Manşet Fotoğrafı: Agos/Abdulla Sert arşivi, Anna Maria Beylunioğlu'nun fotoğrafı Berge Arabian
Duyunca biraz şaşırdım. “Nasıl yani Antakya’da Rum Ortodokslar mı varmış?” diye düşündüm belki bir çokları gibi.
Sonra sözü edilen Nehna.org içinde gezindikçe neredeyse bir azınlık içinde kalmış azınlık bir toplumu ve kültürlerini yakından tanıma şansını yakaladım.
Bu arada Nehna*, Antakya, Suriye ve Lübnan’da konuşulan Arapçanın Şam lehçesinde “biz” demek.
Nehna.org’un emekçileri de 6 Antakyalı Ortodoks. Nehna.org’un amacı Antakyalı Ortodoksların tarihini, kültürünü araştırmak ve yaşatmak.
Sitede, Antakyalı Ortodoksların güncel toplumsal sorunlarının yanı sıra yemek kültürü, müziği, dini yaşantısı ve tarihi üzerine yazılar ve röportajlar yer alıyor.
Nehna.org’u altı kişilik ekipten Anna Maria Beylunioğlu ve Mişel Uyar bianet’e anlattı: “Nehna’ya katkı sunan yazarlarımızı ayrımcı bir söylem içermediği sürece tüm görüşlere yer verecek şekilde çoğaltmak istiyoruz. Bu çerçevede, bizim toplumumuza değen her konuda bize yazmak isteyenleri Nehna’ya bekliyoruz.”
“Antakya’da Ortodokslara dair yazılı bilgiler az”
Nehna.org fikri nasıl ortaya çıktı?
Anna Maria Beylunioğlu (A.M.B.) - Türkiye’de yaşayan gayrimüslimler deyince akla genellikle İstanbul Rumları, Ermeniler ve Yahudiler gelir.
Son 20 yıldır bu üç cemaat dışında kalan cemaatlere dair de gerek akademik gerek de popüler bir literatür oluşmaya başlasa da Antakya ve çevresindeki Ortodoks topluma dair yazılanlar, bu cemaate dair güçlü kültürel ve tarihsel öğeler de göz önüne alındığında, halen yok denecek kadar azdı.
İstanbul’da da aynı dini ritüeli paylaştıkları ama sosyo-kültürel anlamda farklı oldukları İstanbul Rum Ortodoks cemaati içinde düşünüldüğünde de sesleri yer yer eriyip gidiyor ya da hepten yok sayılıyorlardı. Ekipteki herkes bu cemaatin kültürel öğeleri, tarihi ve güncel sorunları üzerine eğilen ortak bir çalışma yapmamız konusunda hemfikirdi.
Ekipte kaç kişi var ve bu ekip nasıl bir araya geldi?
Mişel Uyar (M.U) - Ben İskenderun’da doğdum ve üniversite yıllarına kadar İskenderun’da yaşadım. Çevremizde genellikle bizim cemaatten insanlar vardı. Kilise vakfının düzenlediği etkinliklere arkadaşlarımızla katılırdık.
Ayrıca Pazar günleri kiliseye gider, arkadaşlarımızla buluşurduk. Bu bizim için ibadetten çok, bir arkadaş etkinliğiydi. Hatta sadece Rum Ortodoks Kilisesi değil, zamanımızın büyük bir kısmını da Latin Katolik Kilisesi’nde de geçirirdik. Onların fiziksel imkanları bizim kiliseye nazaran daha fazlaydı.
Ekibimizden Can Terbiyeli’yle o zamanlardan beri tanışırız. Daha sonra üniversite hayatı başladı. Bu süreçte toplumumuza daha fazla ilgi duymaya başladım. Arap mıyız? Rum muyuz? Yunan mıyız? Mesihi miyiz? Nasrani miyiz? Her sorduğum kişi farklı bir cevap verirdi. Can Terbiyeli’yle zaman zaman buluştuğumuzda bunlar üzerine konuşurduk.
Sonra öğretmen olarak İstanbul’da çalışmaya başladım ve azınlık medyasıyla daha yakından tanışma fırsatım oldu. Daha sonra Anna Maria Beylunioğlu ile Arap Dilli Doğu Ortodoksları kitabı vesilesiyle tanıştım. Sosyal medya üzerinden Ferit Tekbaş ile tanıştım. Bilgi Üniversitesi’nin bir çalışması sırasında Ketrin Köprü ile tanıştım. Son olarak Emre Can Dağlıoğlu ile tanıştık.
