Nasıl olmasınlar ki; Avrupa Birliği'nin (AB) 17 Aralık Brüksel zirvesinde alınan kararları politik bir zafer diye sunmaya çalışan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) liderliğinin toplumdan ve TBMM'den gerçeği gizlediği ortaya çıktı. Anlaşıldı ki, hükümet büyük kavisler vererek ve ikinci sınıf "imtiyazlı ortaklık" statüsünü kabul ederek elde ettiği "müzakere tarihi"nin arkasına saklanıp halka yalan söyledi.
Türkiye'nin AB üyelik sürecini halkçı, ulusalcı, sol ya da sosyalist bir perspektifle değerlendiren; bu emperyal entegrasyon girişimine karşı çıkan veya eleştirenler ise haklı çıktı. Yaşadığı topraklara ve bu toprakların insanlarına karşı derin bir inançsızlık içinde olanlar ise kaybetti.
Mehmet Ali Birand'ın 21 Aralık'ta yazdığı yazının -ki Posta ve Referans gazeteleri ile Hürriyet ve Milliyet'in internet sitelerinde aynı gün yayımlanıyor- başlığı bile herşeyi anlatmaya yetiyor; "Bırakın, şu işin tadını çıkaralım".
Geçmiş olsun! Bu işin tadı çoktan kaçtı.
Hükümet kendisini tekzip etti
Ankara Kızılay meydanında patlatılan havai fişeklerin daha dumanı dağılmadan Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı geçen hafta AB'ye bir nota verdi. Nota'nın konusunu, 17 Aralık belgesinde yer alan "uzun geçiş dönemleri, özel sınırlamalar ve kalıcı kısıtlamalar" oluşturuyor.
Bakanlıktan yapılan açıklamada, "Türkiye Cumhuriyeti Brüksel zirvesi karar metninin 23. paragrafında yeralan derogasyonların kalıcı olmasını kabul etmediğini bildiren bir notayı AB'ye vermiştir" deniyor.
Oysa, gerek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan gerekse Dışişleri Bakanı Abdullah Gül zirveden hemen sonra yaptıkları açıklamalarda; Türkiye'nin kalıcı kısıtlamaları kabul etmediğini, karar metnine, "gerek duyulduğunda" ve "Türkiye'nin kabul etmesi halinde" diye iki "kayıt" düşüldüğünü söylemişlerdi. En yetkili iki ağızdan yapılan bu açıklamalara bakılırsa, kalıcı kısıtlamalar Türkiye için "otomatik" şekilde devreye girmeyecek ve uygulanamayacaktı.
Yenilgi ve politik denge
Hükümet verdiği nota ile kendi kendini yalanlamış oldu. Şark kurnazlığını diplomasi sanan; dışişleri bürokrasisini, deneyimli büyükelçileri, yetkin tercümanları Brüksel'de devre dışı bırakan; görüşmeleri çevresinde bulunan, yetenekleri ve ufuklarının sınırları tartışmalı birkaç partili danışmanla götürmeye çalışan Erdoğan, 17 Aralık zirvesinde derin bir yenilgi aldı.
Kıbrıs şartı ve ucu açık müzakere süreci vb. bir tarafa bırakılsa bile bu notanın anlamı şudur; Türkiye AB'ye tam üye olsa dahi bu ülke vatandaşları Avrupa'da serbestçe dolaşamayacak, başta tarım sektörü olmak üzere AB fonlarından Türkiye hiçbir şekilde yararlanamayacak. Dahası, her müzakere başlığına geçiş için performans kriterleri aranacağı, uzun geçiş dönemleri uygulanacağı ve her düzenleme için uygulamalar bir süre izleneceği için, müzakereler 20, hatta 30 yıl sürebilecek.
Öyle ki, Ege Cansen gibi iş dünyasının yakından tanıdığı ve izlediği bazı ekonomistler, biraz daha ileriye giderek "AB tarih vermedi" diye yazıyorlar. Cansen, yazısında "şartlı tarih tarih değildir" diyor ve medya dünyasında estirilen "terör" rüzgarına karşı çıkıyor. (Hürriyet, 22.12.2004)
Sadece hükümetin değil, her soydan liberalin yaşadığı bu yenilginin kaçınılmaz olarak iç politik sonuçları da olacak. Hep birlikte politik dengelerin ağır ağır değişmeye başladığını göreceğiz. Türkiye, yeni yılla birlikte sürprizlere açık, gerilimli ve çalkantılı bir döneme de girecek.
Demokrasi illüzyonu
Hayal kırıklığına uğrayan AB muhiblerinin sığındığı son bir argüman var, kabaca şöyle özetlenebilir; Türkiye AB'ye tam üye olmasa bile yaptığı reformlar bu toplumun yararınadır. Türkiye hiç değilse bu sayede demokratikleşecektir.
