25 yıl öncesinden günümüze uzanan süreçte adaletin 12 Eylülde üstlendiği rolü ve yaptıklarını ve hala yapmaya devam ettiklerini aktarmak için Ertuğrul Mavioğlu'na teybimizi uzattık. Mavioğlu, cuntanın başına nazire yaparcasına 'Asılmayıp Beslenenler' adını verdiği ve dönemin ve günümüz cezaevlerinde yaşanan insanlık dramlarını ve hukuksuzluğu irdelediği ilk kitabını 2004 yılının 1 Mayıs'ında çıkarmıştı.
'Apoletli Adalet' adını verdiği ve 12 Eylülün yıldönümünde kitapevleri raflarında yerini alacak olan ikinci kitabı ise 12 Eylül darbesi özelinde adalet ve hukuk kavramlarını bizzat bu kavramların uygulayıcıları, mağdurları ve o mağdurları savunmaya çalışan avukatların ağzından anlattığı bir sözel tarih çalışması.
* Kitap henüz çıkmış değil ama daha önceki ikili sohbetlerimizden'12 Eylül hesaplaşmasını' sürdürüyor sanırım?
Kitap 12 eylül adaletini anlatıyor. Apoletli adalet adı. Adaletin apolet takıp kılıç kuşanmış hali. Kimi zamanda adalet doğrudan doğruya kılıç kuşanmaz apolet takmaz o kılıç ve apolet görevini bizzat yürüten kurumlar vardır o kurumlara havale eder. Ordu, polis vb. kurumlar. Bunlar adaletle çok iç içe geçmiş görünmez işlerin karışık olduğu durumlarda bu anlamda adalette kendini sivil gösterme imkanını üzerinde taşıyabilir. 12 Eylül döneminde adalet bizzat apolet taktığı için kitabın adı bu. Yani yargılama sivillerin üniformalılar tarafından yargılandığı bir süreci de ifade ediyordu aynı zamanda. Çıplak şiddetin en açık haliyle gözlemlendiği bir dönemdi. Adalet sistemi doğrudan sıkıyönetim komutanlarının emrini yerine getirmek o emirlere riayet etmek üzerine kuruluydu. Bu adaleti gerçekleştirenler arasında da bir emir komuta zinciri vardı yasama yürütme yargı o kadar tek elde toplanmıştı ki. Bu anlamda yargı tamamen apoletli toplam sistemin bir parçasıydı. Tanık olduğu işkenceler karşısında üç maymunu oynayan, dahası işkencenin bizzat uygulayıcısı olan, yasak yöntemlerle elde edilmiş delilleri baş tacı yapan, işlenen kimi cinayetleri örtbas eden ve bunun gibi daha birçok yüz karası uygulamayı kural haline dönüştüren bir makinenin verdiği kararlarla suçlu ilan ettiği kişilere suçlu demeden önce, bugüne miras olarak ne bıraktığına bakmamız, bu mirası sorgulamamız gerekiyor. Ve tam da bu noktadan hareketle, bu makine tarafından cezalandırılanların 'suçlu' diye damgalanmasına itirazlarımızı yükselterek hesaplaşmaya başlamalıyız. İtiraz etmek için önce tanımak gerek. 12 Eylül adaleti, tanıklardan birinin ifadesiyle 'yaşıyor ve savaşıyor' ise, bunun ne menem bir adalet olduğunu irdelemek de doğrusu elzem hale geliyor.
Bu noktadan bakarsak Apoletli Adalet böyle bir süreci, daha netleştirirsek 12 Eylül ve sonrasını mı anlatıyor?
Ülkemiz yakın tarihi, adaletin yalın yüzünü net olarak görebilmemiz açısından son derece geniş olanaklar sunuyor. Cumhuriyet döneminin adalet anlayışına, Kürt isyanlarının bastırılmasının ardından kurulan İstiklal Mahkemeleri, Dersim isyanının ardından yapılan sürgünler, kurulan darağaçları, 1950'li yıllarda ilericilere, komünistlere yönelik kitlesel tutuklamalar, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve sonrasının olağanüstü mahkemeleri damgasını vurdu. Sanki, Osmanlı'dan miras kalan en değerli hazine Kuyucu Murat adaleti idi. Türkiye neredeyse hiçbir zaman olağan bir dönem yaşamadığı için, adalet de toplumun karşısına her zaman olağanüstü bir kimlikle çıktı ve sadece bu bile, olağanüstülüğün giderek olağanlaşmasını, sıradanlaşmasını sağlamaya yetti de arttı bile. Hiç kuşku yok ki tüm zamanlar içinde 12 Eylül 1980 darbesinin her zaman ayrı bir yeri vardır. Çünkü bu dönem, en yoğun kitlesel gözaltı ve tutuklamaların yaşandığı, en derin haksızlıkların toplumun hücrelerine kadar işlediği, adaletin yığınların sindirilmesinde araç haline dönüştürüldüğü bir dönemdir. Ve bugünün adalet anlayışı da, geleneksel olarak tüm bu sürecin ürünü olmakla birlikte, özelde 12 Eylül 1980 darbesinin eliyle yoğrulup şekillendirilmiştir. İşte kitap, tam da bu nedenle, 12 Eylül arifesinden başlayarak, 12 Eylül ve sonrasını ilk elden gözlemlemiş tanıkların anlatımına dayanılarak hazırlandı. Eğer Türkiye, yakın geçmişiyle hesaplaşmayı becerip, 12 Eylül'ün tüm kurumlarıyla birlikte adalet anlayışını da tasfiye etmeyi başarabilseydi, 'Apoletli Adalet' ya hiç yazılmayacak, ya da sadece nostaljik bir çalışma olarak kütüphanelerdeki yerini alacaktı. Oysa toplum bırakın 12 Eylül'ün en vahşi yıllarını, "12 Eylül devri kapandı, demokrasiye geçtik" vaveylası ortaya atıldığından beridir adalet adına bir arpa boyu yol kat etmediği gibi epeyce geriledi bile. Ve sadece bu neden bile, yaşanan adaletsizliklerin ya da daha doğru bir deyimle 'yargılı infazların' kökenlerini ve sebep sonuç ilişkilerini ortaya koyabilmeyi gerekli kılıyor. Toplumun balık hafızasında belki yer etmemiş olabilir ama, 'idam cezasını kaldırdık' demek, 12 Eylül'ün darağaçlarında sallandırdığı gençleri geri getirmedi. Ya da o dönemin yargılamalarının gayri adil oluşunun bugün pek çokları tarafından kabul edilmesi, on binlerce kişinin haksız yere yattığı hapis cezalarını telafi etmedi. Dahası, o günlerde açılan ama bir türlü kapanmayan dosyalarda, aradan geçen on yıllara karşın, çok daha adaletsiz yaklaşımların ortaya çıktığı görüldü. Dolayısıyla, bir yandan toplumu cendere altına alan yasalar yapıp, bir yandan adalet mekanizması üzerindeki yürütmenin denetimini daha da sıkılaştırdıktan sonra, "iyi yasa mı, yoksa iyi yargıç mı?" tartışmalarını aktüelleştirmenin ne büyük bir sahtekarlık olduğunu, o sıcak günlerin yargıçlarından, savcılarından ve inanılmaz bir baskı altında tutulan avukatların ilk ağızdan tanıklıklarıyla anlatmaya çalıştım.
