Yıllardır sinema dünyasındaki varlığını kısa film ve belgesellerle, yönetmen asistanlığıyla sessiz sedasız sürdüren Özcan Alper ilk uzun metraj filmi Sonbahar ile Adana Altın Koza Film Festivali’nde çıktı karşımıza.
Üstelik ilk defa gösterildiği bu festivalde “En İyi film” ödülünü alarak sinema dünyasının gündemine de oturmuş oldu.
Sadece bu ödülle yetinmedi, filmin başarılı Görüntü Yönetmeni Feza Çaldıran ve Sanat Yönetmeni Canan Çayır ile birlikte, "Yaratıcı İşbirliği Ödülü"nün de sahibi oldu. "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü", yine Sonbahar filmindeki oyunuyla Megi Kobaladze’ye verildi.
‘Sonbahar’ 1990’lı yıllarda sol görüşlü bir üniversite öğrencisi olan Alper’in, kendi yaşamına dair izler taşıyan, politik bir duruşu olmasına rağmen ajitasyona kaçmayan aynı zamanda sanatsal bir yapıt olmayı başarabilen bir ilk film.
Alper ilk olarak 90’lı yıllardaki üniversite gençliğini anlatmak üzere başlasa da projesine, hayatını etkileyen bir çok olay senaryosuna yansımış.
Doğduğu yer Artvin Hopa’daki çocukluğu, orada konuşulan dil Hemşince, hemen sınır komşusu Gürcistan, Sovyetler Birliğinin yıkılışıyla dağılan hayatlar, diğer tarafta üniversite gençliği, yıllarını cezaevinde geçirenler, F tipleri, ölüm oruçları…
Hepsi de hiç rahatsız etmeyen, aşırıya kaçmayan bir tonlamayla, oldukça çarpıcı ama bir o kadar sakin bir olay örgüsüyle aktarılıyor filmde.
Ve böylece politik ama aynı zamanda psikolojik bir filmi sıkıcılığa kaçmadan sanatsal bir biçimde sunmayı başarıyor Alper.
‘Hayatının en güzel dönemindeki’ 10 yılı cezaevinde geçiren, burada 19 Aralık operasyonu ve ölüm oruçları sonucunda düştüğü hastalık nedeniyle serbest bırakılıp Hemşin’deki köyüne annesinin yanına dönen Yusuf’un hikayesi, Sovyetlerin yıkılmasından sonra para kazanmak için küçük kızını Gürcistan’da bırakıp Hopa’ya gelen ve burada “nataşalık” yapmak zorunda kalan Elka’yla kesişiyor.
Karadeniz’in çarşaf gibi sakin , umutsuzluğun yoğun olduğu sonbahar günlerinde başlayan bu öykü, hırçınlaşan dalgalarla birlikte umudu ve aşkı getiriyor sinema perdesine.
Ama gerçekçi bir son ve kafalardaki sorgulamalarla bırakıyor seyirciyi.
Şu anda yurtdışındaki festivallere hazırlanan ve Ekim sonunda gösterime girmesi planlanan filmin senaryo yazarı ve yönetmeni Alper ile Sonbahar üzerine konuştuk.
Sonbahar uzun bir çalışmanın ürünü gibi görünüyor, ne kadar sürede yaptınız bu filmi?
Ön çalışması çok uzun sürdü; dört yıl kadar. Aslında senaryo yazımı ilk altı ayda bitmişti ama daha sonra acele etmeyip ince ince işlemek gerektiğini düşündüm. Alt okumalar yaptım, F tiplerinde, açlık grevlerinde bulunmuş insanlarla röportajlar yaptım.
Yine F tipinde kalmış bir arkadaşım Cemil Aksu filmde oyuncumuza danışmanlık yaptı. Hopa’da o dönem gazetecilik yapan bir arkadaşımla pavyonlarda röportajlar yaptım.
Bir yıl öncesinden de senaryodaki mekanlarda çalışmalar gerçekleştirdim. Daha önceki asistanlık deneyimlerim ve politik geçmişimin de katkısıyla böyle bir film çıktı.
