Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Milliyetçi Hareket Partisi’ne (MHP) sunduğu anayasa taslak metninin basında yer alan maddelerini hukukçu ve siyaset bilimci Dr. Mustafa Bayram Mısır’la konuştuk.
Öngörülen değişikliklerin yasamanın yetkilerinin bir kısmını yürütmeye verdiğini, yargıyı tamamen yasama ve yürütme vesayeti altına soktuğunu ifade eden Mısır, “Bu düzenlemeler kimin ihtiyacı” sorusunu yöneltiyor ve ekliyor:
“Önerilen anayasa değişikliği paketi devam eden ve daha da devam edecek olan bu sürecin bir parçası… Hem de bana göre, ‘sessiz devrim’in ima ettiği diğer dönüşümlerle kıyaslandığında oldukça ‘önemsiz’ bir parçası… Tartışmanın rejim değişikliği olduğu konusunda ise ortada bir gizem dahi yok. (…) Artık nasıl anlarsanız ve neresinden tutmak isterseniz, iyimserseniz de kötümserseniz de rejim tartışmasında durum bu; AKP’ye göre Yeni Türkiye ve kurucu lideri var, orta yol ise yok…”
Basında yer aldığı kadarıyla AKP’nin MHP’ye sunduğu anayasa taslak metninde şu maddeler bulunuyor: * Taslakta sisteme ilişkin 20 madde, atıflar ve geçiş hükümleri 10 madde olacak. * Adı başkanlık değil cumhurbaşkanlığı sistemi olacak. * Cumhurbaşkanı devletin ve yürütmenin başı olacak. * “Başbakan” değil, “cumhurbaşkanı yardımcısı” olacak. 2 cumhurbaşkanı yardımcısının olması gündemde. * Cumhurbaşkanı 5’er yıllığına 2 kez seçilebilecek. * Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı, MİT Müsteşarı, rektörler başta olmak üzere üst düzey bürokratları atayacak. * Cumhurbaşkanı ve Meclis seçimleri yenileme kararı alabilecek. * Bakanlar parlamento dışından atanacak. Milletvekili bakan olursa vekillikten istifa edecek. * Cumhurbaşkanı yürütmenin alanına giren konularda kararname çıkarabilecek. Temel hak ve hürriyetleri düzenleyen alanlarda kararname çıkartamayacak. * 2019’a kadar seçim yapılmayacak. Bu tarihe kadar başbakan aynı yetkilerle görevine devam edecek. Cumhurbaşkanı’na ise bu seçime kadar anayasadan kaynaklanan geçiş yetkileri tanınacak. |
Temel hak ve özgürlükler, ulusal sorun ve laiklik
Başbakan Binali Yıldırım “Vesayet anayasasını değiştiriyoruz” dedi. Değişiklik hükümet sistemine ilişkin ve geçiş sürecine ilişkin maddeler içeriyor. Anayasada yapılacak bu değişikliklerle, “vesayet anayasası” ortadan kalkmış olacak mı?
Vesayet tartışması; “1982 Anayasası askeri vesayet altında yapıldı, 1982 Anayasasını değiştirirsek askeri vesayet anayasasını değiştirmiş oluruz” türünden argümanlarla tüketilebilecek bir tartışma değil. Demokratik bir anayasa yapılmadığı sürece vesayet tartışması devam eder. Hatta artarak sürer. Bu kez de, anayasanın askeri değil sivil vesayet altında yapıldığı söylenir. Bunun doğruluğunu test edebilmek için vesayetten önce bir kuruculuk tartışması yapmak gerekir.
Anayasalar kurucu iktidarlar tarafından yapılır. Anayasayı kendi koyduğu dışında hiçbir kuralla sınırlı olmaksızın yapan iktidara asli kurucu iktidar diyoruz. Bu anlamda kurucu iktidar, çoğunlukla, ta Machiavelli’den beri biliyoruz, ya “yetenek ve kılıçla” ya “hile-kurnazlık ve kılıçla” ya da “başkasının kılıcı ve talihle” kazanılıyor. Her durumda bir “zor” unsuru var.
Siyaset bilimcileri ve anayasa hukukçuları arasında asli kurucu iktidarın zora dayandığı genel kabul görmekte ise de doğru değil; Yunanistan, Portekiz örneği var, başka türlüsü elbette mümkün. Bunun için toplanma amacı, çalışma konusu ve yasama yetkisi yeni bir anayasa yapmakla sınırlanmış olan, seçilmiş temsilcilerden kurulu bir kurucu meclis gerekir. Anayasa, bu türden bir kurucu meclis tarafından yapıldığında demokratik bir anayasa olarak nitelenebilir. Tüm halkın demokratik şekilde temsil edildiği kurucu meclislerin yapmadığı bütün anayasalar, Machiavelli’nin tasniflediği yollardan biri ile iktidarı gasp eden asli kurucu iktidarlar tarafından yapılan, bir “vasisi olan” anayasalardır.