Adaletin yığınların sindirilmesinde araç haline dönüştürüldüğünü söyledin. Nasıl yapıldı bu?
'Asılmayıp Beslenenler', 12 Eylül döneminin cezaevlerini anlatıyor. Türkiye'nin genel anlamda bir cezaevi politikasını göz önüne sermek amacındaydı ve aldığım tepkilere bakarak bence başarılı da oldu.
Türkiye'de cezaevi operasyonlarının, oralarda yaşanan onca zulmün, bunca ölümün hiçte tesadüfi olmadığını yerel yöneticilerden kaynaklanmadığını , onların anca süreci yavaşlatmak ya da hızlandırmaya yaradığını ama bir bütün olarak Türkiye'deki öncü kesimleri bastırmaya, bu kesimlerin mücadele azmini yok etmeye yönelik bir kontrgerilla operasyonu olduğunu anlatmaya yönelik bir fotoğraf çıkartmaya çalıştım. Diyarbakır, Metris. Mamak. Mersin, Erzurum, Buca kısaca ülkenin dört bir yanındaki tanıklar mağdurlar birinci dereceden doğrudan İşkenceye tabi tutulmuş tanıklar cezaevi görevlileri o kitapta yaşananları anlattı. 12 Eylül sadece cezaevi demek değildi. Aynı zamanda o insanların cezaevinde tutulmasına neden olan bir hukuki süreci de ifade ediyordu.
12 Eylül, savunma hakkını tamamen hiçe saydı. Mahkemeler kurulsun, yargılama olsun, iddianameler okunsun, gencecik insanlar hakkında idam, ömür boyu hapis cezaları istensin ama bunun karşısında kimse tek bir söz dahi etmesin isteniyordu. Bu yüzden tutuklular mahkeme salonlarında yargıçların, savcıların gözü önünde coplandı, tekmelendi, hakarete uğradı. Bu yüzden tutukluların savunma talepleri sürekli şiddet yöntemleriyle bastırıldı. Bu yüzden tutuklular kendilerini savunacak bütün araçlardan; kalemden, kağıttan, kitaptan, dava dosyalarından yıllar boyu yoksun bırakıldı. Toplu davalar açıldı ama tutukluların kendi aralarında konuşmaları dahi engellendi. Sanık ile avukat arasındaki görüşmelerin gizli olması bir haktı ama bu hakka hiçbir zaman riayet edilmedi. Avukat, müvekkil görüşmelerinin bırakın mahremiyetine özen gösterilmesini, kimi cezaevlerinde bu görüşmeler kayıt altına alındı. Avukatlar müvekkillerini savundukları için gözaltına alındılar, tutuklandılar. Sıkıyönetim bölgesi dışına sürgün edilen, avukatlar oldu, bu cezalar ile savunma hakkı ağır darbeler yedi. 12 Eylül savunma hakkını gasp etti. O nedenle 12 Eylül adaleti cezasız kalmış gasp adaletidir. 12 Eylül döneminde Kenan Evren şu sözleri bazı savcılara söylemiş: "Hukuku, yasaları uygulamak o kadar da önemli değil. Önemli olan hedeflerimize kilitlenmektir. Yani bir takım hedefler var cunta acısından ve bunlar gerçekleşecek. Yasayı hukuku uygulamak önemli değil ve 12 Eylül yargılamalarının özeti bu.
Nedir hedef?
Yargının doğrudan yığınların sindirilmesine araç olarak kullanılması. Mesela DİSK davası böyledir. Nasıl sonuç verdiğine bakın. Türkiye'de neredeyse sendika diye bir şey kalmadı. Bu 12 Eylülün doğrudan doğruya bir sonucudur. Aydınlar dilekçesi davası aydınların bir daha kafalarını kaldıramayacak kadar başlarını öne eğdirecek bir darbe halidir. Aydınlar dilekçesi her ne kadar o dönemdeki imza sahiplerinin biz bu ülkede dilekçe yazmak serbest midir değil midir sorusunun yanıtını arıyoruz şeklinde savunulsa da bugün gelinen noktada aydınların nasıl devletin ceberrut sisteminin hızlı bir şekilde denetimi altına girebildiğinin gördüğümüzde aydınlar dilekçesi davasının anlamını çözmek malum. Keza Barış Derneği davası da böyledir. O dönemde bu davalara avukat olarak girenler davalarda nasıl bir yargılama mantığı olduğunu göz önüne serdi.
Kitapta ayırt edici olan 12 Eylül döneminin savcı ve yargıçlarının önemli tanıklıklarına yer vermesi. Mesela Diyarbakır'dan Ümit Kardaş. 12 Eylülde Diyarbakır'da askeri savcı idi. Kolorduda yapılan işkencelerin seslerinin nasıl hakim ve savcılar tarafından duyulmasına karşın kimsenin kılını kıpırdatmadığını anlattı. Kıpırdatamadığını değil kıpırdatmadığını çünkü öylesine kanıksanmış bir hal almış ki ve doğal karşılanıyor. Ve bu işkencelerle alınan ifadelerle insanlara çeşitli cezalar verildi. Ya da İstanbul'da 12 Eylül arifesinde Sıkıyönetim Başsavcılığı yapan Refik Karaa Türkiye'deki toplu davaların nasıl emirle açıldığını anlatıyor. 12 Eylül'den hemen önce tüm illerin başsavcılarını Ankara'da Genelkurmayda topluyorlar ve bizzat Genelkurmay Başkanının emriyle toplu davaların açılması isteniyor. Bu davaların açılma talebine sadece Refik Karaa karşı çıkıyor. Diğerlerinin tümü emredin komutanım diyor. 12 Eylül sonrasında açılan davaların hepsi bu emrin gereğini yerine getirmekten doğru ortaya çıktı. Refik Karaa'nın emre itaatsizliği sürgün edilerek cezalandırılıyor. Yani on binlerce kişi o dönemde gözaltına alınmış tutuklanmş, 210 bin dava açılmış. Şimdi çok kolay ifade ediliyor ama 210 bin ayrı dava dosyası ve bunun kat kat üstünde insanın sanık olduğu bir durum. Hepsinin toplamına baktığımızda toplumun üstünden silindir gibi geçmekte ne kadar etkin bir rolü olduğu da ortaya çıkıyor adaletin.
