Boğaziçi Üniversitesi çevre Bilimleri Enstitüsü'nden Prof. Dr. Ali Kerem Saysel'in Barış İçin Akademisyenlerin "Bu suça ortak olmayacağız" bildirisini imzalaması sebebiyle "Terör örgütü propagandası" iddiasıyla Çağlayan'daki İstanbul Adliyesi'nde 27. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandığı davadaki beyanını yayınlıyoruz.
Bundan yaklaşık üç sene önce, 11 Ocak 2016 tarihinde basına duyurulan ve altında benim de imzam bulunan bir bildiri nedeniyle, 400 küsur meslektaşımla birlikte, farklı ağır ceza mahkemelerinde “terör propagandası suçu işlediğimiz” gerekçesiyle (TMK 7/2) yargılanıyoruz.
Üzerime atılı bu suçlamayı kabul etmediğimi ve derhal beraat talep ettiğimi davamın birinci celsesinde bildirmiştim.
Bu celsede beraat talebime temel oluşturacak kişisel savunmamı sunmak istiyorum.
İfade Özgürlüğü Üzerine
Öncelikle, bildiride dile getirilen iddia ve görüşlerin tümüyle ifade özgürlüğü sınırları içerisinde olduğunu, bu özgürlüğün Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 25. ve 26. maddeleri, ve Türkiye’nin de altında imzası bulunan Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi’nin 10. maddesi tarafından bir hak olarak güvence altına alındığını belirtmek isterim.
“İfade özgürlüğü” ilgili madde ve çeşitli içtihatlar tarafından güvence altına alınmıştır, çünkü bu özgürlük kimi zaman zannedildiği üzere, okumuş aydın kesimlerin bir ayrıcalığı değil, tüm toplumun oksijen ve su kadar elzem bir ihtiyacıdır.
Teknik ve organizasyon açısından giderek karmaşıklaşan günümüz toplumunda bilginin karartılmasının ve bilgi kirliliğinin önüne geçebilmek, hem bugün hem de ilerde çok acı sonuçlar doğurabilecek temelsiz ve yanlış kararları durdurabilmek için ifade özgürlüğü gerekli bir koşuldur.
Diğer bir deyişle, farklı değer, görüş ve isteklerin (bunlar ilk bakışta şaşırtıcı ve kabul edilemez görünseler dahi) kamusal alanda eşit ve özgürce müzakere edilmeleri, hatta yurttaşların buna özellikle teşvik edilmeleri, modern toplumun kendisini bekleyen muhtemel tehlikeler karşısındaki çok önemli bir sigortasıdır.
Bu sigortanın yokluğunda yalnızca zulüm, acı ve yıkıma yol açan savaşlar değil, ekonomik kriz, iş kazaları, ekolojik yıkım, çevre kirliliği gibi günümüz toplumunun başına bela olan diğer felaketler de çok daha muhtemel hale gelir.
Çünkü hiçbir siyasi veya ekonomik güç, ne kadar kudretli görünürse görünsün, bu sorunları tek başına çözümleyip üstesinden gelecek irade ve kapasiteye sahip değildir.
Bu noktada, iddianameye konu olan “barış bildirisinin” ardından, bizimle pek de aynı görüşte olmayan üst düzey iktidar sözcüleri tarafından hakaretamiz ifadelerle eleştirildiğimizi, üstelik onlar bunu yaparken sınırsız medya olanaklarından yararlandıkları için bize kıyasla çok daha avantajlı konumda olduklarını hatırlatmak isterim.
Yine de iş bununla kalsaydı (örneğin yüzlerce kişi görevlerimizden ihraç edilmeseydik, bazı tetikçiler can güvenliğimizi tehdit etmeselerdi, tutuklanmasaydık, soruşturulmasaydık) bildirinin içeriğine dair kamusal bir tartışma yürütmek mümkün olabilirdi.
2013’te başlayan çözüm sürecinin devamı ve 2015’te Kürt illerinde yaşanan olayların aydınlatılması için faydalı bir zemin kurulabilirdi.
Ne var ki bunun tercih edilmediğini, savaş seçeneğinin benimsendiğini ve buna paralel olarak da ifade özgürlüğü sınırları içerisinde değerlendirilmesi gereken bir metne “terör örgütü propagandası suçu” isnat edildiğini biliyor, görüyor ve burada hep birlikte yaşıyoruz.
