Celal Kadri Kınoğlu... Sanatçılık bu olsa gerek diyorum Devlet Tiyatrosu Üsküdar Sahnesinde... Boris Vian'ın oyunu "İmparatorluk Kuranlar"ın bir yerinde yanındaki çantadan bir silah, bir savunma aracı çıkarmasını beklerken ben; o derece rahatlıkla ve de doğallıkla bir saksofon çıkartıp ne de güzel çalıyor. Burada mesele, ne olduğunu, nasıl kullanıldığını sonradan emek vererek ve beceriyle öğrendiğiniz bir enstrümana sizden bir parçaymış gibi davranabilme 'hali'.
Ardından bir oyunu öncesi konuşma ve "Sanat ne içindir, Mısır'da neler oluyor, Boris Vian'a göre anti militaristler neden orduya katılmalıdır" gibi sorular sorma şansı buluyorum.
En başından başlayalım. Bana kalırsa bir insanın var oluşu doğuşuyla değil de kendini estetik çizgiler içinde ifade edişi ile başlıyor. Sizin için bu ifade biçimi tiyatrodur diyebilir miyiz?
Tiyatro benim hayatımın çaresine baktığım şey. Yani tiyatro benim hayatımı estetize ediyor mu emin değilim ama tiyatro benim ruhuma, benliğime dünyada en iyi gelen çare. Çok canım sıkılır benim çünkü. Çocukluğumda da çok sıkılırdı, genelde de hala sıkılır.
O büyük can sıkıntısıyla baş etmenin bir yolu tiyatroysa başka bir yolu da edebiyattı her zaman için. Roman okumayı çok sevdim. İnsanı saatler boyunca çok derin duygularla bir masanın başında tutuk bırakan bir mutluluk.
İçinizde daha derinden sıkılan bir şeyler vardır. Yaşamak isteyen bir çocuk gibi. Böyle çırpınan bir kuş gibi. İşte benim onu mutlu etmem oyunculukla ve edebiyatla mümkün oldu. Sinemada ya da dizide değil. Durdurulamayan bir şekilde geçen bir saat içinde.
Orada başkasının hayatını kendi birikiminiz, duygularınız ve ruhunuz ile yaşadığınız bir süreç var. Komedi dram absürd tiyatro ne olursa olsun.
Peki içselleştirme serüveni nasıl oluyor, her rolü içselleştirir mi bir oyuncu?
Ben şuna inanıyorum her oyuncu gider o rolü kendi yaşar. Rol yapmak değil. Başkasının koşullarında sen olmak. Benim için gidip o hayatı yaşama şansıdır tiyatro.
Sitenizi incelediğimde Joyce sevdiğinizi görüyorum.
İlk 80'lerde Murat Belge çevirisinden Bir Genç Adam Olarak Portresini okudum. Bayılmıştım yani ilk okuduğumda bu bambaşka bir şey işte dediğim yazarlardan birisiydi.
O halde öyküler üzerinden gidersek mesela Türkiye'nin tek cümlelik kısa öyküsünü sizden istesem?
Pek eğitim almaya yanaşmayan bir çocuğun kaba saba ve bir yandan da aşırı duygusal biçimde heba ettiği geleceğidir.
Peki Oğuz Atay'ın en sevdiğiniz romanı hangisidir?
"Tutunamayanlar". O karşımıza çıktığında bu kadar büyük bir içtenlik; bu kadar çırpınan bir yazar. Sanki yazar kitabın tepesinde duruyordu. Bütün şakasını, dehasını, esprisini yeteneğini bir romana dönüştürmeyi seçmiş ve kendini durduramayıp gürül gürül yazıp o kocaman kitabı bırakmıştı. Bir insan kendisini gerçekten böyle ortaya koyabilir. Artık orada bir roman başarısından çıkmak lazım. İnsan orda kendini ortaya döküyor. Bilebildiği bütün kelimelerin yardımı ile.
Noktasız virgülsüz ünlemsiz cümleler var mesela ve boğuluyorsunuz. Boğulurken de bir yandan zevk duyuyorsunuz.
