Yıllar önceydi. Henüz ülkelerindeki iç savaş nedeniyle Suriyelilerin evlerini, mallarını, mesleklerini, kimliklerini, emeklerini, hatıralarını bırakıp Türkiye’ye sığınmak mecburiyetinde kalmadıkları zamanlardı. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde mültecilerle ilgili bir toplantı yapılıyordu. Gösterilen belgeselde bir günlüğüne mülteci olmayla ilgili empati yapılması isteniyordu.
“Bir sabah uyanıyorsunuz ve bugüne kadar sahip olduğunuz her şeyin bir anda yok olduğunu görüyorsunuz. Her taraf bombardıman altında. Eviniz, sokağınız artık sizin değil. Bir işiniz olmadığı gibi aldığınız eğitimin de hiçbir kıymet-i harbiyesi yok ve yaşadığınız toprakları terk etmek zorundasınız.
“Gittiğiniz yerde artık insan değil her türlü insanlık dışı uygulamanın reva görüldüğü, itibarsız bir hiç olarak, bir yaratık muamelesi görüyorsunuz.”
Empati yapmak için üzerine düşünmek bile can sıkıcıydı.
Bugün yine bir empati yaparsak: 20 yaşında evli bir kadınsınız. Bir çocuğunuz var ve savaş nedeniyle ülkenizden ayrılmak zorundasınız. Kendiniz için olmasa bile çocuğunuzu düşünmeniz gerek. Dilini, kültürünü bilmediğiniz bir ülkede hayata tutunmaya çabalıyorsunuz. Üç kuruşa en ağır işlerde çalıştığınızdan yaratılan ucuz işgücü nedeniyle bir başkasının ekmeğine engel olduğunuz için kin ve nefret dolu bakışlar üzerinizden hiç eksik olmuyor.
Yerlerini daraltıyorsunuz, görüntüyü bozuyorsunuz, aç gözlerle baktığınız restoranların camından çok rahatsız edicisiniz, araçların önüne fırlayıp dilenerek can sıkıcısınız, keşke hepiniz ölseniz. İkinci çocuğunuza hamilesiniz. İki gün sonra doğum yapacaksınız. Kocanız çalıştığı tavuk fabrikasında gece vardiyasına kalmış. Aniden kapınız zorlanıp kırılıyor. İçeri gözü dönmüş iki mahlukat giriyor. Sizi on aylık çocuğunuzla birlikte kaçırıyor. Ormanlık bir alana götürüyor. Orada size tecavüz ediyor, sonra da kafanızı taşla eziyor. Sizden olan çocuğun varlığının da anlamı yok. Onu da boğarak öldürmek en iyisi. Soyunuz kurumalı zaten. Düşüncesi bile dayanılır gibi değil öyle mi? Kötü bir film senaryosu gibi ama ne yazık ki gerçek.
Günlerdir medyada yer alan ve “Suriyeliler” diye başlayarak yayılan yalan haberlerin ve nefret söyleminin doğal sonucu olarak vahşet kelimesinin bile yeterli olmadığı bir durumla karşı karşıyayız. Şaşırdık mı? Hayır. Hatta kanıksadığımız durumlar. Bu ilk değil, öyle belli ki son da olmayacak. Medya haberi verirken bile ırkçı ve nefret söylemini halen devam ettiriyor. Suriyeli çiftin ismini açıkça yazmakta sakınca görmezken faillerin isminin baş harflerini vererek korumaya alıyor. Üstelik aynı haberde; eşinin cenazeyi götüreceği Suriye’deki akrabalarının duymaması için kadının tecavüze uğradığının gizlenmesini talep etmesi de yer alıyor. Doğan Haber Ajansı ise “komşularının öldürülen kadının güzelliğiyle dikkat çektiğini ve komşusu Birol K’nın bu nedenle olayı gerçekleştirmiş olabileceğini” söylediğini aktarıyor. Ölüme ve tecavüze gerekçelendirme sistematik bir biçimde devam ediyor.
Sosyal medyada paylaşım yapanlar “Bu kadarı da olmaz ki” diyor, peki ne kadarı olur? Olayı vahşet olarak tanımlayıp “Evet ama o Suriyeliler de…” diyerek, yapılanı bilinçaltında onaylayan kelimeler havada uçuşuyor. Elimize kan bulaşmaması için dilimize dikkat etmemiz gerektiğinin farkında bile değiliz.
Adalet yürüyüşünün 22. gününe 78 kadın örgütünün temsilcisi yüzlerce kadın destek verdi. Yürüyüş bundan 9 yıl önce aktivist ve sanatçı Pippa Bacca’nın dünyanın hala güvenilir bir yer olduğunu kanıtlamak ve dünya barışı için otostopla dünyayı dolaşmaya başladığı sırada, yolu ne yazık ki Türkiye’ye düşerek, erkek şiddetiyle hayatının son bulduğu yerden başlatıldı. O dönemde de medya kadınlara yönelik suçları “gerekçelendirmekle” meşguldü. Bunun örttüğü gerçek ise her zamanki gibi kadınlara yönelik her türlü saldırının istatistiklerinin tutulmadığı, erkek şiddetinin kökenindeki ayrımcılığın ve eşitsizliğin ülkeyi yönetenlerce meşrulaştırıldığı, mahkemelerde dağıtılan “iyi hal” indiriminin ve cezasızlığın suçluları cesaretlendirdiğiydi.
Adaletin “erkek” yüzünü ortaya çıkartmak için yıllarca mücadele vermiş kadınlar yürüyüş sırasında “Erkek Adalet Değil Gerçek Adalet” dedi. “Eşitlik Yoksa Adalet de Yok” dedi. ”Jin Jiyan Azadi” dedi. Ne yazık ki sloganları susturulmak istendi. Ayrıştırıcı slogan diyerek, yok saymaya çalışıldı. Kadınlar taviz vermedi. Ancak olmayan “adalet” kadınlar için ve senden olmayan için hiç yoktu ve olamazdı.
Ve o Suriyeli kadının da yolu ne yazık ki Pippa gibi Türkiye’ye düştü. Yaşadığı savaştan kaçıp Türkiye’nin daha güvenilir ve yaşanılır bir ülke olduğu umuduyla. Ve o da adaletin olmadığı bu ülkede bir erkek cinayetine kurban gitti. Hem de sıradan olmayan, nefret dolu, ırkçı bir cinayete. Çünkü o ormandaki tecavüzcüler sadece iki kişi değildi ve o orman, içinde yaşamaya çalıştığımız bu ülkeydi.
Suriyeli kadının adı “adalet” için yarın Pippa gibi, Özgecan gibi, Şemse Allak gibi, Güldünya gibi taşınan dövizlerde mi yer alır, (kaldı ki alınca ne olur o da ayrı bir tartışma konusu) yoksa üçüncü sayfa haberi olarak arşivlere mi kaldırılır bilinmez.
Bilinen tek bir gerçek var ki o da; bu ülkenin hiç kimse için artık güvenilir bir yer olmadığı ve hepimizin şiddet ve nefret diliyle, faşizan söylemlerimizle, lanet olası bilinçaltımızla birer ırkçıya dönüştüğü. (BD/YY)