Bildirinin İçeriği Üzerine
Öncelikle, bildiri içeriğinin –her bildiri gibi– kendi günceli içinde değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizmek isterim.
Şundan eminim ki bugün benzer ihtiyaçlarla –barış veya benzeri bir taleple– bildiri yazılacak olsa bu, Ocak 2016 tarihli bildiriden çok farklı oldurdu, çünkü bugünün güncel gelişmelerini dikkate almak ve yorumlamak durumunda kalırdı.
Diğer taraftan bahse konu bildirinin, 2015 sonu itibariyle, özünde silahlı çatışmaların durdurulması ve barışın tesis edilmesine dönük bir talep olduğu açıktır. “Müzakere koşullarının hazırlanmasını ve kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulmasını, hükümetin Kürt siyasi iradesinin taleplerini içeren bir yol haritası oluşturmasını” talep etmektedir.
Ayrıca bildirinin, 2015 sonbaharında bahsi geçen Kürt illerinde yaşananlara dair ileri sürdüğü iddialar, sadece yerel gözlemciler tarafından değil, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Ofisi’nin Şubat 2017 tarihli raporunda da teyit edilmektedir.
Bu rapora göre Temmuz 2015 - Ağustos 2016 tarihleri arasında çoğunluğu Kürt olan 335 bin ila yarım milyon insan yerinden edilmiştir.
Diğer bir deyişle bildiri asılsız bir kara propaganda metni değildir, bölgede üç yıl önce (o bildirinin güncelinde) yaşananlara açıklık getirmekte ve barış talep etmektedir. Tam da bu nedenle, “terör örgütü propagandası” şeklinde yorumlanması mümkün değildir.
Atılı suça gerekçe teşkil eden bildirinin, yayınlandığı günlerde Türkiye demokratik kamuoyu tarafından da eleştirildiğini, devlete yönelik dilinin fazla ağır bulunduğunu, savaşan taraflardan biri olan yasadışı silahlı örgütün eylemlerine ilişkin hiçbir söz söylemediği için eksik veya tarafgir olarak değerlendirildiğini de gayet iyi biliyorum ve anlayışla karşılıyorum.
Öncelikle, 1128 (veya 2212) imzalı bir bildiri nedeniyle, ama çok garip bir şekilde “bireysel” olarak yargılandığım şu koşullar altında bu eleştirilere verebilecek kolay bir cevabımın olmadığını söylemeliyim.
Yukarıda belirttiğim gibi, bildirinin yayınlandığı günün ertesinde ihraçlar başlamasaydı, tehdit edilmeseydik, devlet yetkilileri tarafından vatan hainliğiyle suçlanmasaydık, bir kısmımız tutuklanıp soruşturulmasaydık, tüm bu eleştirilerin tartışılabileceği sağlıklı bir zemin oluşabilirdi.
Başa dönerek, “ifade özgürlüğünün” bu tartışma için de bir ihtiyaç olduğunu söylemeliyim.
Yine de savunmamda, pek çok meslektaşım gibi, bildiriyi yukarıda alıntıladığım barış talebi itibariyle yeterli gördüğüm için imzaladığımı, bunun benim de hemen herkes gibi farklı ve ilave görüşlerim olmadığı anlamına gelmediğini belirtmekle yetiniyorum.
İddianame Üzerine
İddianameye öncelikle bir kaç temel gerekçeyle katılmadığımı belirtmek isterim.
Birincisi, TMK 7/2’ye göre “terör propagandası suçunun” unsurları oluşmamıştır. Mahkeme heyetinin benden çok daha iyi bileceği gibi bu maddeye göre suçun oluşması için cebir-şiddet-tehdit ve muhatap kitlenin özelliklerine dair bazı unsurların (diğer unsurlarla birlikte) oluşması gerekir.
Oysa ben bu bildiriyi imzalayarak cebir, şiddet ve tehdit içeren fiilleri meşrulaştıracak bir söylem içinde bulunmadım.
Ayrıca, bildirinin muhatap aldığı kesim, üzerime atılı terör propagandasının galeyana getireceği bir kesim değil, bizzat devlet yetkililerinin kendisidir.
Devlet yetkililerinin terör örgütü propagandasıyla galeyana gelip terör suçu işleyeceklerini ummak pek akla yatkın görünmemektedir.