Bir romanı okuyup bir yazarı seviyorsunuz. Yazara bağlanıyorsunuz. O ve ondan sonra ortaya çıkan bütün kitapları, onunla ilgili yazılan bütün yazıları, ondan dolayı birbirini seven insanları, birbirine bağlanan insanları, aynı Tutunamayanlar ailesinin parçası olduğunu hissedip kendine acımalarını, birbirlerine tebessüm ederek hafifletmelerini. Ama bu geçti galiba?
Var, var.. Aynen devam
Yalnız bu bugün de hala varsa aslında gizli bir arabesk gibi.
Evet entelektüel bir arabesklik.
Entelektüel bir arabeskliğe denk gelmesini istemem aslında. Sanki o dönem kapanmalıydı. Bu kendine acıma konusu bizim milletimizin kurtulması gereken belalardan biri.
Arabeskin altında kendine acımanın artırılması gibi bir estetik ve ahlaki bir suç var. Bu istismar. Bir Türk dizisinde ya da bir Hollywood filminde nasıl acıklı bir konu abartılır, uzatılır, iğrenç bir biçimde duygusallaştırılır ve üzerinden para kazanılır.
Ayrıca ne münasebet sizin duygularınızı o metin tercüme etsin. Kelimelerin tamamı benzese bile sizin yaşamınızın anlamı farklı. Onlar farklı bir şekilde kederli bir şekilde yıkılıp kalmanın çocukları. Sen bir devrim düşüncesi içindesin. Hiç yapamazsan ve rastlamasan bile. Hangi özgürlükten bahsediyor ki arabesk?
Madem arabesk, acı falan dedik. Yaralanma meselesine geçsek ve Milan Kundera'ya... "İktidar sizi nereden yaralarsa orası kimliğiniz olur" diyor. Siz ne dersiniz?
İnsan nereden yaralanıyorsa oradan başarıya ulaşır. Çünkü nerenden yaralanıyorsan oradan düşünmeye başlarsın. Aşk yarası ise aşktan dolayı kimlik ise kimlik. Çünkü kendin üzerinden o problemi çözmek zorundasın. Acı çeken taraflarınız ile ilgili düşünmeniz dünyayı düşünmenize yol açar.
Bu sizi ister istemez bilinçlenmeye sürükler. Ve çalışkan ve iyimser olmak da mühim bu noktada. Derler ya, "Türkiye için umutlu musun?". Hiçbir zaman umutlu hissetmedim. Alt üst olan devrimler, geriye giden ülkeler. Koskoca Yunan vardı ne oldu da Ortaçağ geldi. Tarihin ileriye gitmediğini bir gün anlamak... Ben de zaten dünyayı sadece büyük yazarların tercümesi üzerinden çözüyorum.
Hem karşılaştırma, hem eleştirme hem de ekleme fırsatı elde ediyorsunuz.
Kültürel olanla da bağın kopmuyor. Politize olmadığınız için de bir an bir grupla beraber hazin bir sona doğru gitmiyorsunuz. Bir de şey var. Kundera okuduğum zaman da Floyd dinlediğim zaman da içinde bulunduğum politik grupların onları nasıl anlamadığı, "Güzel ama doğru değil" dediklerini gördüğümde, 80li yılların o çok kramplı solcu zamanlarında, anlayamamıştım. Bazı solcuların birilerini beğenmeyi kendilerine yasakladığını gördüğümde... Ya da Kundera çevrildiğinde kıyamet de kopmuştu yani... Bazı arkadaşlarımın ne kadar ahlakçı ve aşağıya çeken bir yanı vardı diye üzülmüştüm.
Devrim demişken, şu Mısırdaki olaylar?
Bir iktidar devrilmesi durumu insanın kulağına iyi geliyor ama gelenler ve İran örneği! E o zaman her devrimi bir devrimci baba gel sen de benim evladımsın diye nasıl bağrına basıyor bilmiyorum. Obama kim onu da bilmiyorum. Her devrimi bağrına basan bir baba var mı?