Birbirini neredeyse hiç tanımayan ancak aynı kaygıları taşıyan altı kişi farklı zamanlarda tanışarak kültürümüzü, tarihimizi, bölgemizi tanımak-tanıtmak için yaklaşık iki yıl önce çalışmaya başladık.
A.M.B. - Benim için de her şey İstos Yayınevi’nden çıkan Arapdilli Doğu Ortodoksları kitabımızın hazırlık sürecinde ciddiyet kazandı. Mişel’in de ifade ettiği gibi ait olduğumuz bu cemaat ile ilgili öncelikle kendimizi tatmin edecek kaliteli bir proje yaratma konusunda fikir alışverişinde bulunuyorduk.
Daha sonraları Ferit Tekbaş ile yollarımız kesişti. Kendisi öncelikle bir gazete fikri ile ortaya çıktı ve ısrarcı oldu. Onun teklifini konuşmak için altı kişi bir araya geldik.
Ekibin tamamı Antakyalı Ortodoks mu?
M.U. - Ekibin hepsi geniş anlamda Antakyalı Rum Ortodoks. Geniş anlamda derken Antakya’yı bir bölge ve Antakya Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin sınırlarının Türkiye içinde kalan parçası olarak görüyoruz, yani Antakya, İskenderun, Samandağ, Altınözü, Arsuz ve Mersin. Geçmiş dönemlerde Tarsus, Adana ve Yayladağı’nda da ciddi nüfusumuz varmış.
A.M.B. - Evet, Mişel’in de dediği gibi hepimiz Antakyalı Ortodoks’uz ama yazar kadromuz daha geniş. Bu kısımda bu cemaate değecek her konuda katkı sağlamak isteyen tüm bireylerden katkı almayı umuyoruz.
Peki “Nehna” ne demek?
M.U. - “Nehna” Arapçanın Şam ve Lübnan’da konuşulan lehçesinde “biz” demek. Türkiye’de birçok azınlık grubunun kendi sorunlarını, kültürünü, tarihini anlatabildiği sivil platformları var. Biz de “biz” i anlatmak için “nehna” ismini kullanmayı seçtik.
İçeriğe dair de bilgi verir misiniz?
A.M.B. - Daha önce belirttiğimiz gibi, bu toplumun kültürüne, tarihine ve güncel sorunlarına dair bir külliyat oluşturma çabasıyla yola çıktık. Bu nedenle nehna okurları, tarih, toplum, inanç ve müzik, yemek, fotoğraf, şiir gibi kültürel öğelere dair yazılar ve röportajlar bulacaklar sitede.
Güncel meselelerimiz arasında toplumun kimlik algısına, yani kabaca tabiriyle Rumluk/Araplık tartışmasına değineceğiz. Bir de diğer dini/etnik cemaatlerin yaşadığı gibi tüzel kişiliğin olmayışına dayanan sorunlarımız var. Tarih kategorisindeki yazılar ve röportajlarda 1939’da bölgenin Hatay ismi ile Türkiye’ye katılımı ve özellikle bu dönemde ve sonrasında yaşanan göç olgusunu ve çok gündeme gelmeyen Varlık Vergisi gibi tüm Müslüman olmayan toplulukları olduğu gibi bu bölgedeki Ortodoksları da etkileyen azınlık politikalarını gündeme taşıyacağız.
Bunun yanında, gerek Türkiye’de, gerekse de yurtdışında cemaatimizin bağlı olduğu kiliselerin sivil ve dini liderleriyle röportajlarımız olacak.
“Tüm azınlıkların yaşadığı sorunları biz de yaşıyoruz”
Antakyalı Ortodoksların nüfusuna dair bilgi verir misiniz?
A.M.B. - Net bir rakam telaffuz etmek gerçekten çok zor. Türkiye’de genel olarak dini azınlıkların sayılarına dair resmi bir bilgiden bahsedemiyoruz. Antakya ve çevresi için 7 bin, bazen de 9 bin kişiden bahsediliyor. Antakya Rum Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı Fadi Hurigil’in Nehna’da yer alan röportajında ifade ettiği gibi yurtdışındakilerle birlikte düşünüldüğünde yirmi bin rakamı telafuz ediliyor.