İkincisi, iddianame Bese Hozat’ın 27 Aralık 2015 tarihli açıklamasını bir delil olarak sunmakta, bu açıklama ve bahsi geçen bildiri arasında bir neden sonuç ilişkisi kurmaktadır.
Farklı akademik branşlardan çeşitli meslektaşlarımın bu davalarda farklı çıkarımlarla defalarca çürüttüğü üzere, iki vakanın zamansal olarak birbirini takip etmesi, o vakaların ardındaki itkiler arasında bir neden sonuç ilişkisi olabileceğine dair bir şüphe uyandırabilir, ama bu ilişkinin varlığına kanıt oluşturamaz.
“Bese Hozat talimat verdi Ali Kerem Saysel imzaladı” veya “DTK öz yönetim deklarasyonu yayınladı Ali Kerem imzaladı” sonucuna varabilmek için hakkımda ek delillere ihtiyaç vardır, fakat iddianame bu delillerden yoksundur.
Üçüncüsü, iddianame, 2015’in son aylarında yaşanan gelişmelerin bildiride kasıtlı olarak çarpıtıldığını, bu nedenle AİHM içtihatları açısından bile ifade özgürlüğü sınırları içinde değerlendirilemeyeceğini söylemektedir.
Yukarıda ifade ettiğim gibi, sadece yerel gözlemciler ve yaşayanlar değil, BM İnsan Hakları Ofisi tarafından da kayıt altına alınmış olguların gerçek olmadığı iddiası maalesef hiç inandırıcı değildir.
Bunun dışında iddianame barış sürecinin başlayışı ve sonlanışı hakkında benim pek katılamayacağım, iddia edilen suçun teşekkülü açısından ise önemsiz gördüğüm, uzunca sayılabilecek tarihsel değerlendirmeler içermektedir.
Bu noktada savunmamın ana teması olan “ifade özgürlüğüne” üçüncü kez dönmek isterim. Barış sürecinin nasıl başlayıp nasıl sona erdiği halen ciddi belirsizlikler içermektedir ve değerlendirmesi bilgiye dayalı özgür ve kapsamlı bir tartışmanın konusudur.
Bunun yeri katılımcıların, yargılayanlar ve yargılananlar olarak eşitsiz bir şekilde karşı karşıya geldiği mahkeme salonları olmamalıdır.
Son olarak iddianamenin tümüne yayılan ve sonuç bölümünde özetlenen varsayım ve yargıları anlamakta güçlük çektiğimi belirtmek isterim.
Kendi ifadelerimle özetleyecek olursam, “devletin meşruiyetini ve varlık sebebini ortadan kaldırmak istediğim”, “kaos yaratmaya çalıştığım”, “devleti küçük düşürdüğüm”, “Türkiye’nin iç işlerine müdahale edilmesine davetiye çıkardığım”, “etnik ayrım ve bölücülük yaptığım”, “halkın birlik, beraberlik ve bütünlüğünü bozmayı hedeflediğim” şeklinde muhtemelen her biri farklı bir ceza kanunu maddesinin konusu olabilecek onlarca suçla itham ediliyorum.
Bunlardan sadece birincisini (devletin meşruiyet ve varlık sebebi konusunu), iddianamenin ruhu açısından çok önemsediğim için kısaca ele almak isterim.
Devletin meşruiyeti nereden kaynaklanır? Daha açık soracak olursam, devleti toplumsal rıza mı yoksa silahlı güç ve baskı mı meşru kılar? Benim görüşüme göre meşruiyetin temeli toplumsal rızadır.
Oysa adeta iddianame, silahlı güç ve baskıyı meşruiyetin temeline yerleştirmekte ve otoritenin sarsıldığı yerde meşruiyetin de sorgulanacağını ima etmektedir. Peki, devletin varlık sebebi nedir? Sınırları içerisinde yaşayan toplumun ve gelecek kuşakların esenliğini güvence altına almak mı, yoksa her türlü acı pahasına belli bir statükonun korunması mı?
Benim görüşüme göre devletin varlık nedeni bunlardan ilki olmalıdır, oysa iddianame ikinci görüştedir. Çünkü diyelim devletin Cizre’de, Silopi’de, Sur’da veya başka yerde ağır silahlarla savaşmasını engeller ve Kürt sorununda statükoyu tartışmaya açarsak, varlık nedenini de kaybedeceğini zannetmektedir.
