüştüren savaş isteyen toplumsal gruplardır. Bu nedenle yapay zekâyı ve toplum üzerindeki etkilerini inceleyen her ciddi analiz, onun nasıl bir bütünsel/toplumsal bağlamda üretildiğini, işlev kazandığını ve kullanıldığını göz önünde bulundurmak zorundadır.
Teknolojinin tarafsız, nötr bir “bilgi” ya da “ürün” olduğunu varsayan teknoloji fetişizmi, ki çağdaş egemen ideolojinin temel bir boyutudur, bu safça iyimserliğin temel nedeni. Oysa, diğer alanların yanı sıra emek alanına baktığımızda, mevcut güç ilişkilerindeki çarpık durum nedeniyle gerçek sonuçlar pek de iyimser değil. Bunu, Daron Acemoğlu gibi ana akım kapsamında değerlendirebileceğimiz pek çok ekonomist de son yıllarda kabul etmek zorunda kaldı.
“Dönüşüm, sınıf ve güç ilişkileri içerisinde şekilleniyor”
Peki, bu teknolojiler emek süreçlerinde gerçekten bir dönüşüm yarattı mı? Yoksa daha çok var olan eğilimleri yoğunlaştıran bir rol mü oynuyorlar?
İkisi de doğru. Yapay zekâ başta olmak üzere yeni teknolojiler emekçinin işi nasıl yaptığını, görevlerin canlı emek ve makineler arasındaki dağılımını, görev bileşimini birçok meslekte, kiminde hızla kiminde tedricen değiştiriyor. Mesela grafikerler artık yapay zekâ araçlarıyla tasarımlarını çok daha hızlı üretiyor. Belirli bir tasarımı yapay zekâ aracıyla sayfaya yayabiliyor, farklı versiyonlarını elde edebiliyor, bir öğeyi ekleyip çıkartabiliyor, bütün bunlar grafiker ile yapay zekâ arasında işin yeniden dağıtımı anlamına geliyor. Bazı işler çok daha kolay yapılıyor, grafikerin vasıf geliştirmesi gereken yeni meydan okumalar ortaya çıkıyor. Bu sürecin birçok meslek için az ya da çok geçerli olduğunu söylemek mümkün. Çünkü, yapay zekâ giderek tıpkı elektrik ve internet giderek çalışma hayatının altyapısı haline geliyor. Sürecin dışında kalan kimi iş alanları varsa bile, geneli açısından kritik bir dönüşümden geçtiğimiz söylenebilir. Dönüşümün hızı ülkeden ülkeye, sektörden sektöre değişiyor, ki bazılarında oldukça yavaş. Örneğin bir fabrikadaki yenilenme tedricen gerçekleşiyor, hatta ucuz işgücünün daha kârlı olduğu alanlarda gerçekleşmiyor.
Bununla birlikte bütün bu dönüşüm, yani yeni teknolojilerin etkisi somut bir bağlamda, yani mevcut sınıf ve güç ilişkileri içerisinde şekilleniyor. Bu nedenle halihazırda var olan çelişkilerce, belirli güç ilişkileriyle şekillenmiş mekânda koşullanıyor, çoğu zaman mevcut olumsuz eğilimleri yoğunlaştıran bir rol oynuyor. Çünkü yapay zekâ uygulamalarının iktisadi faaliyette temel kullanım amacı işi kolaylaştırmak, çalışma süresini düşürmek, emekçinin refahını artırmak değil. Temel amaç, bilindiği üzere, verimliliği yükseltmek, daha fazla veriye ulaşıp tekelci konum sağlamak ve böylece kârı arttırmak. Bu nedenle, işçilerin yararına birtakım (yan) sonuçlardan bahsedebilse bile genel yönelim işi yoğunlaştırmak, işsiz bırakmak, sömürüyü ve denetimi arttırmaktır.
“Çok dinamik bir vasıf kazanma ve yitimi süreci işliyor”
Bu teknolojik gelişmeler, mesleki özerklik, iş süreçleri ve emeğin niteliği üzerinde ne gibi etkiler yaratıyor?