Anayasayı anayasada belirlenen kurallarla değiştiren yasama gücünü ise bu anlamda asli kurucu iktidar saymıyoruz. Anayasada belirtilen yollarla anayasayı değiştirdiği için tali kurucu iktidar, diyoruz. Dün bazı maddeleri basına yansıyan anayasa değişikliklerini yapacak olan da bu tali kurucu iktidar. Dolayısı ile, asli kurucunun anti-demokratik niteliği ortada duruyor olacak. İşte başlangıç kısmı orada duruyor olacak vb. Hatta, önerilen değişiklikler, asli kurucu olan 12 Eylül askeri diktatörlüğünün gözettiği ve getirdiği yürütmeyi güçlendirme eğilimini doğrudan devam ettirdiğinden, vesayet doğuran asli kurucunun sivil hüviyetle yaşamaya devam ettiği söylendiğinde, buna itiraz edilmesi de zor olacak.
Basına yansıdığı kadarıyla maddelere bakarsak, yapılan şey, yürütme gücünün, hükümet sisteminin yeniden düzenlenmesinden ibaret görünüyor. Değişikler, yasama gücünün elindeki yasama yetkisinin bir kısmını yürütmeye veriyor. Yargıyı, tümüyle yasama ve yürütmenin vesayeti altına sokuyor. Bu düzenlemeler kimin ihtiyacı? Türkiye’de demokratik anayasa tartışması bunlarla ilgili değil ki, üç temel başlığı var: Temel hak ve özgürlükler, ulusal sorun ve laiklik. Hükümet sistemi tartışması, demokratik anayasa tartışmasının bir başlığı bile değil. Ama belli ki bir ihtiyaç, hem de büyük bir ihtiyaç olduğu anlaşılıyor.
Cumhurbaşkanı’nın yürütme gücünü fiilen elinde tutması
Bu ihtiyaç nereden doğuyor?
Bu ihtiyaç, Sayın Cumhurbaşkanı’nın yürütme gücünü fiilen elinde tutmasından doğuyor. Ağustos 2015 ayında Rize’de yaptığı bir ziyarette, doğrudan seçimle göreve gelmesinin kendisini halka karşı sorumlu kıldığını hatırlatarak, “İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye'nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir. Hem buna engel olup hem de ‘Cumhurbaşkanı her şeye karışıyor’ demek, yağmur altında yürürken ıslanmaktan şikayet etmekten farksızdır” dediğinde bu ihtiyacın çerçevesini de çizmişti.
Aradan bir yılı aşkın zaman geçti, yağmur öyle yağdı ki, halklarımız öyle ıslandı ki, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ağzından, “Türkiye’de fiili bir durum vardır ve bu çözülmelidir. Ülke yönetimi yasa ve Anayasaya uygun değildir. Ve de suç işlenmektedir. Sayın Cumhurbaşkanı, fiili başkanlık yapmaktadır. Bu durum Anayasa’ya aykırıdır. Ya dedim, Sayın Cumhurbaşkanı fiili başkanlık zorlamasından vazgeçsin. Ya da dedim, fiili durumun hukuki boyut kazanabilmesinin süratle yöntemleri aransın. Bunları anlamayan varsa, sözüm söz olsun, heceleye heceleye, alfabeyi öğretir gibi anlatmaya varım ve hazırım” dediğini duyduk. Bu iki konuşma, ihtiyacın ne olduğunu, hiçbir ek yapmamıza gerek kalmadan, açıkça gösteriyor.
Buradan vesayet tartışmasına geri dönebiliriz. Bu değişiklik paketinin demokratik anayasa tartışmasından doğmadığı, Sayın Cumhurbaşkanının hali hazırda kullandığı fiili iktidara anayasal temel oluşturma arayışından doğduğu açık olduğuna göre, “Bu paket, 12 Eylül Anayasası’nın ruhunu güçlendiren, askeri vasilerin giysisini tek bir sivilin giydiği, ‘sivil vesayet’ paketidir”, “12 Eylül’de vasi, askerlerdi. Şimdi de bir başka vasimiz var” diyeceklere kolay kolay burun kıvıramazsınız.
