Nemli, sıcak hava Anne-Christine'le beni camın önüne mıhlamış, her yanımız uyumuş sanki. Dışarıda her gece olduğu gibi gürültü; barlardan, restoranlardan yükselen birbirine karışmış, anlamsızlaşmış sesler. Birden silkiniyorum. Kalkıp CD'ye Kal Hoo Na Hoo'yu takıp sesi açıyorum.
Hindistan'daki dört ay boyunca gün yoktu ki bu filmin müzikleri bir yerden yükselmesin. Anne-Christine kulaklarına inanamayarak, gamzeli gamzeli bir gülümsemeyle zıplıyor yerinden. Kal Hoo Na Hoo, standart Bollywood özellikleri gösteren, bir aşk-elem-acı-ve-keder, 'bu hayatta olmadı sevgilim, diğerinde buluşuruz' filmi.
Bizi canevimizden yakalamasının asıl sebebi ise New York'da çekilen bu Hint filminin, ikimizi de bir anda sauna kıvamına gelmiş Manhattan'daki vagon dairemizden Yamuna'nın, Hindistan'ın göbeğine ışınlamış olması.
Yeni Delhi'den sonra Yeni York... Doğunun zaman kavramına metelik vermeyen, sırtını dayadığı karma fikrinden, Batının vaktin nakit, yaşanacak hayatın tek olduğu, 'ben'in imparatorluğuna yolculuk sadece bir mekansal geçiş değil, aynı zamanda bir düşünme, anlama, görme şekli metamorfozu.
Bütün bu gel gitler içinde yavaş yavaş şekilsizleşmenin, uçuculaşmanın keyfini çıkarmaktayız. Manhattan'ın orta yeri Yamuna!
A kesişim B = Evrensel küme!
Aslında Yamuna şu andaki koşullardan fazlasını sunuyordu. Dışarıdaki dünyaya kapınızı kapatıp, fanınızı açıp en fazlası özel alanınızı kertenkelelerle paylaşma lüksünüz vardı.
Şimdi ise Greenwhich Village'daki bu vagon şekilli apartman dairesi, birbirinin içinden geçmeli, kişisel alanların kesişim kümesinin evrensel kümeye eşitlendiği bir ortamda, yüzde yüz paylaşımsal bir hayatı gerektiriyor.
Bu mastır programına başladığımızdan beri ilk defa bir Avrupalı ile böylesi bir deneyim yaşıyoruz, üstelik de bireyselciliğin zirvesi Amerika'da.
Belçikalı Valon arkadaşım Anne-Christine ile birlikte yaklaşık 20 gün kadar evlerimizde kalıp, toplanıp gelmiştik New York'a. O, gelmeden önce tutmuştu bu evi. Benim ise buraya yerleşene kadar iyice bir çırpınmam gerekti. Herhalde gittiğimiz diğer yerlere kıyasla refah koşulları tavana vurmuş bu ülkede son bir yılın en krizli yerleşme dönemimi geçirdim.
Parkeleri koca koca delikli, bastıkça gacır gucur eden, sallanan, sarsılan bu eve okkayla para veriyoruz. Banyoda duşun ve lavabonun olmaması, yemek pişirmeye kalksak, kokuların yatakların üzerine sinecek olması, bir penceresinde hiç cam olmaması evin fiyatını düşürmüyor aksine, sanki bohemlik oranını arttırdığı için prim bile yaptırıyor!
60'lardan bu yana el değmemiş sanki bu eve. Duvarları kırmızı tuğlalı, ışıkları ipli, pencereleri tahta çerçeveli, yukarıya doğru sürülerek açılan. Bir duvar piyanosu bile var. O bile öyle hüzünlü ki... Kapağı yok, üstünde ise bizim ıvır zıvırlarımız durmakta.
Belli ki, onu oradan çıkarmak ve aşağı taşımaktansa orada çürümeye bırakmış sahipleri. Pencerenin önündeki iki büyük sandalye, aşağıdaki barlardan, restoranlardan gelen gürültüyü dinlediğimiz, o sesin fonunda sohbet ettiğimiz evin en şirin köşesi. Dışardan gelen ses, geceleri saatin kaç olduğunu unutmamıza neden oluyor en çok.