Sahada çok karmaşık bir tablo var. En azından ikili bir süreç işliyor. Ana eğilim mesleki özerkliğin azalması ve güvencelerin yitimi. Yeni teknoloji üretimi ve kullanımındaki temel motivasyonlardan birisi, zaten, işin parçalanması ve bir kısmının makinelere devri. Zihinsel emeğin ilk kapsamlı otomasyonunu hedefleyen (açık denizde yön bulmak için gerekli logaritma tablolarının hazırlanması) Charles Babbage’ın fark motorundan çağdaş yapay zekâ uygulamalarına kadar, her yeni teknolojinin kullanımındaki temel unsur “verimlilik artışı” ise, bunun içsel bir bileşeni çoğu zaman işin parçalanması ve işçinin iş üzerindeki kontrolünün zayıflatılmasıdır. Sonuçlardan biri emeğin vasıfsızlaşmasıdır ve ücretlerin düşmesini koşullar. Bu klasik Bravermancı tezdir ve yaşadığımız süreci açıklamada hâlâ önemlidir. Ancak burada bir parantez açmak lazım. “Vasıf” değişmeyen bir bilgiye referans vermez. 20 yıl önce vasfa işaret eden “bilgi”, bugün vasıf olmaktan çıkıp genel geçer bir bilgi haline gelebilir. Dolayısıyla burada çok dinamik bir vasıf kazanma ve vasıf yitimi süreci işliyor. Yani iş süreçlerindeki bütün değişimi vasıfsızlaşma ile açıklayamayız. Dinamik bir iş ve işgücü piyasasında sürekli yeni iş alanları, yeni meslekler ve yeni vasıflar söz konusu. Bu da sürekli “vasıflılaşma” ile vasıfsızlaşmanın hem yan yana hem de çelişkili bir biçimde iç içe yaşandığı anlamına geliyor.

“Sürekli izlenme, iş kazaları ve iş cinayetlerini koşulluyor”
Giderek yaygınlaşan algoritmik yönetim, performans ölçümü ve sürekli dijital denetim, işçi özerkliğini ve çalışma koşullarını nasıl dönüştürüyor? Bunu klasik Taylorist ya da Fordist denetim biçimleriyle kıyasladığınızda fark nerede ortaya çıkıyor?
Tıpkı Taylorist emek rejiminde olduğu gibi dijital teknolojilerin en önemli boyutu iş süreçlerini parçalayıp emekçinin iş üzerindeki özerkliğini azaltmaktır. Bununla birlikte ve yanı sıra doğrudan emekçiyi denetlemek üzere geliştirilmiş çok sayıda yapay zekâ uygulaması söz konusu. Emekçinin her anını aktif iş faaliyetiyle doldurmak amacıyla sermaye, bedensel hareketleri, konumu, duygusal reaksiyonları, konuşmaları, klavyedeki tuş tıklama sayısını, ekrandaki odaklanmışlığı, sosyal medya kullanımını yani neredeyse emekçinin her şeyini yapay zekâ uygulamaları aracılığıyla takip edip, nicelleştirip, verimlilik analizine ya da puanlara dönüştürüyor. Amaç tabii ki iş yoğunluğu arttırmak. Bu bakımdan söz konusu olan Taylorist uygulamanın daha da derinleşmesi. Elbette, bu doğrusal bir süreç değil. Çünkü her yeni teknolojinin sahadaki kullanımı yeni bir toplumsal zemini şekillendiriyor ve bu da sadece artan denetim biçiminde gerçekleşmiyor. Yeni özerkleşme alanları ortaya çıkıyor, sermaye buraları yeniden denetim altına almaya çalışıyor ve bu sürekli güncellenen bir mücadele sahası olarak karşımıza çıkıyor.
Ayrıca dijital araçlarla emek denetiminin yoğunlaşmasının işçilerin fiziksel ve zihinsel sağlığı üzerinde yarattığı tahribat çok sayıda araştırma ile belgelenmiştir. Sürekli izlenme stres, kaygı, depresyon ve tükenmişliğe; baş ağrısı, uyku bozuklukları ve kalp-damar hastalıklarına daha fazla yol açıyor, iş stresi ve baskısı doğrudan iş kazaları ve iş cinayetlerini koşulluyor.
Bu dönüşümün bir uzantısı olarak, yapay zekâ destekli mikro platformların yaygınlaşması iş güvencesini nasıl etkiledi?