Adalet Bakanı Bozdağ, “Şimdi CHP farklı düşünüyor, öbürleri farklı düşünüyor. Ya siz farklı düşündüğünüzde durum değişiyor mu? Türkiye'de bugün Sayın Bahçeli'nin dediği gibi bir fiili başkanlık durumu yok mu? İstediğiniz kadar yok deyin, var. Gerçek çok net açık, ortada” diye durumu açıkça belirttikten sonra, durum bu kadar basit ve ortadayken, başkaca ne denilebilir ki?
Henüz, maddeler “kelime kelime” önümüzde değil, ama basına yansıyan kısmından bile, önerilen paket içeriğinin sadece ve sadece bu ihtiyaca cevap verdiği, içeriğinin, fiilen iktidarı fethetmiş bulunan gücün kendisine anayasal bir temel oluşturmasından ibaret olduğu; özetle, terzinin kendisine elbise biçtiği, açıkça görülüyor.
“Güçlendirilmiş başkanlık”
Sistemin adının başkanlık değil cumhurbaşkanlığı sistemi olması ne anlama geliyor?
Kamuoyunda başkanlık sistemine karşı oluşan antipatiyi sözcük oyunu ile gidermeye dönük bir muhtevası herhalde vardır; AKP’nin ideolojik bir mücadeleye girerken mazrufu saklamak için zarfı göstermeye sıklıkla tevessül ettiğini biliyoruz.
Bunu bir yana bırakırsak, terzinin kendisine uygun elbise biçmesi derken kast ettiğim nedenle Cumhurbaşkanlığı sistemi adı -bir de Anayasada bu paketle değiştirilmeyecek olan maddelerdeki Cumhurbaşkanı atıflarını yerinde bırakmak için- tercih ediliyor.
Deniyor ki, nasıl Fransız sistemi (yarı-başkanlık sistemi), İngiliz sistemi (parlamenter sistem), Amerikan sistemi (başkanlık) var, bu da Türk sistemidir ve Türkiye’de devlet başkanının adı Cumhurbaşkanı olduğuna ve yürütme gücü de bu sistemde Cumhurbaşkanına verildiğine göre, buna da “Cumhurbaşkanlığı Sistemi” diyoruz.
“Öz ile görünüş aynı olsa bilime gerek kalmazdı” büyük sözü, böyle zamanlar için söylenmiştir. Görünüşte, evet öyledir; ama anayasa hukuku biliminde hükümet sistemleri adlarından değil, yasama, yürütme ve yargı adı verilen, aynı zamanda anayasal organlar olan güçlerin birbirleri ile ilişkilerine ve yürütme organının kendi içine bakılarak; hükümetin (kamu işlerini yürüten bürokratların başındaki fiili gücün) nasıl oluştuğuna, hangi yetkilerle donatıldığına, nasıl sınırlandığına, hangi yollarla denetlendiğine göre tasnif ediliyor.
Bunun için önce erklerin birbirleriyle ilişkilerine sonra da yürütme gücünün kendi içine, anayasada düzenlemenin kelime kelime nasıl yapıldığını gördükten sonra dikkatle bakmak gerekecek. Bu yüzden, şimdilik, parlamenter olmadığı açık olan ve yarı-başkanlık da olmayan bu Türk sisteminin bir tür başkanlık olduğu söylenebilir.
Peki, bu demokratik bir başkanlık mı, yoksa “güçlendirilmiş başkanlık” mıdır? Yasama ve yargının kolu kanadı kırılır, Cumhurbaşkanı yasama gücünün bir kısmını devralır, siyasal ve yargısal denetimin de dışına taşar ya da bu denetim iyice zorlaştırılırsa, bu şekilde oluşan yürütme gücüne dayanan sistemi anayasa hukukuna uydurmaya çalıştığımızda hükümet çevrelerince teklif edildiği gibi “güçlendirilmiş başkanlık” diyeceğiz.
Maddeleri okuduğumuzda daha net şekilde görebileceğiz. Ancak gazetelerde yansıyanlardan anlaşılan, kurulmak istenen Türk tipi başkanlık sisteminin bazı AKP’li milletvekillerin de söylediği gibi ‘güçlendirilmiş başkanlık’ olduğudur.
“Kuvvetler ayrılığı ‘olan’ bir şey değil, ‘yapılan’ bir şey”
Bu “güçlendirilmiş başkanlık” ya da “Türk tipi başkanlık” ya da “Cumhurbaşkanlığı sistemi” demokratik mi?