Ev; işten ve gezmekten kalan vakitlerimizi geçirdiğimiz bu yer, aslında burada kalacağımız kısa süre göz önünde bulundurulduğunda çok da önemli değil. Dışarıdaki hayat ise müthiş tezatlarla dolu.
Malum buraya staj yapmaya geldik ikimiz de. 50 ülkeden yaklaşık 150 kişiyle beraber Birleşmiş Milletler'in koridorlarını arşınlıyoruz her gün. Daha buraya gelmeden, bir e-posta grubu kuruldu, oraya mesajlar atılmaya başlandı, gelir gelmez de günde neredeyse 30-40 mesajın atıldığı bir iletişim oburluğu haline geldi mesaj grubu.
Kültür kolları vs. kuruldu. Haftanın her günü bir başka barda 'mutlu saatleri' yakalayıp, iş çıkışı ucuz içki turları düzenlendi. Staja başladığımızdan beri bu gruba pek takılamamıştım, kültürel bir eksiklik zahir, işten çıkıp içki içip rahatlamak gibi bir alışkanlığım olmadı hiç, kaldı ki, öyle büyük stresler altında ezildiğimizi de pek zannetmiyorum.
Central Park ve Madam Butterfly
Geçtiğimiz günlerde Kültür Kolu, Central Park'taki 'Madam Butterfly' operasını dinlemeye gideceğimizi duyurdu. Sonunda asosyalliğimi aşıp gitmeye karar verdim. Yaklaşık 40 kişi kadar toplandık, grup halinde hantal bir beden olarak olay yerine iki saatte ancak vardık ama alışmışım zahir hiç rahatsız olmadım bu hantallıktan. Uzun uzun yiyecek, içecek alışverişleri yapıldı, o an pek anlamadım, alt tarafı basit bir şeyler alınacak sanıyordum.
Neyse, sonunda vardık parka. Amaaaannnn, bir de ne göreyim, millet yerlere örtüler sermiş, tam takım bardaklar, şaraplar, biralar, yiyecekler, küçük piknik masaları bile getirenler var. Herkes bir güzel yayılmış yemyeşil otların üzerine.
Operanın sahneleneceği yer neredeyse ufukta ışıklı bir nokta halinde. Herhalde büyük ekranlar olacak, ekrandan izleyeceğiz diye düşünüyorum, ama sadece hoparlörler görüyorum. Etrafa bakınıyorum anlamaz anlamaz.
Millet birbirini bulmak için cep telefonlarına sarılmış, fakat alan herhangi bir referans noktası olmaksızın o kadar büyük ki... Herkes elinde telefon dört dönüyor birbirini bulmak için. Örtüler seriyor grubumuzdakiler, yiyecekler diziliyor birer birer, içkiler, meyve suları vs.
Kahkahalar ve cep telefonlarıyla opera
Biraz sonra opera başlıyor. Hoparlörlerin dibine oturmuşuz, kulaklarımızda bangır bangır bir ses. Fakat beş dakika sonra, sese alışınca fark ediyorum ki, aslında ses arka planda kalıyor.
Operanın sesi, insanların kahkahalarına, cep telefonu ve top seslerine karışmaya başlıyor. Böylelikle anlıyorum ki, opera süper bir çerez. Tereyağına bandırılmış mısır patlağı, badem kızartması, patates cipsi gibi bir çerez. Üstelik de en prestijli cinsinden.
-'Dün ne yaptın?'
-'Central Park'da Madam Butterfly'ı izlemeye/dinlemeye gittim'.
Sanatın, sanat üretimi için yapılmış binalara tıkılmasının bir araz olduğuna şüphe yok ama aile pikniğine, beyzbola fon müziği olmasının da daha az sorunlu olduğunu hiç zannetmiyorum.
Herkes çok mutlu mesut halinden, ben ise bir an evvel eve gitmek istiyorum, bu tablo kafamı çok karıştırıyor. Böylece ilginç bir yüzleşme yaşıyorum Amerikan kültürü denen şeyle. Neden sonuç ilişkilerinin anlamsızlaştığı noktada bu kadar afallayacağımı tahmin etmiyordum galiba.
Eve geldiğimde, Anne-Christine'in de bir başka faaliyetten fena halde canı sıkılmış vaziyette erken erken eve döndüğünü görüyorum, ne yalan söyleyeyim pek mutlu oluyorum! (TS/NM)