Upwork, Mechanical Turk gibi mikro iş platformları, sermayenin zaten devam eden işi esnekleştirme ve güvencesizleştirme sürecine dahil olmuştu ve onu kolaylaştırdı, derinleştirdi. Bu platformlar dijitalleşmenin teknik büyüsü ile örtüldü, kendi hesabına çalışmanın “özgürlüğü” vaadiyle süslendi. Sonuç Ken Loach’un “Üzgünüz, Size Ulaşamadık” filmindeki tablo oldu. Ek gelirle meşrulaştırılan mikro iş platformlarının serüveni birçok insan için temel gelir kaynağı haline geldi. İnsanları gelire ulaştırmakta bir sakınca yok, ancak bu tamamen güvencesiz ve yoğun sömürü ile gerçekleşiyor. Sağlık sigortası, hafta tatili hakkı, fazla mesai, yıllık izin, iş ve gelir güvencesi, emeklilik hakkı ya da başka bir güvence olmaksızın, sadece iş çıktığında ve kendisine verildiğinde çalışılan, yani parça-başı çalışmanın esas olduğu bir model. Ücretlerde uluslararası rekabet belirleyici, yani İngiltere’deki işçi ile Arjantin’deki ya da Nijerya’daki işçiyi ücret rekabetine sokarak “dibe doğru yarış”, dijitalleşme ile anlık hale getirildi.
“Eşitsizlikler daha da derinleşti”
20. yüzyılda otomasyonun iş sürelerini kısaltacağı yönünde beklentiler vardı, tüm bu teknolojik gelişmelere rağmen çalışma süreleri neden azalmıyor?
Çağımızın çelişki durumlarından biri de bu. Yapay zekâ teknolojileri işi kolaylaştırıp basitleştirirken iş sürelerinde ciddi ve gözle görülür bir düşüş bir türlü gerçekleşmiyor. Aksine çalışma süreleri son dönemde uzama eğiliminde. Bunda iki ana etkenden bahsedilebilir. İlki, kapitalist toplum bir iş toplumudur. Sürekli iş yaratması gerekir. “Üretim için üretim”, birikim için birikim mantığıyla çalışır. Dolayısıyla bir grafiker yapay zekâ teknolojilerini kullanarak işini daha çabuk bitirdi diye, işi bitmez. Çalışma süresi 4 saate düşmez. Yeni işler çıkarılır, yeni işler yaratılır, birim görev başına harcanan zaman düşse de görev sayısı artar. İki grafiker varsa biri çıkarılır. Böylece çalışma süresi kısalmaz. İkincisi, hepimiz ağa bağlı yaşıyoruz ve dolayısıyla ulaşılabilir haldeyiz. Geçmişte ofisten ya da fabrikadan çıktığında emekçi en azından çalışma zamanı ile ilişiğini kesebiliyordu. Şimdi yanında bilgisayar ya da telefonu olduğu sürece ulaşılabilir ve her yerden çalışabilir hale geldi. Öyle ki, bu çoğu zaman iş baskısı ve stresi ile “gönüllü” ve ücretsiz ek mesai biçiminde de olabiliyor.
Emperyalist merkezler ile çevre ülkeler arasındaki eşitsizlikler bu son gelişmelerden nasıl etkilendi? Küresel emek piyasalarını yeniden düzenleyen yeni bir uluslararası işbölümü mü doğuyor?
Eşitsizlikler daha da derinleşti. Teknoloji üretiminde hâkim ülkelerde işgücünün en vasıflı kesimi toplanmış durumda. Bu ülkeler ve bu ülkelerdeki şirketler yeni teknolojilerdeki tekelci konumları sayesinde, dünyanın dört bir yanında üretilen artı-değere, tekelci kâr biçiminde el koyuyorlar. ABD’deki Google’a Türkiye’den, Nijerya’dan, Arjantin’den neredeyse tüm ülkelerden bir ödeme yapılıyor. Bu devasa bir kaynak akışı ve bu değerin üreticisi son tahlilde emekçiler. Dijital tekelleşmeyle birlikte günümüz emperyalizminin kritik sömürü biçimlerinden birisi de bu. Ambargolarla, suçlamalarla ve gümrük vergileri ile devam eden yapay zekâ rekabetinin, askeri gerekçelerinin yanı sıra temel nedeni işte bu tekelci kâra kimin sahip olacağı, kimin dünya genelindeki emek sömürüsünden en fazla pay alacağı. Bunun emek piyasalarındaki en belirgin sonuçlarından birisi, son yarım yüzyılda teknolojideki önemli gelişmelere rağmen gelir eşitsizliğinde büyük artıştır. Yani, dijitalleşme ve onun teşvikiyle alabildiğine hız kazanan tekelleşme sayesinde teknoloji tekellerinin (finans tekelleriyle birlikte) el koydukları artı-değer miktarı arttıkça, emekçilerin göreli gelirleri azalmış ve gelir dağılımı adaletsizliği daha da bozulmuş oluyor.
“Teknik/teknolojik olan aynı zamanda toplumsal/politik”
Kapitalizmin kâr odaklı teknoloji anlayışına karşı nasıl bir alternatif kurulabilir ya da soruyu şöyle soralım “yapay zekânın sosyalist inşası” mümkün mü?