Yürütme gücünün iyice kişiselleşmesi ve keyfileşmesi sonucunu doğurursa demokratik olmaz. Bu sistemin demokratik olup olmayacağını öngörebilmek için, birden çok kıstas var.
İlki, ne kadar tekrar edilse az olan, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16.maddesidir:
“Hakların güvence altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığının yapılmadığı bir toplumda Anayasa yoktur.”
Çok net, anayasa diye içinde kurallar yazan belge, kuvvetler ayrılığına dayanıyorsa ve temel hak ve özgürlükleri düzenleyip güvence altına alıyorsa anayasa olur. Adını andığımız, parlamenter, yarı-başkanlık ve başkanlık adı verilen üç demokratik sistem de, öncelikle insan haklarının üstünlüğüne ve az ya da çok, sert ya da yumuşak kuvvetler ayrılığına dayanır. Ve kuvvetler ayrılığı “olan” bir şey değildir, “yapılan” bir şeydir, yaptığınız gibi yıkabiliyorsunuz.
“Kuvvetler ayrılığı ‘varmış’ gibi”
Sabah gazetesinde yer alan habere göre, “Cumhurbaşkanı ve Meclis seçimleri yenileme kararı alabilecek” deniliyor. Bunun dışında, bakanların parlamento dışından Cumhurbaşkanı tarafından atanacak olması, Cumhurbaşkanının yürütmenin alanına giren konularda kararname çıkarabilmesi, temel hak ve hürriyetleri düzenleyen alanlarda kararname çıkartamayacak olması; bunları kuvvetler ayrılığı çerçevesinde nasıl değerlendirebiliriz?
Bunların birkaçı başkanlık sisteminin gerekleri. O yüzden hangi koşullarda olduğunu anlamak için maddeleri okumamız lazım.
Kanun-i Esasi’de yapılan 1909 değişiklikleri ile Padişah’ın fesih yetkisini kullanması o kadar zor hale getirildi ki, biz buna bakıp, 1909 değişiklikleri ile Osmanlı Devleti tümüyle meşruti bir monarşi oldu, diyebiliyoruz.
Şimdi yürütme, yasama ve yargı karşısında güçlendiriliyor; başkan, idari aygıtın tek karar verenine dönüştürülüyor. Özetle, karşılaştırmalı olarak, örneğin Amerikan başkanına göre güçlendiriliyor.
Ayrıca, kuvvetler ayrılığı hep eksik anlaşılır. Devlet iktidarının, yürütmenin kendi içinde de bölünmesi; kimi kamusal işlerin merkez ve yerel arasında bölüşülmesi -belediyeler vb.- kimilerinin de toplumun özyönetimine -meslek örgütleri vb. örneğinde olduğu gibi- bırakılması da bu kapsamda toplumsal demokrasinin güvenceleridir.
Güçlendirilmiş başkanlığa geçiş sürecinde bunlara ne olacağını, Cumhurbaşkanının nasıl takdir edeceğini şimdilik bilmiyoruz.
Yasama yönünden bakarsak, bir köşe yazısında Başkan’ın fesih yetkisi yok denilirken başka bazı haberlerde karşılıklı fesih yetkisi, deniyor. Bu konuda, elbette Sabah gazetesine güvenmeliyiz, yukarıda açıkladığımız ihtiyaç nedeniyle yapıldığından Cumhurbaşkanının fesih yetkisinin olmamasına izin verilmemiştir ama bu nasıl olacaktır, madde metnini görmek gerekiyor.
1909 örneğini bu yüzden verdim, Cumhurbaşkanı fesih yetkisini kolayca kullanabilirken meclisin başkanı görevden alması neredeyse imkansız ise buna karşılıklı diyebilir miyiz? Kaldı ki, sert güçler ayrılığı sisteminin başkan vesayetinde değil demokratik bir şekilde işleyebilmesi için meclisin başkan tarafından feshedilememesi, ayrıca seçimlerin aynı zamanda yapılmaması, mutlaka gerekiyor.
Diğerleri de keza öyle; başkan yardımcısı, bakanların meclis dışından seçilmesi, başkanın sınırlı alanlarda, bizdeki tüzük benzeri düzenleyici işlemler yapabilmesi vb. demokratik bir başkanlık sisteminde de vardır. İyi de yasama yetkisinin devrinin neleri kapsadığı tam anlaşılır değil, keza impeachment -Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğu- mekanizması gereksindiği çoğunluğun oranı nedeniyle kullanılamayacak halde… Bakanların yasama bağışıklığının bulunmaması gerekiyor, buna ilişkin düzenleme yapılıp yapılmadığı haberlerden anlaşılmıyor.