Sen de darbe öncesi ve sonrasında toplam 8 yılını cezaevinde geçirdin. Şimdi dönüp baktığında 12 Eylülle en azından kişisel olarak hesaplaştığın iki kitabını da göz önüne alırsak adalet ne ifade ediyor?
Aslında bu kitapta egemen olan temel bakış kitabın yazarının adalete asla inanmaması. Yani adalet diye bir şeyin var olduğuna inanmıyor. Bunun içinde bulunduğumuz durumla 12 Eylülle doğrudan bağlantısı yok. Bunun evrensel anlamda net bir zemini var. Adalet benim baktığım yerden tamamen sınıflı toplumlara özgü bir kavram. Bir ezeni ve ezileni gerektiriyor. Bu olmazsa adalette olmaz. Adalet istiyorum sözcüğü pek çoklarına cazip geliyor. İnsanlar adalet talep ediyorlar adaletin gerçekleşmesi için çaba sarf ediyorlar ama adalet talebi aynı zamanda bir güçsüzlük ifadesi. Adalet kimden talep edilir güçlüden talep edilir. Kendinin sıyrılamadığı noktada daha güçlü olandan hakka hukuka uygun bir zeminin yaratılması talebi ortaya çıkar. Bu noktadan baktığımızda adalet talebinin esas itibariyle tamamen sınıflı toplumlara özgü bir ezen sınıfın damgasını taşıyan bir kimliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Adalet kavramına olan ihtiyaç insanın insanı yönetmesine ihtiyaçtan kaynaklanır. İnsansı insanı yönetmesine ihtiyaç ise ki sınıflı toplumlarda bu ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç adalet kavramını ortaya çıkarır. Yönetmek belli kurallar çerçevesinde olacaktır kuşkusuz. Yeryüzündeki en zalim sistemlerde dahi kendi içinde bir hukuk vardır iç adalet vardır. Hukuku ve adaleti bu çerçevede birbirine yakın tanımlar üzerine oturtmaya çalışıyorum. Şimdi buradan yola çıkarsak mevcut konumuz olan 12 Eylülün de bir adalet anlayışı vardır. Yani 12 eylül düşünüldüğü gibi tamamen kuralsız, keyfi falan bir sistem değil. Tam tersine planlı programlı ve adaletin doğrudan doğruya gerçekleştirmeye çalıştıkları zeminde üstleneceği rol biçilmiştir net olarak. 12 Eylül adaleti böyle idi.
Nedir o rol?
12 Eylülde adalet, geniş yığınların sindirilmesinde rol biçilmişti. Bunu yerine getirdi 12 Eylül adaleti. Bu anlamda işler karışık olduğunda çıplak şiddetin herkes tarafından görülür olduğunda adaleti anlamakta zorluk çekmiyoruz ama nispi demokrasinin bulunduğu zamanlarda hırsızı katili gaspçıyı cezalandıran sisteme adalet diyoruz ki hepimiz için gerekli olduğunu düşünüyoruz ama işin gerçeği işlerin karmakarışık olmadığı sınıfların birbirine inanılmaz bir düşmanlıkla saldırmadığı dönemlerde nispi barış dönemlerinde de adalet aynı işlevi görür. Yani ezen sınıfın çıkarlarını korumakta görev yüklenir. Ama 12 Eylülde, Hitler'in, Franco'nun elinde bu adalet sistemi çok daha sert çok daha şiddetli biçimde ezilen sınıfların üzerine yüklenir ki onun da adı adalettir. O yüzden adalet kavramını soyut olarak ortaya atmak kadar yanıltıcı ve bence bu boyutuyla da sorunu tamamen çarpıtan bir olgu olamaz. Şimdi bir adalet kavramına ön takılarla burjuva, sosyalist, 12 Eylül adaleti gibi kavramlarla birlikte kullanıldığında bir anlam ifade edebilir ama soyut, salt herkes için olan bir adalet ne yeryüzünde vardır ne de bundan sonra yeryüzünde var olacaktır. Aslında verili egemenlik ilişkileri içinde değerlendirilmesi gereken, yönetme erkinin etkin bir ayağıdır adalet. Terminolojik anlamıyla bir üst yapı kurumudur ve ele geçirilemezliği, devletin ele geçirilemezliği kadardır. Bu da demektir ki, yeni ve daha ileri bir adalet, yeni ve daha ileri olan bir başka devlete gereksinim duyar. Ama yeni ve daha ileri bir adaletin de, herkese eşitlik getirecek, her türlü haksızlığı ortadan kaldıracak bir adalet olabileceği fikrine kapılmak da tatlı bir hayaldir. Çünkü yeni ve daha ileri olan adaletin erdemi de, temsil ettiği sınıfların ya da kimliğinde damgasını taşıdığı devletin erdemiyle sınırlı olacaktır. Bu yüzden her türlü haksızlığı ortadan kaldırmak, daha ileri bir adalet tesis etmekle değil, tam tersine adaleti tümden ortadan kaldırmakla mümkündür. Yani insanlığın daha yolun başlarında edindiği, 'insanın insanı yönetme ihtiyacını' tasfiye etmekle... Bu bir hayal de olsa, hiç tartışmasız gerçeğe, 'daha ileri bir adalet' fikrinden daha yakındır ve hiç değilse insana olan inancımızı diri tutmamıza yarar.
12 Eylül 'adaleti' yargıda nasıl bir işleyiş sergiledi?
12 Eylül cuntası, yasama, yürütme ve yargı erklerini tek elde topladı. Bu nedenle, neredeyse herkesin diline pelesenk ettiği 'hukukun üstünlüğü' kavramı, sadece demagoji amaçlı dile getirilen, verili durumla asla bağdaşamayacak kadar uzak bir kavram haline dönüştü. 12 Eylül'de adalet, cuntanın elindeki bir oyuncak hamuru gibiydi. İstedikleri gibi şekil verip, istediklerini astırıp, istediklerini tutuklatıp, istediklerini yok ettiler. Emir komuta zincirinin gayri hukuki, gayri ahlaki ve hatta gayri ciddi talepleri karşısında bile ciddi bir karşı duruş oluşmadı, karşı durmaya çalışanların başına gelenler de, adaletsizliğin yolunu daha fazla düzledi. Bu nedenle 12 Eylül'de 'emret komutanım adaleti' sürece damgasını vurdu. 'Emret komutanım adaleti' kavramı, afaki bir kara çalma çabasının ürünü değildir. Yakın tarihimiz, bunun son derece somut dayanaklarının bulunduğunu gösteriyor.