Bu yaklaşım büyük bir palavradır. Öncelikle, 17 Aralık belgesinde Türkiye için tam üyelik perspektifi verilmediği son derece açıktır. Dolayısıyla, geri dönüşü olmayan tavizler verildiği halde Türkiye'nin AB'ye tam üye olmaması durumunda; ortada güçten düşürülmüş, tarımı çökmüş, birleştirici çimentosunu yitiren toplumu ufalanmış, akarsularının yönetimi uluslararası kurumlara bırakılmış, İstanbul'dan kalkan gemileri, Ege'den geçerek Antalya'ya gidemeyen bir ülke kalacaktır.
AB reformlarının "demokratik" olup olmadığı tartışması bir yana, insan hak ve özgürlükleri bir ülkenin iç dinamiklerine dayanmadığı sürece kalıcı olamayacaktır. Kaldı ki, "reform" diye yapılan düzenlemeleri bu ülkede onlarca yıldır sürdürülen özgürlük mücadelesini yok sayarak değerlendirmek doğru değildir.
Türkiye'nin gücü Avrupa'nın güçsüzlüğü
Türkiye, AB'nin pilot kabinini oluşturan emperyal ülkelerin hazmedemeyeceği kadar büyük bir ülkedir. Gelir dağılımındaki adaletsizliğe ve sanayileşme sürecinde yaşanan bütün çarpıklıklara karşın ekonomik, askeri ve toplumsal bakımdan etkili bir bölge gücüdür. Ve bu güç korunduğu sürece Avrasya jeopolitiğinde yer almak isteyen her ülkenin alanı daralmış demektir.
İşte bu nedenle, makul ve kabul edilebilir sınırların ötesinde büyüyen Türkiye'nin, AB'ye "imtiyazlı ortak" olarak bile alınması zordur. Gel gelelim, küresel hegemonya mücadelesinde Atlantik'in öteki yakasından, ABD'den bağımsız bir güç olmak isteyen AB Türkiye'ye mecburdur. Türkiye'nin askeri gücünü ve insan kaynaklarını içermeden; ekonomik ve jeopolitik olanaklarını değerlendirmeden AB'nin süper güç olması ve küresel bir aktör haline gelmesi, görünür gelecekte imkansız değilse bile çok zordur.
Bu durum AB'nin önündeki en büyük açmazdır. Zaten 17 Aralık Brüksel belgesi tam da bu açmazın metnidir. Ve AB, işte bu açmazı "imtiyazlı ortaklık" statüsü yaratarak aşmaya çalışmaktadır.
Türkiye'nin en büyük 'ihraç' malı!
AB Dönem Başkanı olan Hollanda'nın Dışişleri Bakanı Bernard Bot, 25 Aralık 2004 tarihli The Washington Times gazetesinde yazdığı yazıda, Türkiye'nin Avrupa için neden gerekli olduğunu çok açık şekilde yazıyor:
"AB, Türkiye'nin üyeliği sayesinde Suriye, Irak, Ermenistan ve Kafkaslara sınırdaş olacak. Avrupa ve Büyük Ortadoğu birbirine coğrafi olarak yakınlaşacak. (...) Türkiye'nin katılımı AB'nin terörle mücadeleye yönelik siyasi ve askeri kapasitesini de güçlendirecek ve uluslararası barışı ve istikrarı ileriye taşıyacak. ABD, Avrupa'dan, küresel güvenlik yükünü daha fazla paylaşmasını isterken haklı. İşte Türkiye'nin güçlü ordusunun yardımıyla, AB bu yükü daha fazla omuzlayacak. Türkiye'nin Afganistan'daki NATO operasyonlarında oynadığı rol, potansiyelini gösterir nitelikte."
Bu değerlendirme üzerine daha fazla söz söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Demokrasi, insan hakları filan, artık asıl amacı gizlemiyor bile.. Anlaşılan, gizlemek gibi bir niyetleri de yok. Ancak Avrupa'nın üstünde küçük bir sorunun çengeli hâlâ asılı durmaya devam ediyor; Türkiye ABD'nin Truva atı olabilir mi?
Bu soruya henüz net bir yanıt verilebilmiş değil. Eğer Ankara, Atlantik'in iki yakası arasında denge politikası izlemeye devam eder ve büyük kriz dönemlerinde amerikancı pozisyon takınmayı sürdürürse bu soru hep gündemde kalacaktır. Türkiye-AB ilişkilerindeki asıl sorun da budur.
Türkiye'nin AB üyeliğini destekleyen en büyük gücün ABD olması sizce bir tesadüf mü? (MY/YS)
3