Bu konunun derinleştirilebilmesi için “ifade özgürlüğünün” önemini dördüncü defa vurgulamak isterim.
Kendim ve Atılı Suçla İlişkim Üzerine
Bu aşamada savunmamı, kendi fikrim, tercihlerim ve atılı suçla olası ilişkime dair birkaç kişisel notla tamamlamak istiyorum.
Bireyler ve toplumlar arasındaki kaçınılmaz ihtilafların şiddete başvurmadan çözümlenmesinin esas olduğuna inanıyorum. Bireyler kadar toplumlar ve devleti yöneten akıl da öfke ve nefretin esiri haline gelebilirler.
Öfke ve nefret şiddeti tetikler, şiddet sarmala dönüşür, durdurulması zorlaşır ve tarifi zor acı ve yıkıma yol açar. Toplum olarak hala geçmiş acı ve yıkımların travması altında yaşadığımızı inkar edemeyiz.
Oysa bugünün bilgi ve deneyimine başvurarak çok daha iyisini yapabiliriz. Kaçınılmaz ihtilafları açık çatışmalara dönüşmeden çözmek için yapabileceğimiz pek çok şey var.
Bir bebeğe sunacağımız sevgi, bir çocuğu büyütürken göstereceğimiz hassasiyet, yalnızca insana değil, insan dışı doğaya karşı besleyeceğimiz saygı ve şefkat, ve ailelerimizden okullarımıza kadar tüm eğitim kurumlarımızı bu ilke etrafında şekillendirmek.
Temel dünya görüşümüz, toplumsal-ekonomik kurumlarımız ve normlarımızın bu ilke etrafında şekillendiği bir toplum çok daha az çatışma üretecek, insanı ve doğaya çok daha az tahrip edecektir. Bu bir ütopya değil, gerçekleşmesi süre alacak bir tercihtir.
Bir meslek insanı (akademisyen) olarak çevre sorunları üzerine ihtisaslaştım. Ağır silahların, muharebe yöntemlerinin doğaya verdiği doğrudan hasarı biliyorum.
Bunun ötesinde, savaş koşulları altında insanların, doğanın korunmasına öncelik vermediklerini de görüyorum.
Güneydoğu Türkiye’de on yıllardır farklı yoğunluklarla seyreden savaşın yarattığı çevresel tahribatın doğru bir muhasebesi ve tahrip edilmiş ekosistemlerin onarılmasına dair kapsamlı bir plan yine savaş koşullarının varlığı nedeniyle bir türlü hazırlanamadı.
Savaş koşullarının kırdan kente göçe zorladığı nüfusun baskısı altında hızla büyüyen kentlerde en temel sıhhi hizmetler dahi layıkıyla yerine getirilemiyor.
Çatışmasızlık koşullarında gündeme gelen, doğayı kemiren tüketim kültürüne alternatif oluşturacak ekonomik modeller henüz oluşum aşamasındayken, savaş koşullarının dayatmasıyla varlığını yitiriyor.
Özetle, çatışmaların varlığında doğayı koruyamıyoruz, sıhhi hizmetleri yerine getiremiyoruz ve insan-doğa ilişkisini yeniden tarif edecek alternatif modeller geliştiremiyoruz.
Kuşkusuz çatışmalar bir gün sona erecek fakat doğa temel fonksiyonları itibariyle geçmişte ve bugün olduğundan daha vasıfsız ve değersiz hale gelecek. Entelektüel ve ahlaki olarak bu gerçeğe kayıtsız kalamıyorum.
Sonuç
Terör propagandası suçu isnat edilen ve altında imzam olan bildiri, hakiki olgulara işaret eden, çatışmasızlığı savunan bir metindir.
Anayasal güvence altındaki ifade özgürlüğünün sınırları içerisinde değerlendirilmesi gerekir. TMK 7/2’nin suç unsurları oluşmamıştır.
Entelektüel görüşüm, manevi inancım ve yaşam pratiğim, ne olduğunu gayet iyi bildiğim terör suçunun propagandasını yapmaya müsait değildir.
Esas hakkındaki savunmam ve kişisel beyanıma istinaden derhal beraat talep ediyorum. (AKS/TP)