Yapay zekânın içinde üretildiği ve koşullandığı toplumsal bağlam ve üretim ilişkileri değiştiğinde, kullandığı verilerden üretim amacına kadar birçok belirleyici unsur da değişmiş olacaktır. Bu bakımdan yapay zekâ uygulamalarının bir kısmı yok edilmeli (savaş araçları vb.), bir kısmı yeniden inşa edilmeli (üretken yapay zekâ algoritmaları vb.) ve bir kısmı da (imalat robotları vb.) kullanılmaya devam edilmelidir. Ve yenileri üretilmeli: Örneğin işyerindeki stresi azaltmayı hedefleyen bir yapay zekâ uygulaması düşünün. Duygusal durumları takip edip tamamen işçilerin iyilik halini geliştirmeye adanmış bir uygulama. Ya da çalışma saatlerini azaltmak üzere bir yapay zekâ seferberliği. Ya da barınma sorununu çözmek üzere yeni teknolojilerin kullanımı. Şirketlere değil herkese refah sağlamak için verimliliği arttırma. Dünyayı maden sahasına çevirmek için değil de ekolojik krizi çözmek üzere teknolojiyi kullanma… Bunlar mümkün. Ancak toplumsal işleyişin ve mantığın değişmesini, sermaye birikimine odaklı mekanizmanın yerine ihtiyaç ve insan (ve elbette doğa) temelli yeni bir toplumun kurulmasını gerektirir. Yapay zekânın sosyalist inşası toplumsal dokuya işlemiş üretim ilişkileri ve güç hiyerarşilerinin köklü bir şekilde değişmesiyle, yani bir bakıma toplumun sosyalist inşası ile mümkün.
Yapay zekâ teknolojileri ile şekillenen yeni üretici kapasite ile insanlığın günde 2-3 saat çalıştığı, hafta sonu tatil günlerine birkaç günün daha eklendiği, daha az çalışma ile insanlığın bütün temel ihtiyaçlarının rahatça karşılandığı bir bolluk ve özgürlük toplumunun koşulları nesnel olarak ortaya çıkmıştır. Elbette bu birikim ve olanaklara, bugün zenginlik biçiminde tekeller ve sermaye tarafından el konulmuş olduğundan, otoriterleşmenin yanı sıra hâlâ yoksulluk ve geçim derdinin hüküm sürdüğü bir dünyadayız. Çağdaş toplumun en büyük çelişkilerinden biri bu.
Sendikalar, sosyalist hareketler ve bilim insanları için bu bağlamda bugün hangi acil görevler öne çıkıyor?
Öncelikle yapay zekâya yönelik mistik ve yüzeysel bakış değişmeli. Yeni teknolojilerin sadece teknik bir konu olmadığı, teknik/teknolojik olanın aynı zamanda toplumsal/politik olduğu, bu politikliğin mevcut güç ilişkilerince koşullandığı akılda tutulmalı. Egemen güçler bunun gayet farkında. ABD yönetimi Çin’in DeepSeek’inin ya da Huawei’nin 5G altyapı teknolojisinin ne anlama geldiğini gayet iyi anlıyor ve yeni bir emperyalist hat belirliyor. İşte sendikalar, bilim insanları ve insanlığın ilerici güçleri de herhangi bir teknolojik uygulamanın, mesela işyerinde uygulanmasının işi kolaylaştırmanın yanı sıra sermaye tarafından işsizlik, ücret düşürme, işi parçalama ve dağıtma (taşere etme), böylece güvencesizleştirme amacıyla kullanılabileceğini, yani sorunun politik bir mesele olduğunu görebilmeli, eleştirel bir yaklaşım geliştirmelidir. Konuyu ele alış biçiminin değişmesi bana göre en acil ihtiyaç.
Şunu sormalıyız: Madem yapay zekâ ve dijital teknolojiler bu kadar harika, neden deli gibi, durmaksızın çalışıyoruz? Neden geçim derdi ve stresi içinde yaşıyoruz? Yapay zekâ demokratik katılım ve siyaset açısından devasa olanaklar sunarken neden otoriter siyaset giderek yayılıyor? Bu soruların kendisi, aynı zamanda bir toplumsal dönüşümdür talebidir. Bu talep, eşitsizlikleri geliştiren, sömürüyü yoğunlaştıran dijital dönüşüme ayak uydurmayı değil onu emek temelli yeniden kurmayı içermelidir.
(DS/VC)