Böyle bir sonuç bekliyor muydunuz?
Filmi çekmeden önce çok acele etmek istemedim. Sonuçta her şeyden önce bir sanat ortaya koymak gibi bir çabam vardı.
Zaten eğer ortaya bir sanat yapıtı koyarsam işin düşünsel boyutunu ve diğer dertlerimi daha iyi anlatabileceğimi düşünüyordum.
Bu ilk filmim olduğu için içerik ve şekilsel olarak da kendi tarzımı ortaya koymaya çalıştım. İlerde yapmak istediğim sinemaya dair bir şeyler ortaya koymak istedim ve tam da bu nedenle elimden geleni yaptım.
Ama ille de ödül almak gibi bir düşüncem yoktu. Adana’da ilk gösterildiği festivalde ödül almak elbette çok önemliydi, hem tanıtım hem motivasyon açısından.
Tabi ki kendi içimizde bir beklentimiz vardı ama bu ödül almak için değil film iyi olsun diyeydi. Ve şimdi filmi izlediğimde kimsenin görmediği bir sürü hata görsem de “evet memnunum” diyebiliyorum, önemli olan da bu sanırım.
Bir ilk film olmasına rağmen çok fazla acemilik görmüyoruz, bunda deneyimleri iyi kullanmanın ve iyi bir kolektif çalışmanın rolü var sanırım…
Deneyimlerimi iyi değerlendirdiğimi ve üzerine çok çalıştığımızı düşünüyorum. Bize gelen olumlu eleştirilerden en önemlileri; oyunculukların çok iyi olması, sanat yönetmenliği ve görüntü yönetmenliğinin çok başarılı bulunması, politik ve psikolojik bir hikaye olmasına rağmen filmin ajitasyona kaçmamasıydı.
Bütün bunlar kolektifi iyi değerlendirmemizden kaynaklandı diye düşünüyorum. Belki de öyle bir gelenekten gelmemizin de etkisi olabilir.
Belki de solculuk bu filmi çekerken işe yaramış olabilir. İnsan emeğinin, ortak aklın farklı bir şey yaratacağını bilmek önemli ve biz bunu hep gözettik. Mesela aldığımız ödüllerden biri de buydu, ilk kez jüri özel ödülü kolektif çalışmadan dolayı bir filme verildi. Demek ki bu filme yansımış, bu bizim için çok takdir edici bir durum.
Oyuncular çok çeşitli. Türkiye’den ve Gürcistan’dan profesyonel oyuncuların yanı sıra, filmde en önemli rolü üstlenen anne de dahil yerel halk bir çok görev almış filmde. Oyuncu seçimi nasıl oldu?
Geçen yıl Erivan’da Altın Kayısı Film Festivali içerisinde Kafkas Senaryo Seçkisi’ne kabul edilmiştik. Orda farklı ülkelerden insanlarla tanışma şansımız oldu. Biz de tabi ki senaryomuzun gereği Gürcistan’dan genç sinemacılarla bağlantıya geçtik.
radan Gürcistan’a geçtik ve kast şirketleri üzerinden seçtiğimiz oyuncularla deneme çekimleri yaptık ve sonuçta Elka’yı oynayan Kobaladze’yi seçtik. Tiflis Sinema Okulundan mezun ama Batum Devlet Tiyatrosunda oyuncu. Öncelikle Türkçe dersleri aldı . Karaktere uygun kitaplar önerdim ona.
Yusuf karakterini oynayan Onur Saylak da Ege’li. O karakter için de uzun süreli eleme süreci oldu. Onur da bu karakter için Hemşince öğrendi. Filmde kullanmasak bile Yusuf’un geçmişiyle ilgili okuduğu kitaplardan düşünüş tarzına kadar hepsini konuştuk ve şans eseri Onur da ODTÜ’lü ve yarattığımız karaktere yakın geçmişi olan biri çıktı.
Bir diğer önemli nokta da inanılmaz disiplinli bir oyuncu olmasıydı. Aylar öncesinde gelip benimle orada çalıştı.