M.U. - Nüfus konusu çok karmaşık. Buna net bir rakam vermek gerçekten çok zor. Antakya çevresi dediğimiz alanda Anna'nın verdiği istatistik yaklaşık bir sayı veriyor. Ancak Türkiye'de, özellikle İstanbul'da rakam vermek çok zor. İstanbul Rumlarından daha kalabalık olduğu kesin. Hatta Rum okullarındaki Antakyalı Rum öğrenci sayısı daha fazla.
Bizim toplumun beyaz yakalılarının çocuklarını Rum okullarına gönderme oranı daha az. Yurtdışında ise sayı çok daha fazla. 1939 sonrası göçle ilgili sayılar da tahminden ibaret. 1960 sonrası göç için de rakam vermek çok güç. Sadece şunu söyleyebiliriz. Sadece Almanya'nın Frankfurt'a bağlı Butzbach semtinde çoğunluğu Samandağlı olmak üzere 200 civarı hane olduğunu biliyoruz. Ayrıca, tüm Avrupa ülkelerine ve Kuzey-Güney Amerika'ya da ciddi bir dağılım söz konusu. Kısacası diasporadaki nüfusumuz buradaki nüfusumuzun çok üstünde.
Peki Ortodoksların (Antakya’daki) sorunları neler? Siz buna dair gözlemler ve çözüm önerilerine dair bir bilgiye sahip misiniz? Paylaşır mısınız?
M.U. - Aslında tüm azınlıkların yaşadığı sorunları biz de yaşıyoruz. Ayrıca vakıf başkanlarıyla da röportajlar yaparak bu konuda onların da fikirlerini alıyoruz. Anadilimizin (Arapça) kullanımının azalmasından tutun da mülkiyet sorununa oradan azınlık okulları sorununa kadar hepsi bizim de sorunlarımız.
Örneğin, bölgemizde şu anda bir azınlık okulu yok. Kayıtlarda 1939’a kadar okulların olduğu söyleniyor. Ancak bölge Türkiye’ye katılınca okullar da kapanıyor ve açmak için bir girişim de yok. Ayrıca özel olarak “Hatay”ın Türkiye’ye katılmasıyla da bazı mülkiyet sorunları yaşanıyor. Bildiğiniz gibi, Türkiye’deki azınlık vakıflarının mülkleri 1936 Vakıflar Beyannamesi’yle bağıtlanmış.
Ancak “Hatay” o dönemde Türkiye sınırları içerisinde olmadığı için doğal olarak oraya ait bir beyanname yok. Bu konu, o dönemde kiliseye vakfedilmiş mülklerde büyük sorunlar çıkardı.
Bildiğim kadarıyla o mülklerin akıbeti hala belirsiz. Ayrıca, 1939’da Hatay’ın Türkiye’ye katılmasıyla beraber ciddi bir göç dalgası yaşandı. Göç edenlerin bazıları, mülklerini kiliseye vakfetmiş olsalar da vakıflarımız bunları kullanamadı ve kamu tarafından istimlak edildi.
Ayrıca yaşadığımız diğer önemli sorun da halen yaşanan göç. Göçü üç şekilde tarif etmek gerekir. Birincisi, ülke içinde (özellikle İstanbul’a) göç.
Gençlerin iş imkânı açısından İstanbul’a göçü özellikle son yıllarda yoğun şekilde yaşanıyor. Ayrıca İstanbul’a Rum Ortodoks kiliselerinde çalışmak için gidenlerin sayısı da epey fazla. Bu göç türü yoğunluğu azalsa da sürüyor. İkincisi, Körfez’deki Arap ülkelerinde çalışmak için göç.
Burada kalıcı olarak orada yaşamak değil. Amaç Türkiye’de iş kurmak, ev kurmak için yeterli birikimi sağlayıp Antakya’ya geri dönmek. Orada çalışanlar gerçekten çok ağır şartlarda yaşıyorlar. Hem Körfez ülkelerinin yabancı işçilere karşı takındığı tutumdan hem de ülkelerin dini yaptırımlarından dolayı büyük zorluklar çekilmekte.
Gidenlerin neredeyse hepsi Müslüman gibi davranmak zorunda olup kimliğini patronlarından ve devlet yetkililerinden gizliyor. Üçüncüsü ise 1960’larda başlayan ve hala süren Avrupa’ya göç. Burada da hem ekonomik hem de yaşam şartlarından kaynaklı bir göçten bahsedebiliriz.
“Çekingen davranıyoruz”
Maalesef Antakyalı Ortodokslar Türkiye’de pek bilinmiyor. Sizce bunun özel bir nedeni var mı?
