Küçük İstanbul olarak da tanınan Berlin'in Kreuzberg semtinde 2012 yılında gerçekleştirilen bir protesto eylemi Almanya'nın iltica talebinde bulunanlara uyguladığı ağır kanunlara dikkat çekiyordu. Würzburg'daki bir mülteci kampında intihara sürüklenen İranlı göçmenin tetiklediği Oranienplatz'taki direniş Almanyalı film yönetmeni Aslı Özarslan'ı Island 36 (Ada 36) adlı belgeseli çekmeye itmiş.
Ülkenin gayet sert geçen kış mevsiminde, sesini duyurmaya çalışan göçmenlerin çadırlarını kurup uzun süre yaşadıkları meydan için bir mültecinin kullandığı "Oranienplatz bir ada gibi!" nitelemesi Aslı'ya ilham vermiş ve Kreuzberg'in kodu olan 36 sayısı ile birleşince yapımın adı ortaya çıkmış.
65 dakikalık belgeselde Sudanlı genç kadın Napuli'yi, çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu sert ortamda ön plana çıkarak haklarını talep eden mültecilerin sözcülüğünü yaparken görüyoruz…
Geçen seneki IDFA'da öğrenci filmleri arasında finale kalan üç eserden biri, Tuna Kaptan'la Felicita Sonvilla'nın yönettiği Two at the Border (Sınırdakiler) adlı belgeselin yapımcılığını üstlenen Özarslan, 2014 IDFA'ya şahsen yönettiği Island 36 ile katıldı ve yine finale kalmayı başardı. Amsterdam'da ilgi gören yapım Tunus'taki Human Screen Festivali'nin programında da yer alıyor.
Aslı Özarslan ile AB'de göçmen hakları, kadının durumu ve Almanya'da Türkiye kökenli olmak gibi konular hakkında konuştuk.
Aslı, bu röportajı izninle hayatının bir döneminde Almanya'da yaşadıktan sonra Ruth ile evlenip ailesini memleketi olan Marmara Adasında kuran, Yaşar Kemal'in Ada'sına ilham veren ve 15 Aralık 2014 tarihinde vefat eden, Girit eşrafından Osman Kır'a, namıdiğer Kara Osman'a ithaf etmek istiyorum…
Avrupa Birliği bir orta çağ kalesi gibi kapılarını göçmenlere kapatmaya çabalıyor. Son zamanlarda artan önlemler ve Almanya'nın bu konudaki sertliği de malum. Seni bu filmi çekmeye iten sebepler neler oldu?
Aslı Özarslan (Berlin, 19.07.1986) Bayreuth Üniversitesi´nde 2007-2011 Tiyatro ve Medya okudu ve Paris'teki Sorbonne IV Üniversitesinde Felsefe ve Sosyoloji seminerlerine katıldı. Özarslan tezini Yılmaz Güney´in Yol adlı filmi üzerine hazırladı. Akabinde 3sat Kulturzeit, ZDF, ARD için editoryal çalışmalar yaptı. 2011 Frankfurt Alman-Türk film festivalinden burs alıp Marmara Üniversitesinde Derviş Zaim'in verdiği seminerlere katıldı. 2012 senesinde Film Akademisi Baden-Württemberg'te belgesel film yönetmenliğine başladı. 2014 yılında Mercator Vakfı tarafından Ankara'da düzenlenen Video Sanat Atölyesi'ne katıldı. |
Birkaç sene evvel mültecilerle çalışmıştım. Gazeteciyken mültecilerle ilgili haberleri sıkça kaleme alırdım. Benim gördüğüm ve birlikte çalıştığım mülteciler kendi hakları için savaşmıyorlardı, hep korku duyuyorlardı. Eğer protesto edersek veya Almanya’daki durumumuzu şikâyet edersek, hemen ülkeden atılırız korkusu vardı. Tabii ki aralarında bir kaç kişi durumu eleştiriyordu ama protesto aşamasına varmıyordu.
Ben ondan sonra arkadaşım Tuna'nın filmi için Türkiye ile Yunanistan arasındaki sınırda bulunmuştum. Orada insan kaçakçılığı üzerine bir film yapmıştık. Daha doğrusu mültecileri Yunanistan’a götüren insanlar üzerine. Oradakiler Avrupa´ya gelirsek her şey çok güzel olacak diyorlardı. Orada artık savaşmamıza gerek yok diye düşünüyorlardı.
Ben Berlin´e geri döndüğümde, Türkiye´de gördüğüm mültecilerin Avrupa'yla ilgili fikirleri ve hayalleri kafamdan çıkmıyordu. Biliyordum ki Avrupa´da mülteci olmak insan haklarını kaybetmek demektir. Çünkü pasaportun yok. Bürokrasi açısından memleketsizsin. Onun için sana hiç bir hak tanınmıyor. Berlin’in göbeğinde, yani Kreuzberg’de, tesadüfen mültecilerin kurduğu protesto kampını gördüm. Almanya´ya gelmek için o kadar mücadele etmişlerdi, şimdi de Avrupa’nın göbeğinde insan hakları için savaşıyorlardı. Oradaki mültecilerin enerjisi ve cesaretleri beni çok etkiledi. Bu nedenle bu konu hakkında film çekme gereği duydum.