Örnek verirsek?
Konumuz 12 Eylül hukuku ise onu örnekleyelim. 1980 - 1985 arasında resmi rakamlara göre gözaltına alınan 650 bin kişiden 230 bini hakkında dava açıldı. Büyük çoğunluğu tamamen yürürlükteki yasalara göre bile suç sayılmayan nedenlerle açılan bu davalarla ilgili yargıçlar ve savcılar küçük bir direniş bile göstermediler. Kuşkusuz her şeye rağmen direnç gösterilebilirdi ama dirençsizliğin nedenlerinin başında, sıkıyönetim komutanlıklarının yargıç ve savcıların sicillerini elinde tutması geliyordu. Karşı koyan yargıç ya da savcı, ya sürgün edilerek, ya emekliliğe zorlanarak ya da pasif görevlere getirilerek etkisizleştiriliyordu. Toplu siyasi davalar, yargıç ve savcıların nasıl teslim alınarak mevcut yasalardan bile hızla uzaklaştırıldıklarını göstermek açısından son derece net örnekler oluşturur. Örneğin 1982 yılında başlayan iki davadan, hem İstanbul'daki Devrimci Sol Ana Davası'nda, hem de Ankara'daki Devrimci Yol Ana Davası'nda 146. maddeden l 46'şar idam talebinde bulunulması, pes dedirten bir tesadüf değilse, gayri ciddiliğin 'top on' listesinde birinci sıraya yerleşmeye adaydır. Bu kötü espri anlayışı aslında sıkıyönetim savcılarının kelle isterken bile ne kadar lakayt olduğunu göstermeye yeter. 12 Eylül adaleti, aydınları susturma, yığınları sindirme adaletidir. Bu ülkede, faşizmin ne olduğunu gelecek kuşaklara anlatmak için asla Hitler, Franco yada Mussolini hikayelerine ihtiyaç yoktur. Barış Derneği, Aydınlar Dilekçesi gibi davalar, faşizmin aydınlara yaklaşımının ne olduğunu öğrenmeleri açısından genç kuşaklara ders olarak okutulabilir. DİSK davasının ne olduğunu bilmeden, dünyanın bu en büyük sendika davalarından birini tanımadan ise işçilerin neden bu denli örgütsüz ve suskun olduğunu sormak da büyük bir haksızlığı örtbas etmek olacaktır.
Yine, savcı ve yargıçlar, 12 Eylül sonrası darbecilerin işledikleri suçlara karşı itirazlarını yükseltebilirler, 'böyle gitmez!' diyebilirlerdi. Anayasanın geçici 15. maddesini sorgulayabilirler, üst üste davalar açılabilirlerdi. Ama Adana Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu dışında darbeyi gerçekleştirenler hakkında hukuki bir soruşturma açmayı ve iddianame tanzim etmeyi aklına getiren savcı olmadı, Kayasu yalnız kaldı. Elbette ki, sadece bu neden bile, Sacit Kayasu'nun Kenan Evren hakkında dava açtıktan sonra başına gelenleri izah etmekte yeterli olsa gerek.
Neler yaşamış Kayasu?
Önce Kayasu'yu meslekten uzaklaştırarak ellerini kollarını bağladılar, ardından da onu 'hafif çatlak biri' gibi göstermek için inanılmaz bir psikolojik savaş kampanyası başlattılar. Kendi hukuk dışılıklarını gizlemek ve adaletin üzerinde ter ter tepinen postallarının kirini gizlemek için de Kayasu'nun girişimini şaibeli ve hukuk dışı bir girişim olarak göstermeye çabaladılar. Kayasu kendi ifadesiyle, '12 Eylülün zarar verdiği insanlardan değil. İşinde gücünde olup avukatlık yapan. Kimi zaman 12 Eylülün mağdurlarına el uzatmış birisi.' Ailesinde çok asker olduğu için 12 Eylülün kendisiyle çelişen bir yanınin olmadığını bile söylüyor. Ama savcılık yaparken bir gün 12 Eylülün getirdiği toplam adaletsizliklerin evrensel hukuk kriterleri içinde bir biçimde hesabının sorulması ve cuntacıların da yargılanması gerektiğini düşündüğü için dava açıyor.
Ne gerekçe sunuyor?
12 eylülde işlenen onca suç var bu nedenle yargılanma gerekliliği var. Hatta bu suçları işlediği iddia olunan kişilerin yargılanma hakkı var. Yargılanırlarsa aklanabilirler o yüzden yargılama haktır diyor. Zaman aşımı dolmadan da davayı açıyor. Delilde budur deyip 12 Eylülün yıldönümünde çıkan kitapçığı ekliyor ve al sana dava. Fakat ironik olan bu dava başsavcı tarafından suç duyurusu dilekçesine dönüştürüyor. Onun hakkında da takipsizlik veriyor. Ama Kayasu'yu meslekten atarlarken de açtığı dava neden gösteriliyor. Mesleğini suiistimal edip 12 Eylülcüler hakkında iddianame hazırladığı için atıyorlar. Adam diyor ki dava açtıysam hani dosya? Dava dosyası yani dava yoksa neden meslekten atıldım? Avukatlık yapma hakkı bile yok çünkü HSYK kararıyla meslekten atılmış. Evren hakkında iddianame hazırlamanın bedelinin ağırlığı 2000'li yıllarda dahi görülüyor. Evren'i cuntayı koruyan geçici 15. madde değil, 12 Eylülün ruhu, devletin ruhu koruyor. Bu da 12 Eylülün devletin ruhuna nasıl işlediğini gösteriyor. Refleksi alışkanlık biçimi ideolojik bakış olarak kendini gösteriyor.
Adalet mekanizması bir intikam aracı olarak mı kullanıldı?
