Serin bir akdeniz sabahı. Denizi ve martıları izliyor, kahvemi yudumluyor, gazeteme göz gezdiriyor ve düşünüyorum. Aynı anda kaç iş yapıyorum bakar mısınız! İşte bu da bir alışkanlık. "Geyik" yaptığımız kimi söyleşilerde, bu alışkanlığımı "tanrı vergisi" diye ukalaca açıklarım. Bendeki ukalalığın, (Esel Eraslan adlı bir arkadaşımın saptadığı üzere) "fazlalığın dışa vurumu" olduğunu anlatır, ardından eklerim:
"On parmağımda dokuz marifet vardır".
Bu bir tuzak cümlesidir tabi, mutlaka biri çıkar ve sorar: "Neden dokuz da, on parmak değil?" diye. Ben de hemen o meşhur yanıtımı veririm:
"On parmağımda dokuz marifet, çünkü onuncusu mütevazılık payı."
İşte masum alışkanlıklarımdan bazıları.
Sabah sabah bu kadar ukalalık yeter. Şimdi konuya gireyim. Fark ettiniz sanırım, "alışkanlıklar" konusunu sorgulayacağım bu yazımda.
Montaigne, "Alışkanlık pek yaman bir hocadır ve hiç şakası yoktur... Yavaş yavaş ve sinsi sinsi içimize ilk adımını atar. Başlangıçta kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdür; ama zamanla oraya yerleşip kökleşti mi, öyle amansız, azılı bir yüz takınır ki, kendisine gözlerimizi bile kaldırmaya izin vermez...." der.
Benjamin Dirsaeli de, alışkanlığı zincire benzetir: "Alışkanlıkların zincirleri, önce duyulmayacak kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olurlar... "
Alyansın zincire dönüştüğü evlilikler ve kadınları ikinci cins olarak görüp, aşağılayan örümcek kafalı erkeklerin alışkanlığı gibi. Bu alışkanlıklar ata sözlerine de yansır: "Kızını dövmeyen dizini döver." vb. Kur'an-ı Kerim'in Nisa suresinde, erkeklerin kadınlarına kaba güç kullanma hakkının verilmesinin nedeni de, islam dininin doğuşundan önceki yüzyıllar boyunca edinilen alışkanlıkların özeti değil midir?
Baha Çıtakoğlu bizi şöyle uyarıyor: "İnsanın alışmak gibi kötü bir huyu var. Alışkanlıklar tüketir... Alışmak boyun eğmektir, teslim olmaktır. Çoğu aşk da alışmak yüzünden bitmiyor mu?"
Kartonpiyer ve üç perde
Geçenlerde bir arkadaşım ev satın aldı. Evin dekorasyonu üzerine fikir üretmeye çalışıyoruz. Bir "ev adamı": "Kartonpiyer" dedi. "O ne" diye sordum. Açıkladı. "Ne gerek var" dedim. "Müze mi olacak burası" diye şakayla karışık itiraz ettim. Aldığım yanıt ilginçti: "Kartonpiyersiz ev mi olur!". Alışkanlığın körelttiği bir insan. Bir başka "ev kadını": "Üç perde" dedi. "Neden üç perde?" dedim. "Burası güney kenti. Güneş vs. vs. vs...." diye açıkladı. "Her pencerede üç perde olur" diye de ekledi. "Allah allah, bu evde de iki perde olsun" dedim ve evin doğrudan güneş görmediğini anlattım, anlamadı. Üç perdeye alışmıştı bir kere. Üç perde onları sadece güneşten değil, dışarıdaki gerçeklerden de koruyordu...
Afşar Timuçin'e göre, "Yaşamak alışmalardan sonra, alışılan her şeyle savaşmaktır." Doğrudur ama bu savaşı sadece düşünen ve yaşamı sorgulayan insanlar veriyor.
Genç kız ve yalan
Yan masada genç bir çift oturuyor, fısıldaşıyorlar. Kızın cep telefonu çalıyor. İster istemez kulak misafiri oluyorum; kız, "Anne ben Ankara'da Ayşe'nin yanındayım" diyor. Ankara buraya 500 kilometre uzaklıkta. Şaşırıyorum önce, sonra anlıyorum. Sevgilisiyle buluşabilmek için, aile efradına beyaz yalanlar söylemek genç kadınların ortak alışkanlığı.
Ekonomik özgürlüğünü kazanan kocaman kadınlar da, savunma içgüdüsüyle spontane yalanlar üretiyorlar. Yaşadıklarına sahip çıkamıyor, kişilik erozyonuna uğruyorlar. Bu alışkanlık onları öyle sarıp sarmalıyor ki, artık baba evinde oturan "küçük kız" olmadıkları halde korku ve yalanla yaşamaya devam ediyorlar. Erkek arkadaşları da onların bu davranışlarını kanıksıyor, sorgulamıyor. Nesnel nedenlerden (erkek egemen toplum kuralları) oluşan korku, bu nedenler süreç içinde ortadan kalksa bile iz bırakıyor ve yalan alışkanlık haline geliyor.