M.U. - Bence bunun iki ana sebebi var. Birincisi Türkiye’de sosyal, bilimsel, akademik her şeyin başkentinin İstanbul olması. Ayrıca neredeyse tüm azınlık nüfusunun çok ciddi bir kısmı İstanbul’da yaşıyor. Ancak, bu durum bizim açımızdan pek geçerli değil. Bizim nüfusumuzun çok büyük bir bölümü Antakya çevresinde yaşıyor.
Bu da İstanbul merkezli bir Türkiye’de daha az “bilinmeye” yol açıyor. İkinci neden ise 1939’da yatıyor. Daha önce belirttiğim gibi, “Hatay”ın Türkiye’ye katılması ile beraber büyük bir göç dalgası yaşanıyor. Her ne kadar rakam veremesek de şu anda Antakya çevresindeki tüm Rum Ortodoksların Suriye, Lübnan ve Amerika kıtasında 1939’da göç etmiş akrabaları var.
Bunun dışında tamamen göç etmiş aileler de var. Özellikle, bölgenin daha entelektüel ve şehirli-okumuş kısmının daha fazla göç ettiği biliniyor. Bilhassa, dönemin büyük merkezleri Antakya ve İskenderun’da göç daha fazla hissediliyor.
Daha kırsal kesimler olan Samandağ ve Altınözü’nde göç daha az yaşanıyor. Belki bu göç olmasaydı, Türkiye toplumunun daha fazla tanıdığı bir topluluk olurduk. Bu arada 1939’daki göçle ilgili şu ana kadar ciddi bir çalışma yapılmış değil. Bu göç sadece Rum Ortodoksları da kapsamıyor.
Örneğin, o dönemde bölgede yaşayan Süryanilerden şu anda kimse kalmamış. Ermenilerin çok küçük bir kısmı hariç büyük nüfusu gitmiş. Yahudiler de keza aynı. Arap Alevi nüfustan da giden çok büyük aileler var. Yani 1939, bölgenin demografik yapısını tamamen değiştiriyor.
A.M.B. - Antakya’da çok da kendimizi anlatma ihtiyacı duymamışız aslında. Önceleri ekonomik nedenlerle, daha sonra ise eğitim için de geldiğimiz İstanbul’da İstanbul Rumları ile karşılaştığımızda bir kimlik kargaşası ve yer yer de çatışması yaşamışız. Ama burada da çoğunlukla ekonomik kaygılarla sesimizi çıkarma konusunda çekingen davrandığımızı söyleyebilirim.
Türkiye’nin farklı illerine dağılmış Antakyalı Ortodokslar var mı sizce?
A.M.B. - Elbette var. Mişel’in de belirttiği gibi Antakyalı Ortodoks deyince Antakya bölgesi sınırlarından taşan bir cemaatten bahsediyoruz. Antakya Rum Ortodoks Patrikanesi’nin etkisinde olan İskenderun, Samandağ, Altınözü, Arsuz ve Mersin’de yaşayan cemaati de düşünmek gerek.
Tabii, bu bölgelerden yurtdışına ve yurtiçinde farklı şehirlere ekonomik ve eğitim gibi sebeplerle göçler olmuş. Zaman içerisinde Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerde de kök salınmış. İstanbul’da bugün yoğun bir nüfus olduğunu söyleyebiliriz.
“Bize yazmak isteyenleri bekliyoruz”
Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir?
A.M.B. - Nehna’nın kurulma sürecinde ve kurulduktan sonra, sadece Antakyalı Ortodokslardan değil, bölge insanından ve bölgeden olmasa da Antakya’yı seven ve daha fazla anlamak isteyen birçok kesimden olumlu tepkiler aldık.
Olumsuz tepkiler, eleştiriler de oldu elbette, fakat ben açıkçası bu kadar yoğun bir destekle karşılaşacağımızı düşünmüyordum.
Belli ki önemli bir boşluğu doldurmuşuz. Bu enerjiyle daha sıkı sarıldık Nehna’ya. Uzun soluklu olacak bir projenin ilk adımlarını atmış olduk böylece. Nehna’ya katkı sunan yazarlarımızı ayrımcı bir söylem içermediği sürece tüm görüşlere yer verecek şekilde çoğaltmak istiyoruz.
Bu çerçevede, bizim toplumumuza değen her konuda bize yazmak isteyenleri Nehna’ya bekliyoruz. (EMK/AÖ)