İdam kararları, 12 Eylül 1980 - 25 Ekim 1981 tarihleri arasındaki Milli Güvenlik Konseyi döneminde, 25 Ekim 1981 - 14 Ekim 1983 tarihleri arasındaki Danışma Meclisi döneminde, 6 Kasım 1983 sonrasında TBMM döneminde verildi. Her idam dosyası ayrı bir skandal içeriyordu. Kararların emir sonucu verildiği ve cuntanın intikam hislerinin ürünü olduğu o kadar belliydi ki, aradan geçen yıllar içinde bu karar için el kaldıranlar dahi idamları savunamadılar. Necdet Adalı ile ilgili ilgili idam hükmü, heyetteki asker üyenin de oyuyla 2'ye karşı 1 oyla verilmişti. Heyette yer alanların bazıları daha sonra "infaza ihtimal vermiyorduk, TBMM kabul etmez diye düşündük" dediler. İnfaz için Meclis onayı şarttı. Ama bu onayı, Meclis'i feshedip kendisini yasama organı yerine koyan MGK verdi. Serdar Soyergin'in gözaltına alınmasıyla idam edilmesi arasında geçen süre sadece üç aydır. Soyergin'in avukat talepleri, 'ilk celse bu yönde bir talebiniz olmadı' denilerek geri çevrildi. Ayağından yaralıydı, kangren oldu. Ama idam etmeyi o denli kafalarına koymuşlardı ki, kangren olan ayağı kesmediler. Gerçekte idam hükmü yakalandığı anda kesilen ve işi kitabına uydurmak için yargılanan Soyergin, idam sehpasına çıkıncaya kadar da ağır işkencelerden geçirildi.
Erdal Eren yaşı küçük olduğu bilinmesine karşın idam edildi. Ne kemik muayenesi yapıldı, ne de avukatlarının olay yerinde gerçeği ortaya çıkartacak olan keşif talepleri kabul edildi. Erdal Eren'i astıkları gibi, avukatı Nihat Toktay'ı da Erdal Eren'i savunduğu için 6 ay hapse mahkum ettiler. Toktay, temyiz imkanı dahi olmayan bu cezayı çekti.
Veysel Güney'in de Serdar Soyergin gibi savunacak bir avukatı olmadı. Güney hakkında verilen idam kararı o denli karambole getirildi ki, hukuki sürecinin nasıl işlediğini bilen neredeyse yok. Veysel Güney de idam edildiği güne kadar ağır işkence gördü.
Ahmet Saner ve Kadir Tandoğan da jet hızla yargılandı. Türkiye'deki CIA ajanlarına yönelik eylem yaptıkları için avukatlarına göre, davanın başından itibaren ABD'nin etkisi oldu. Hiçbir tevsii tahkikat talebi kabul görmedi. İnfaz, Vietnam Kasabı olarak bilinen Commer'in 20 Haziran 2001'deki Türkiye ziyaretinden tam üç gün sonra 24 Haziran 2001'de gerçekleşti. Cunta, bu iki gencin hayatını, ABD ile ilişkilerine kurban etti.
Mustafa Özenç'i savunan Halil Aklar adlı avukatın, yargılama devam ederken sıkıyönetim bölgesine girmesi yasaklandı. Özenç'in avukatı hakkında verilen ve temyizi bile olmayan ceza tamamlandığında idam kararı çoktan onaylanmıştı.
İbrahim Ethem Coşkun, Necati Vardar, Seyit Konuk hakkındaki idam kararı, 1 Mayıs 1981'de verildi. Üç genç işçi mahkeme salonunda "Yaşasın 1 Mayıs" dedikleri için cezalarından herhangi bir indirim yapılmadı. Kararda, "Sanıklar duruşmanın düzenini bozarak 1 Mayıs'ı işçi bayramını kutlamıştır. Bu durumu dikkate alan mahkememiz, TCK'nın 59. maddesinin kullanılmasına gerek bulunmadığına karar vermiştir" denildi. Üç genç işçi, 1 Mayıs'ı kutladıkları için asıldı.
Ali Aktaş'ın yargılandığı olayda meşru müdafaa unsuru son derece açıktı. Fakat mahkemede bu husus hiç dikkate alınmadı. Normal şartlarda yapılacak bir yargılamada kısa süreli bir hüriyeti bağlayıcı ceza alması gereken Ali Aktaş'ı da kendi hukuklarını çiğneyerek idam sehpasına gönderdiler.
Ramazan Yukarıgöz, Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan, Mehmet Kambur'a idam hükmü veren heyette yer alan bir yargıç daha sonra rüşvet suçundan hüküm giydi. 8 yıl hapis cezasına çarptırılan yargıcın adı Eyüp Menteş'ti. Avukatlar müvekkilleri hakkında karar veren heyetin şaibeli olduğunu ileri sürerek itirazda bulundu. Ancak bu talep geri çevrildi.
İzmir'in Karşıyaka semtinde bir bekçinin öldürülmesi olayından idam cezasına çarptırılan İlyas Has sıkıyönetim değil normal mahkemelerde yargılansaydı asla bu cezayı almayacaktı. Hıdır Aslan hakkında verilen idam kararı ise kesin olarak Tariş direnişinin intikamını almak içindi. 5 Haziran 1983'ten beri hiçbir idam kararı onaylanmamıştı. 48 infazın ardından herkes idamların arkasının gelmeyeceğini düşünmeye başlamışken, 1984 Ağustos ayında PKK'nin Eruh ve Şemdinli baskınları oldu. İdamlıkların devletin elinde rehine oldukları gerçeği bir kez daha ortaya çıktı ki, Kenan Evren Muş'ta "Hainleri asmayıp da besleyecek miyiz?" diye sordu. İlyas Has ve Hıdır Aslan'ın idam cezaları bu süreçten sonra hızla infaz edildi.
Hıdır Aslan'ın idamının ardından bekleyen idam dosyaları bir daha gündeme gelmedi. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra, 3 Ağustos 2002'de, TBMM'de kabul edilen yasayla, ''savaş ve yakın savaş tehdidi'' dışında idam cezası kaldırıldı. Ne var ki bu, 12 Eylül sonrasında darağaçlarında boğazlanan 50 insanı geri getiremezdi. Dahası, idam kararlarının alınışından infazın gerçekleştirildiği ana kadar bütün süreçlerde sorumluluğu olanları da temize çıkaramadı.
12 Eylülden günümüze özelde adalet ya da hukuk mekanizmasında genel olarakta yaşanan abesliklerde değişen bir şey var mı? 12 Eylülün kurumsallaştırdığı refleksleri duruyor mu halen?