Bir diğer önemli karakter Yusuf’un annesi, Gülefer.. Bu rolü yerel halktan birine vermek biraz riskli değil miydi?
Aslında o rolü de profesyonel bir oyuncuya vermeyi düşünüyorduk ancak tekrar Hemşince öğretmek ve Karadenizdeki koşullara uymasını sağlamak biraz zor bir süreç olacaktı. Bu rol için Ani İpekkaya ve Güler Ökten’e gittik ancak rahatsızlıklarından dolayı olmadı.
Sonra Zeki Ökten senaryoyu okuyunca kesinlikle bölgeden birini oynatmamız gerektiğini söyledi ve biz de bu yönde arayışa girdik.
Daha sonra babamın amcasının kızı olan Gülefer hala geldi aklıma. Hem Yusuf karakteriyle tipoloji olarak benzemesi hem oğlu 12 eylül döneminde cezaevine girmesi hem de kamera önündeki rahatlığı onu bu role uygun görmemizin etkenleri.
Anneyle oğlun diyaloğu da sette çok iyiydi. Hatta Adana’da çoğu kimse Onur’u da Hemşinli sandı.
Filmin içeriğine dönersek bence diyaloglar çok çarpıcıydı. Sovyetleri yaşamış bir ülkeden gelen Elka’nın biraz da şaşkınlıkla “En güzel yıllarını sosyalizm için mi verdin?” sorusuna karşılık Yusuf’un sessizliği …. Bir çoğumuz bu durumda mıyız sence?
Ben kendimden çok bir gerçekliği ortaya koymaya çalıştım. O dönemi yaşayan insanları düşündüğümüz zaman yaşanılanları ve psikolojik ağırlığını düşünürsek Yusuf böyle bir karakter.
Evet bazen yenilirsin ama bu yenilgi kaybetmek anlamına gelmez. Ben de çok “her şey bitti” demek istemedim ama bir taraftan da realite bu. Sovyetler yıkıldığı halde insanlar hala sosyalizm için mücadele ediyor ve güzel olan da bu. Ama insanlar cezaevlerinde büyük bedeller ödediler, açlık grevleri, ölüm oruçları ve operasyonlarla.
Yusuf yine de asla çok umutsuz bakmıyor. Bir başka sahnede Yusuf devrimci arkadaşıyla konuşurken, evet bu bedeli görmezden gelemeyiz ama bu süreç yeniden yaşansa aynı şeyleri yaşarım diyor. Ben sosyalistliğin bir dönemlik heyecan, gelip geçici bir şey olmadığını, bir yaşam biçimi olduğunu düşünüyorum . Ama reel sosyalizm de mutlaka sorgulanmalı. Filmde biraz bunları vermeye çalıştım.
Yeni projeler neler?
Kendi yazdığım iki-üç proje var ama çok acele etmeyi düşünmüyorum, bu filmde olduğu gibi sindire sindire çalışmak istiyorum.
Zaten meselemiz film çekmek değil, mesele sinema yapmak ve nasıl bir sinema sorusunun yanıtını vermek. Sanatsal olarak güçlü ama bir derdi olan, bu topraklara bakan sinema yapmak önemli olan. Diğer genç sinemacılarla ortak projeler de yapmak istiyoruz.
Özcan Alper kimdir?
1975 Artvin Hopa doğumlu Alper Trabzon Lisesi mezunu. 1992 yılında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü’ne başladı. 1996 yılında ise İstanbul Üniversitesi Bilim Tarihi bölümüne giren Özcan Alper 2003 yılında mezun oldu. 996 yılından itibaren Mezopotamya Kültür Merkezi, Nazım Kültür Merkezi gibi yerlerde sinema atölyesi çalışmalarına katıldı. 2000 yılından itibaren aralarında Yeşim Ustaoğlu’nun filmlerinin de olduğu çeşitli sinema filmlerinde asistanlık yaptı. Yönetmenin diğer çalışmaları: “Momi” Kısa film, Tokai City’de Melankoli ve Rapsodi (Japonya – Belgesel), “Bir Bilimadamıyla Zaman Enleminde Yolculuk” Belgesel. (SÇ/EZÖ)