Çocukluğumuzun kitap kahramanlarından "Ayşegül"ü seviyorsunuz sonra mesela?
Ayşegül benim çevremde gördüğüm her şeyi andırıyordu. Hem çok benim hayatıma benziyordu hem de biraz daha güzeldi herkes. Bir çocuk olarak bende başlayan batı hayranlığını kışkırtan imajlardan biriydi.
Devam mı peki bu batı hayranlığına?
Şöyle söylemeliyim: Batı düşmanlığı hiçbir zaman olmadı, öyle bir anı yaşamadım. Nazım Hikmet'i Paris'te oynadığımda da Rusya'da oynadığımda da mutlu oldum çünkü kimseyle savaşmıyorum. Ayrıca adamları severek de okuyorum. Doğu tarafı zayıf bile kalmış olabilir hatta.
Edward Said de seviyorsunuz ama?
Said seviyorum, çok okudum ama çok da barışık değilim galiba. Beni hep etrafımdaki insanların tembelliği, yavaşlığı umursamazlığı ve aldırışsızlığı, birden vahşi bir şekilde gaza gelişleri, yer yer pisliği, yer yer düşüncesizliği, korkunç bir şekilde töreye bağlı kalarak birini linç edecek olmaları üzüyor. "Böyle bu doğu yok, o doğuyu batı yarattı" diyor Said, yani umarım haklıdır.
Sanat ve politika arasındaki ilişki ne olmalı sizce? Nerede durmalılar, ne derece yaklaşmalı ya da uzaklaşmalılar birbirlerine?
Sanatın politize olduğu oluyor evet bazen bazı dönemlerde de bu artıyor.
Tiyatro oyunu izleyicide nasıl bir etki bıraktıysa misyonunu tamamlamış diyebiliriz?
Gördüğü şeye inandıysa, ikna olduysa onda saygıyla karışık bir tür coşkuya neden olduysa tamamdır yani.
Sanat ne içindir o halde?
Tam o anı yaratmak için. O an bir şey görüyorum, okuyorum ya da hissediyorum. Bu beni, bende olduğunu bildiğim ama neresi olduğunu ifade edemediğim bir yerlere götürüyor. Evet, bu benim ve ben de buna sahibim ama birazdan bu oyun bittiğinde benden alınmasın ne olur. Bunun peşine düşmeliyim diyen adam da sanatçıdır, o oyun da oyundur işte.
Ve her insan bu etkiyi yaratma kabiliyetine de sahip aslında. Sadece hayatını, enerjisini ona kullanmadığı için bunu keşfedemiyor. Ama eminim o kadar ilgilense bir yerlere varır. Bir başyapıt yaratması şart değil. Her insanın hayatında amatörce de olsa tiyatronun olması gerekiyor.
İzleyici olmak yeterli galiba! Çünkü siz bu sezon Devlet Tiyatrolarında oynadığınız İmparatorluk Kuranlar oyununun bir sahnesinde saksafon çalacakmışsınız. Bense kutudan bir savunma aracı çıkacak sanıyordum. Ben orada olsam herkes bilirdi ki o kutudan saksafon çıkacak.
Ama bu bende var sizde yok olduğu için değil, benim bunu 25 yıldır yapıyor olmamdan kaynaklanıyor.
Yok, kesinlikle yılla değil ödüllendirilmiş olmanızla alakadar.
Burada sen muhafazakâr davranıyorsun. "Sizler ödüllendirilmişsiniz ve biz hep bilet almak zorundayız." Bugün piyano çalmaya başlasan hemen klasik bir eserle başlayamazsın belki ama senelerini emeğini verirsen bunu başarırsın, e tabi çok büyük bir ritim problemin yoksa. "Sanat büyük sanatçıların tekelindedir, halk girmemelidir" olmamalı.
Elitist duruşunuzu kaybediyorsunuz o halde burada.
"İnsanlar iyi şeylere layıktır ve herkese bu armağanlar sunuldu, insan bunun peşinden gitmeli" diyorum ben. Ama senin oynadığın tiyatro yüzde doksan korkunç olacaktır ve ben de berbattı demekten geri durmam. Ama senin aldığın keyfi de senden kimse geri alamaz.