Türkiye'de normal olan normal olmayan ilişkiler bütünüdür. Darbe sonrasında yeniden parlamenter hayata geçildiğinde de hukuk ve adalet sistemi açısından değişen bir şey olmadı kitapta bu anlatılıyor. 12 Eylül'den bu yana adalette neyin değişip değişmediğini sorgulayabilmek için bu mekanizma içinde görev yapanların izini sürmek son derece anlamlı bir çaba olur. Sıkıyönetim mahkemelerinde görevli savcı ve yargıçların daha sonra DGM'lerde; DGM'lerde görevli savcı ve yargıçların ise DGM kaldırıldıktan sonra kurulan ağır ceza mahkemelerinde görev yapmaları, belirli bir yargılama mantığının ileri nesillere aktarılma çabasını göstermesi bakımından ilginç bir nottur. Görünüşte 12 Eylül'e neredeyse herkes karşıymış gibi görünse de, 12 Eylül'ün sorumlularının yargılanmasını önleyen Anayasanın geçici 15. maddesinin en kalın zırhlarla korunması, bu konudaki sahtekarlığı sergilemeye yeter. 12 Eylül döneminde mahalleler köyler basıldı, yüzlerce binlerce insan gözaltına alındı. Halkın çıkarlarına denk düşen faaliyetler sürdüren yasal tek bir kurum açık kalmadı. Peki sormak lazım bugün var mı? İki örnek : 1 Nisan 2004 tarihinde onlarca yasal dergi, dernek basıldı 82 kişi gözaltına alındı. Bu insanlar hala içerde. Diğer örnek Kızılay'da Ceza İnfaz Kanunu protesto etmek amacıyla bir araya gelen göstericilerden 46'sı gözaltına alındı. Daha düne kadar haklarında hiçbir takibat bulunmayan bu kişiler şimdi yasa dışı örgüt üyesi oldukları iddiasıyla yargılanıyor. Amaç daha uzun süre içerde yatırmak, yasal pek çok muhalif kurumun kapısına kilit asmak. Bir diğer örnek yargıçların refleksleriyle ilgili. Devrimci Sol davasının yargıcı Orhan Karadeniz, önce DGM'lerde, ardından da Ağır Ceza Mahkemesi'nde görev yapmaya başladı. Refleksleri 25 yıldır hiç değişmedi. Bu kafa sayesinde F tipi cezaevleri ağzına kadar doludur. Yeni cezaevleri açılacak ve onlar da kısa süre içinde dolacaktır. Eskiden anarşist, komünist diye damgalayıp içeri atıyorlardı. Bir dönem bölücü meselesi öne çıktı. Şimdi herkesin ortak adı terörist. Bildiri dağıtan, afiş asan, okulunda forum düzenleyen, sokakta basın açıklaması yapan... Bunların hepsinin ortak adı terörist. Bu ifade, Bush doktrininin Türkiye'deki tezahürüdür.
O dönemle bu dönem arasındaki Türkiye fotoğrafında bir fark yok yani adalet açısından?
12 Eylülde insanlar işkence görmüş, bu şekilde ifadeleri alınmış hukuki terimle sanıktan kanıta gidilmiş. Türkçesiyle söylersek insanlara işkence yapılmış. Elektrik verilerek, falakaya yatırıp askıya alınarak ağızlarından zorla ifadeler alınmış bu ifadeler başkaları ve kendileri aleyhine delil olarak kullanılmış ve bunlar mahkemelerde 210 bin davanın yüzde 99'unda tek delil olmuş. Ve bu yargılamalar sonunda kesilmiş cezalarla da suçlu ilan edilmiş insanlar. 12 eylül adaleti ve süreci bugün bitti diye düşünebilmek için öncelikle bu dönemdeki yargılama ve cezaların sonuçlarıyla ortadan kalkması gerekirdi. Ya da bu yargılama anlayışının ortadan kalkması gerekirdi. Günümüzde de farklı işlemiyor mekanizma u yüzden. Yine işkenceyle alınan ifadeler dışında insanlar başka delillerle ceza almıyor. Şimdi bakıyorsunuz demokratikleşme adına yasalr değişiyor vs ama b ir yandan da yerine ikame yasalar geliyor. Öğrenciler YÖK karşıtı eylem yapıyor örgüt üyeliğinden ceza alıyor. Cenderenin nasıl daha sıklaştığını gösteriyor bu. Kitaptaki mağdurlardan biri dedi ki: 'Türkiye'de bir dönem yargısız infazlar çok yaygındı şimdi yargılı infazlar çok yaygın'. O dönemde adaleti en basitçe anlatmak gerekirse: Zulüm toplamının ayrılmaz bir parçasıydı diyebiliriz. Sokaklarda, cezaevlerinde, evlerde ve hatta dağ başındaki köylerde bile zulüm vardı. Yargıçmış gibi davranan, yargılıyormuş gibi yapan insanlar vardı ve gencecik insanların kaderlerini belirliyordu. 17 yaşındaki Erdal Eren'i idama gönderen bir sistemin ifadesiyle Erdal Eren'i suçlu ilan etmek mümkün mü? Ya da bir sağdan bir soldan dosyalar çift çift gelsin diyen bir Evren'in vermiş olduğu kararla idam edilen Necdet Adalı'yı biz bugün suçlu olarak addedebilir miyiz? Bütün olarak baktığımızda zulüm toplamı bir pazıl ise 12 Eylül adaleti bu pazılın aynı resmi ortaya çıkaran bir parçasıydı. Pazılın tamamında görünen resmin adı ise faşizmdi. 12 eylülcüler yargılanırsa devletin bekası tehlikeye mi düşer gerçekten? Evet. Çünkü devletin bekası faşizmin bekasıdır da ondan.
12 Eylülün bunca etkili olup kurumsallaşmasında, yerleşmesinde birlerinin daha açık ifade etmek gerekirse dönemin muhalif kesimlerinin, aydınların ve siyasi grupların kabahati yok mu?
Elbette var. Uzlaşma ortamını seçtiler. Fehmi Işıklar darbe yapılmazdan birkaç hafta önce önce darbenin geldiğinden haberdar olduklarını söyledi. Bu duyulunca DİSK yönetim kurulu acilen toplanıp darbe olursa ne yapalım? Diye tartışıyorlar. Bir kısmı, 'Yapacak bir şey yok bu hareket bize karşı değildir' diyor. Bir kısmı, 'genel greve gitmeliyiz' diyor ama çok azınlıktalar. Darbeden birkaç gün önce ellerindeki donelere bakarak darbenin kendilerine karşı olacağını da dillendiriyorlar fakat hiçbir şey yapılmıyor. Darbe oluyor ve deyim yerindeyse önemli bir kısmı tutuklandıklarında ön kapıdan girip arka kapıdan çıkacaklarını düşünüyor. Halbuki sermaye kesimine ilişkin net bir oyu var askerin. Yani çoklarının düşündüğü gibi ona da karşı buna da karşı, tarafsızdı filan hikaye tamamen. Hani günah yazık dersin ya öyle bir durum var. O dönemin en militan işçi kuruluşu DİSK darbenin olacağını biliyor ve herhangi bir hazırlıkları yok.