Algılama sığlığı
Tülin Şahin, "yaşamdaki duruşumuz, algıladıklarımızın yansımasıdır." diyor. Toplum, din, devlet hukuku. Hangi mihenk taşına göre algılamak? Bunların bir sentezine, yoksa ütopyalarımıza göre mi? Varsa ütopyalarımız tabi.
Algılama güçlüğü çekmenin nedenlerinden biri de alışkanlıklar değil midir? Sadece eğitimsizlik veya yetersiz beslenmeyle açıklanamaz algılama sığlığı.
Örneğin kadınların, yazın kavurucu sıcaklarda petro-kimya ürünü, insan sağlığına zararlı, vücutlarına yapışan daracık pantolonlar giymesi de bir alışkanlıktır ve algılama yetersizliğindendir. O kadınlar çevrelerine bakıp kopya kolaycılığına kaçmaktadırlar. Sığ taklit alışkanlığı, yaratıcılığı ve güzelliği yok etmektedir.
Avrupa ülkelerinde, 1968'de alışkanlıklara karşı bir ayaklanma gerçekleşti. Fransa'da "metro, boulot, dodo'ya hayır" dedi gençler. "Metro, iş ve uykudan ibaret bir hayatı istemiyoruz" deyip ayaklandılar. Alışkanlıkları sorguladılar. O tarihten sonra devlet, gençleri politikadan uzak tutmak için sistemli bir çalışma yürüttü. Bu gün Avrupa gençliği, sağlıklı beslense de, ("küreselleşmenin" doğal sonucu) algılama güçlüğü çekmekte ve alışkanlıkların kölesi durumuna gelmektedir.
Felaketlere alışılmaz. Ama kötü insanların, kötü yönetimlerinin, kötü sonuçlarına alıştırıldık. Hastane kapılarında sürünmeye, işkence haberlerine, yolsuzluklara... Bir zamanlar yargısız infazlara alıştırılmıştık. Son bir yıldır da cezaevlerindeki katliamlara alıştırıldık. Gazeteler bu konudaki haberlerde giderek puntoları düşürdüler.
Albert Camus, "İnsanın eninde sonunda alışamayacağı hiç bir düşünce yoktur" diyor. Hele devlet destekli medya eliyle bu daha kolay olur. Alışamayanlar da azınlık olarak baskı görür.
Şimdilerde teknolojik alışkanlıklar kasıp kavuruyor toplumu. Cep telefonu, İnternet alışkanlığı gibi. İyi olan bu buluşlar kötü alışkanlıklar da yaratıyor tabi. Sanal alemde gezinti yapıp gerçeklerden koparak, oyun oynayarak, geyik muhabbeti yaparak saatlerini tüketme alışkanlığı. Lokantada, sinemada, konserde, tuvalette veya aşk yaparken bile cep telefonunu bilerek açık bırakma alışkanlığı. Atalarımız geleceği görmüş de söylemiş sanki: "Adamın (veya kadının) yağı yoğurdu bol olunca, ....na sürermiş." Ya da "Görmemişin oğlu olmuş, çekmiş ....nü koparmış."
Oysa kitap okuma, hoşgörü, haksızlıklara karşı çıkma insanların sahip çıkması gereken ortak alışkanlıklar olmalı değil midir?
Alışkanlıkların sorgulanması
Ne diyeyim, "halkı isyana teşvikten" yargılanmak da istemiyorum tabi bu yaştan sonra. "Alışkanlıklarınızı sorgulayın" derim. Doğrularınızı sorgulayın. Kendinizi "öteki" yerine koymaya çalışarak, yüksek sesli konuşun. Üç perdeli evinizin dışındaki hayatlara bakın. Yoksa günün birinde "insan" kalmaz çevrenizde.
Sadece kendine bakan, kendiyle yaşayan robotlar arasında ölüp gidersiniz.
Erhan Tığlı'dan yapacağım bir alıntıyla noktalıyorum yazımı:
"Kibar bir genç kız, sevgilisi kendisine 'eşek' diye bağırınca, böyle kötü bir söze alışkın olmadığı için düşüp bayılmış. Bir türlü ayıltılamayan genç kızı derman bulsun diye Bektaşi'ye götürmüşler. Bektaşi kızın kulağına eğilip bir şeyler söylemiş. Genç kız hemen ayılmış. Güle oynaya gitmiş. Bu işin sırrını merak edip sormuşlar Bektaşi'ye. Bektaşi açıklamış: "Genç kız 'eşek' sözüne alışmadığından bayılmış. Ben kulağına kırk kere 'eşek' dedim. Alıştı ve yadırgamadı..."
Bir gün bir Bektaşi gelip insanların kulağına, "Sen insansın eşek değilsin. Sen insansın eşek değilsin. Sen insansın eşek değilsin..." diye fısıldamalı diyorum.... (AO/BB)