Doğru, insan kendi kendine şarkı söylerken bile ne keyif alıyor. Oyundan devam edelim öyleyse. Oyun kahramanlarından "baba"nın, "Merdiven varsa çıkmak zorunda olduğumuz için vardır, yoksa burada işi ne" tavrını basitçe Pollyannacılık olarak değerlendiriyorum. Siz oynayan ve yazarı tanıyan biri olarak ne dersiniz?
Vian oyunda "Kendini aldatanlar ve yalanlarla yaşayanları hayat affetmez" diyor. Ama acı olan şu ki kızları, anne ve babasının yalanlarla yaşadığını fark ediyor ve tehlike var diyor. Ancak kızı feda ediyoruz. Söyleyeceklerini söylüyor ve 'bir yere' doğru itildiğini fark ediyor. Dönüp de bir kere daha baktığında da belki de yüzümüze son bir kez tükürüyor. Kız o kapının ardında kurtulmuş da olabilir yok olmuş da.
Bu aile ellerinde avuçlarında başka hiçbir şey kalmamışken bile Venedik mobilyası ile övünen bir aile. Belki de bu insanların var oluş şekilleri, seçtikleri bu. Niye eleştiriyoruz, daha doğrusu neyi eleştiriyoruz?
Biz onların hayatı anlamamalarını eleştiriyoruz aslında, mobilyalarını burjuvalıklarını değil ki.
Peki "anti militaristlerin orduya neden katılmaları gerekir" mevzusu?
Orada Boris Vian'ın dehası hepten ortaya çıkıyor. Bu oyunu bir gecede yazmış zaten. Öyle bir noktaya geliyor ki metin, "Her anti militarist orduya katılmalıdır" diyor. Eğer böyle olursa üç şeyi birden başarmış olacaktır.
Bir kere düşmanın sinirini bozacaktır. İki ülkesinde pek sevilmeyen bir adam haline gelecektir çünkü farklı üniforma giyenler birbirlerini çekemezler. Üç ve en önemlisi, kendisini nefret ettiği bir ordunun parçası haline getirecektir ve böyle bir ordu kanser olmuş demektir ve karşısına gerçek vatanseverlerden oluşmuş bir ordu çıktığı zaman ne yapacağını bilemez.
E bu bizim bildiğimiz klasik a, b, c, d yaklaşımını aşan bir yaklaşım tabii. Bu artık bir politik metin de değil ancak bir şiirde, bir bilinç akışı çılgınlığında mümkün olur. Mesaj ne mesaj ne diyen seyirci bununla baş edemez. Ve böyle bir oyun, bir okurdan, bir oyuncudan ziyade yönetmene çok büyük bir alan sunuyor.
Yazar da zincirlerinden boşalıyor, oyuncu için de çok büyük bir olanak var orada. Ve her gece farklı bir şekilde yeniden yaşanıp ortaya konmaya müsait bir malzeme var son yirmi, yirmi beş dakikada.
Şu oyunda gerçeği haykıran, fısıldayan ve huzur kaçıranlar; şümürzler ve onların çıkarttıkları sesler... Ailenin yok saydığı, kızın ise duymaktan vazgeçemediği... Sizin 'şümürz'ünüz nedir peki dünyada? Kulağınızı en çok tırmalayan, sussa artık dediğiniz ses?
Reklamlar. En rahatsız olduğum şey o. Reklam beni iğrendiriyor. Her şey kendisinden fazla ve başka olmaya çalışarak reklama dönüştürülüyor bir yandan da. Sadece reklamlar da değil bütün bu abartılan anlamlar, kişiler.
Umarım bir gün bir romanın içinde reklam görmeyiz. Her şeyin bir fiyatının olduğu her şeyin satılır olduğu ve bir varoluş problemi yaşadığı, duygusuzlaştığı ve anlamını kaybettiği bir dünyaya tahammül edemiyorum. Çocuğuma inanılır bir dünya bırakmak derdindeyim.(BB)