Hazırlığı ne olabilirdi?
Yanıtı şöyle. 12 Eylül sabahı ki o zaman cezaevinde olmama karşın bizlere anlatılmıştı. Taksim Meydanı'na reoları, kariyerleri binlerce askeri yığmış ordu. Çünkü bir işçi direnişi bekliyorlarmış. 1 Mayıslardaki kitlesel işçi gücünün kalın sopalarla karşılarına dikileceğini düşünüyormuş cunta. Yada en azından bir miting olacağını. Ama olmamış DİSK ya da işçi hareketi cuntayı bile hayal kırıklığına uğratıyor. Darbe olunca DİSK yöneticileri teslim olmak için kuyruğa giriyor. Işıklar yakalananlardan. Bir otelde caddeyi gören bir oda tutuyor. Gelirlerse arka kapıdan kaçmak için arka çıkışı da olan bir otel ama kaçmayı düşündüğü kapıdan geliyor polisler ve yakalanıyor. O süreçte yalnızca işçi kesimi değil geniş anlamıyla sol diye tabir edilen tüm güçler sorumluluk sahibi aslında.
Kitapta anlatılan ilginç bir tanıklık var mı?
Kitapta adını vermediğim birisi var çünkü hala görevde. Askeri Yargıtay'da 12 Eylül sonrasında göreve çağrılan sivil yargıçlardan birisi bu kişi. 5-6 yıl görev yapmış. Önüne gelen dosyalardan bir Bahçelievler Katliamı. Bu olayla ilgili dosyada bir belge buluyor. Abdullah Çatlı denen birisi, bir polis ve astsubay tarafından gözaltına alınmış buna dair tutanak ama dosyada başka bir şey yok. Bu adam sorgulanmış mı, ne ifade vermiş, serbest mi kalmış, nasıl ve niiçin serbest kalmış yada tutuklanmış mı? Hiçbir belge bilgi yok başka. Hemen Yargıtay'ın başındaki bağlı olduğu paşaya gidiyor. Konuyu anlatıyor ve biz bu konuyu bir araştıralım diyor. Yargıtay Başsavcısı paşa ise "Karıştırma orasını. Yargıtay önüne gelen dosya ile bağlıdır'' diyor. Ben de tamam dedim diyor. Çünkü o kişinin dosyayla bağı kurulmak istemediği mesajını almış. Yani dosya kapatılmak istenmiş. Çok uzun yıllar sonra Çatlı'nın ne tür işlere bulaştığı Susurlukla birlikte ortaya çıkınca bu kişi Meclis Susurluk Komisyonuna konuyu anlatan bir yazı yazıyor ve Bahçelievler Katliamı dosyasının da incelemesini istiyor. Çatlı'yı gözaltına alan kişilerin dinlenmesinin karanlık bir takım olayları çözeceğini söylüyor. Bir ay sonra yanıt geliyor komisyondan; 'Dosyada böyle bir tutanak bulunamamıştır' diye. "Devletimi böyle bilmezdim bilsem o tutanağın fotokopisini alırdım" diyor şimdi.
Önemli olan şu. Bir dosya içindeki belgelerle yargılanıyor insanlar. Dev-Sol ya da Dev-Yol ana davalarında mesela yüzlerce belge kayıp ama savcılar hakimler bunu umursamıyor. Çünkü kafalarında bir şablon var. Netleşen ceza ve prosedür uygulaması var , başka bir şey yok yargılama namına. Tersten bakalım Çatlı ile ilgili bir belgenin dosyadan yok olması, çalınması hiç bir şekilde Bahçelievler Katliamı davasının devamında bir etki ortaya çıkarmadı. Yine Çatlı davada yok kişi oldu. Demek ki Türk adaleti yeri geldiğinde kimilerini 17 yaşında ipe götürmek için çabalarken kimilerini de dava dosyasından belge çalarak kurtarmaya çaba harcadı. Suçsuz ilan etti.
Ümit Kardaş, Emekli Hakim Binbaşı:
"Benim açtığım işkence davalarıyla ilgili şu gelişme oldu. Davaları açtıktan sonra benim gitmem konusunda baskılar yoğunlaştı. Lüleburgaz'a tayin edildim. Komutanlarla çatışmıştım. Sistem vardı. Sistemle çatışırsan sistem seni dışına atar. Kolordunun sorgulaması 300 - 500 metre ilerimizdeydi. Bizim uzağımızdaydı ama karargahtan orada yapılan işkencelerin duyulduğu söyleniyordu. Orada da adli müşavir vardı. Bunları biliyorlardı. Hatta sıkıyönetim komutanlarından bir tanesi, bana "sorguya siz girin o zaman" diye çıkışmıştı. Ben de "böyle bir sorguya nasıl gireyim" yanıtını vermiştim. Benim tek başına karşı çıkmam neyi ifade ediyordu bilmiyorum. Sonradan kulağıma geldi ki, bana orada "komünist savcı" adını takmışlar. Sistemi karşınıza alıyorsunuz. Bizim etimiz budumuz ne? Sistem oradaki komutan. Nasıl davranacağınızı zaten o açıktan söylüyor. Dolayısıyla işkence konusunda dava açmanız onlara garip geliyor, rahatsız ediyor." (...) "12 Eylül döneminde hukukçuların çok fazla günahı vardır. Öyle ki, Kenan Evren'e "hukuk profesörü" unvanları verildi. Tabii darbeler travma yaratıyor. Bürokrasiyi, yargıyı, siyaseti çok ciddi bir şekilde sarsıyor. Sonrasına bakın, askeri darbelere maruz kalmış siyasetçiler gelip yeniden yönetime oturdular. Demireller, Ecevitler bu kategoridedirler. Darbe döneminde üzerlerine yapışmış olan korkularını atıp olumlu bir şey yapmaları mümkün mü? Yargı da bundan nasibini aldı. Genelkurmayda verilen brifingi, hepsi ayakta alkışladı. Kenan Evren ve arkadaşları Diyarbakır Orduevine geldiklerinde hakimleri topladılar ve şöyle dediler: "Siz olaylara hukukçu gözüyle bakmayacaksınız. Başka bir durum var. Ülke tehlikede." Bu toplantıda ben de vardım. Bu brifinglerin amacı şekillendirmeye ve yönlendirmeye yönelikti."