Bir göçmen çocuğu olarak bu konuda hassasiyetlerinin olduğuna eminim. Almanya'da önyargı, ayrımcılık veya ırkçılık konusunda ebeveyninin ayrı, senin ayrı, muhtelif tecrübeleriniz olmuştur. Anlatır mısın?
Tabi ki ırkçılıkla çok karşılaştım. Bu konulara fazla girmek istemiyorum. Bu konu ile ilgili birçok hikâye anlatılmıştır… Ama doğrusu bir göçmen çocuğu olarak her daim kendini savunmak ve korumak zorundasın. Bu kolay bir şey değil. Ama kesinlikle tüm çabalara değer. Tecrübe kazanıyorsun ve özgüvenin artıyor. Her şey bir kenara benim için en önemli konulardan bir tanesi Almanya’daki okul sisteminin değişmesidir. Okulların kesinlikle daha çok göçmen kökenli öğretmene ihtiyacı var.
Belgeselin baş kahramanı bir kadın. Bu seçimi niye yaptın? Senin bir kadın olarak yaşadığın tecrübelerin bunda payı var mı?
Açıkçası göç nedir bilmiyorum. Anneannemin, annemin ve babamın anlattıklarından biliyorum sadece göçü. Ben göçten sonraki hayatı ve ona bağlı olan sorunları şahsen yaşadım. Benim kahramanım göçün bizzat ne olduğunu biliyor, o bunu cidden yaşıyor, ailesini ve arkadaşlarını bırakıp uzun ve zorlu bir yola çıkıyor. Ben bu tecrübeye sahip olan bir insan değilim. Ama yine de kendimi ona çok yakın hissettim çünkü onun tek isteği insanların mültecileri anlaması ve onları bir suçlu olarak görmemesi. Bunu ben de yaşadım. Her seferinde kendimi bir göçmen olarak başkalarına karşı ispatlamak zorunda kaldım.
Benim Napuli’yi seçmemin tabii ki başlıca sebebi olağanüstü enerjisiydi, bir de orada 250 erkeğin arasında tek kadın olmasıydı. Bazıları Napuli’yi bir anne olarak veya bir kardeş olarak görüp problemlerini onunla paylaşıyorlardı. Napuli onları her zaman motive ediyordu ve hayata bakış açılarını değiştiriyordu. Hep pozitif bir kişiliği var, insanların hayata sürekli olumlu bakmasını istiyor, tıpkı kendisi gibi.
Ailenin gurbette geçirdiği yıllar içinde Türkiye'den göç etmiş toplumun özellikle kadına karşı davranışlarında bir gelişme görüyor musun?
Zor bir soru. Ben herkes için konuşamam. Benim ailemde de gelişmeler oldu fakat bu biraz da ebeveynlere bağlı. Bu soruyu genelleştirerek sormak gerekir. Doğrudan sadece göçmenler veya göçmen aileleri olarak bakmamak lazım. Kadının eşitliği her ülkede konuşuluyor. Dünyanın her tarafında kadınlar eşitlik için savaşmışlardır ki, hala savaşıyorlar. Bazı kazanımlarımız oldu ama hala tam eşit haklara sahip değiliz. Bu durum Almanya için de geçerli. Bir kadın olarak mesela bir erkekle aynı işi yaptığın halde daha az para kazanıyorsun. Kadınların hakları için hala savaşmaları lazım, Avrupa´da yaşıyor olsalar bile. Bu nedenle tabii ki Napuli’nin bir sürü erkeğin arasında çadırda yaşaması eşitlik mücadelesi için güzel bir örnektir. Fakat benim filmimin esas konusu bu değildi...
Belgeselde mültecileri kabul etmesi beklenen huzurevi gibi bir kurumda telaffuzundan Türkiyeli olduğu belli olan bir adam önyargılarını dışa vurup mültecilere yönelik olarak tepkili davranıyor. Kendi alanını koruma yönünde, insani bir refleks olarak kabul edilebilecek tavır aslında bir göçmenin başka bir göçmenle empati kurmayı başaramaması anlamına da geliyor. Türkiye'de insan hakları konusundaki bilincin gelişmemiş olması ve farklı olana duyulan ırkçılık da bu episotla dışa vurulmuş oluyor. Bu konuda nelere söyleyebilirsin?
Bu kişi Türkiyeli evet, ama senelerdir Almanya´da yaşayan bir insan. Bu sebeple onu doğrudan Türkiye ile bağdaştırmak istemedim. Daha çok Almanya’ya göç etmiş bir insanın başka göçmenlerden korkması çok ilginç ve bir açıdan korkutucu. Bu bana daha çok kendisini bir Almanyalı olarak kabul ettiğini gösteriyor.
Kürt ve Türk ebeveyn çocuğu olmak senin için geçmişte ve bugün ne ifade ediyor?
Benim için çok büyük bir zenginlik ve bir yönetmen olarak bana her zaman fikir bulma konusunda çok yardımcı oluyor. İki veya üç kültürün arasında büyümek insana çok tecrübe kazandırıyor. Aile içinde değişik kültürler ve değişik insanlarla karşılaşıyorsun. Hem Annemin, hem de Babamın hayat hikayesinden çok yararlanıyorum. İkisi değişik kültürden geldiği için ben onları dinleyerek anlatılanlardan filmlerimde çok faydalanıyorum. Şimdi mesela Türkiye'de yaşanan Türk-Kürt konusuyla ilgili bir belgesel düşünüyorum. (MT/HK)