M.D. 12 Eylül döneminde Askeri Yargıtay'da sivil yargıç:
1981 - 1989 yılları arasında Askeri Yargıtay'da görev yaptım. Bu sekiz yıllık süre içinde çok ilginç olaylarla karşılaştım. Örneğin Bahçelievler katliamı olarak bilinen Ankara'da 7 TİP üyesinin öldürülmesiyle ilgili dosyayı ben inceledim. O dosya son derece kabarıktı. Belki de şimdi 50 - 100 klasör olmuştur. Hiç unutmuyorum: Nova marka lacivert renkli, plakasının bir kısmı kartonla sahte olarak yazılmış bir arabayla iki kişi binaya giderler. Arabanın içinde ismini vermeyeceğim, herkesin bildiği şahıs kalır. İçeri girerler. İçeride yedi kişi vardır ve bu kadar insanı öldürmek çok zor olur. Önce hepsini bağlarlar. Ondan sonra ikisini alıp Eskişehir yoluna gider ve öldürürler. Tekrar aynı arabayla geri gelirler. Bu sefer sabaha yaklaşıldığı için 'ne yapacağız' diye düşünürler. Minderleri başlarına dayayıp kurşunla öldürmeye karar verirler. Kafalarına sıkıp giderler. Bu olaylar yaşanırken, olayın meydana geldiği evin karşısındaki bir evde üst katta devamlı bir ışık yanmaktadır. Orada bir polis memuru oturmaktadır. Daha sonra verdiği ifadelerde "Ben hiçbir şey duymadım. Ders çalışıyordum" der. Olay olduktan iki ya da üç gün sonra o mahalle sakinleri bir evde toplanırlar. Tesadüf eseri olarak o polis memuru da toplantıda vardır. Hanımın biri der ki: "Olaydan önce pazara gitmiştim, dönerken bir şahıs bir rakam söylüyordu. Bir kapı numarasıydı galiba." Toplantıya katılan diğer mahalle sakinleri atılırlar ve "Allah allah, olay tam o evde oldu. Sokak ve ev numarası tutuyor. Tanıyabilir misin" diye sorarlar.
Bahçelievler katliamı dosyasının içinde yarım sayfa bir belge vardı. O belge hatırlayabildiğim kadarıyla bir polis memuru ve bir bekçi tarafından imzalanmıştı. Nova marka arabayı kullanan, bu olayın bekçi bu yakalama zaptını imzalamış. Fakat bu yakalanan adamın ne olduğuna dair dosyada başkaca bir belge bulunmuyordu. Yakalandı da ne oldu? Serbest mi bırakıldı, kaçtı mı, tutuklandı mı; bu adama ne oldu? Dosyayı incelerken lacivert renkli Nova'da bulunan ve yakalandığı yönünde hakkında tutanak bulunan kişinin akıbetini merak etmiştim. Dosyayı paşaya götürdüm . "Bu adam yakalanmış ama sonrası yok" dedim. Paşa, "Biz önümüze gelen dosyayla ilgileniriz. Görevimiz soruşturma yapmak değil. O savcının işidir. Biz kendi işimize bakalım" dedi.
Susurluk kazası meydana geldikten sonra TBMM'de Mehmet Elkatmış başkanlığında kurulan komisyon bu konuları araştırıyordu. Ben komisyon üyelerinden birisine haber gönderdim. Dedim ki: "Siz Susurluk'u araştırıyorsunuz. Bunun başlangıcını bilebilmeniz için o dosyada, klasörlerden birisinde, yarım yaprak halinde, falan adamın yakalandığına ilişkin bir belge vardır. Hakkında hiçbir işlem yapılmamıştır. Yakalandı da ne oldu? Serbest mi kaldı, öldürüldü mü? Dosyayı açtırıp bu belgeyi bulun. Altında imzası bulunan polis ve bekçiyi çağırın. Kardeşim siz bu adamları yakaladınız mı? Kim size emir verdi? Önce buradan başlayıp çözmeye çalışın. Epey zaman geçti. Gönderdiğim habere yanıt geldi: Böyle bir belge dosyada yokmuş. Ben o dönemde devletin dosyalardaki belgeleri yok edebileceğini aklıma getiremediğim için o belgeden bir kopya alıp saklamayı da düşünememiştim.
( Arabada kalan şahıs Abdullah Çatlı'ydı. Ülkücü katliam sanığı Abdullah Çatlı, 3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen bir trafik kazasında öldü. Yıllardan beri aranan Abdullah Çatlı ile aynı araçta bulunan Emniyet Müdürü Hüseyin Kocadağ yaşamını yitirirken, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak kazadan yaralı kurtuldu.
2 Kastedilen kişi yine Abdullah Çatlı'dır.
3 M.D.'nin 'Paşa' dediği ancak ismini vermediği kişi, o dönem Askeri Yargıtay'da görevli olan ve tüm yargıçların üzerinde bulunan general rütbeli askeri yargıç.)
Sacit Kayasu, Emekli Savcı:
Kenan Evren hakkında hazırladığım iddianame bir buçuk ay kadar başsavcılıkta kaldı. Zaten iddianamenin hazırlandığı medyada yer almıştı. Başsavcılık iddianamenin akıbeti ile ilgili soruları "inceliyoruz" diye yanıtladı. Bir buçuk ay geçtikten sonra da hazırladığım iddianamenin şikayet dilekçesi olarak işleme konulduğunu ve Evren hakkında takipsizlik kararı verildiğini öğrendim. Gerekçeleri şuydu: İddianamenin şikayetçisi yok. Oysa iddianamenin şikayetçisinin olması gerekmez. CMUK, olayın aslının araştırılması ve yeterli delil bulunması halinde dava açılması hususunda savcıyı görevli kılmıştır. Savcı yeterli delil bulması durumunda dava açmak zorundadır. İddianameyi sadece Kenan Evren hakkında açtım. Çünkü diğer sanıkların adresleri ve kimlik bilgileri konusunda eksikler vardı. Zaman aşımı yaklaşıyordu, bunu kesebilmek için hızlı hareket etmem gerekiyordu. Kenan Evren hakkında açtığım davada iki ana suç vardı. Bunlardan birincisi 12 Eylül darbesinin kendisiydi. Diğeri ise 30 Ağustos 1980 günü işlediği suçtu.