Daha da önemlisi, bunların güvence olabilmesi anayasal organların, örneğin Anayasa Mahkemesinin etkin ve güçlü varlığına bağlı. Mevcut Anayasa Mahkemesi, önceki içtihatlarına aykırı şekilde olağanüstü hal (OHAL) kanun hükmünde kararnamelerini (KHK) hiçbir şekilde denetleyemem diyerek, aslında kendi kendini fiilen kapattı.
O bakımdan başkanın anayasal organlara yaptığı her atamada meclis onayı aranması gerekli. Atamanın başkana bırakıldığı koşullarda, örneğin, kendi içtihadını bile hatırlamakta zorlanan mahkemenin, hangi yasanın temel hak ve özgürlüklerle hangi yasanın yürütmenin olağan işleri ile ilgili olduğuna nasıl karar vereceği meçhuldür. Bu yüzden, yasama yetkisinin sınırına da Anayasa Mahkemesi değil meclis karar vermelidir. Daha önce bazı haberlerde sözü edilen, bu doğrultudaki, aynı konuyu meclis düzenlerse başkanlık kararnamesinin hükümsüz olacağına dair maddeyi ise ben dünkü haberlerde göremedim.
Bu nedenle de metni “kelime kelime” görmeden denilecek şeyler, afaki olabilir ya da afakilikle suçlanabilir. O bakımdan, şimdilik, genel bir değerlendirme olarak, kuvvetler ayrılığı, önerilen sistemde, “varmış gibi görünüyor” demekle yetinebiliriz. Ancak unutmamak gerekir, kuvvetler ayrılığı yoksa, anayasa da yoktur.
Demokratik anayasacılık usulleri
Kuvvetler ayrılığı dışında?
Kuvvetler ayrılığından sonra ikinci kriter, paket içeriği ne olursa olsun anayasa değişikliğinin demokratik anayasacılık ilkelerine uygun yapılmasıdır. Belli ki bu bir demokrasi paketi değil, münhasıran yürütme organı işlemez olduğu için yapılan bir hükümet sistemi değişikliği.
Bu durumda dahi, değişiklik sürecini demokratik anayasacılık sistematiğe göre sınamak zorundayız. Bunu yaptığımızda, özgür ve çoğulcu bir kamuoyu rejiminin var olmadığını; Anayasa tartışmasının kamuoyuna açık, erişilebilir bir şekilde yapılmadığını; bazı yönlerden baskı altında yürütüldüğünü, köktenci eleştirel görüşlerin hakim medyada görünür olmadığını; tartışmanın açık olmadığı gibi -tam olarak ne önerildiği, meclisteki son görüşülme anına kadar kamuoyundan gizlenmektedir-, kamuoyunun anayasa tartışmasına değil “ülkenin ve milletin bekası” kaygısına teslim edildiğini ve yeni sistemin de bu kaygıyı büyüterek çözüm olarak savunulduğunu; Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü büyük partisinin genel başkanlarının Anayasa Mahkemesi’nin milletvekillerinin tutuksuz yargılanması gerektiğine dair içtihadına rağmen tutuklandığını ve bu durumda, anayasa tartışmasına partilerin serbestçe katıldığının söylenemeyeceğini; tartışmanın rejim tartışması olduğuna dair itirazların adıyla müsemma Cumhuriyet gazetesine yönelik manipülatif operasyonlarla elimine edilmek istendiğini, ister istemez görüyoruz.
Bunlar, değişiklik paketinin meclis tarafından kabul edileceğine ve halk oyuna sunulacağına dair demokratik taahhütleri de işlevsiz kılacak ölçüde demokratik anayasacılık ilkelerine aykırı şekilde gündeme getirildiğine kanıt oluyor. Demokratik anayasacılık usullerine uymadan yapacağınız anayasa değişikliğinden demokratik sonuçlar beklemek pek mümkün değil. Tarihten öğrendiğimiz daha ziyade tersi…
Üçüncü kriter ise, bu paketin kendisi için münhasıran hazırlandığı görülen Sayın Cumhurbaşkanından sonra o “koltuğa” kimin oturacağıdır ki, bunu şimdiden bilemeyiz.
Rejim değişikliğine direnebilecek dinamiklerin bastırılması…
Cumhurbaşkanına 2019’daki seçimlere kadar anayasadan kaynaklanan geçiş yetkileri tanınacak. Bu ne anlama geliyor?
Bunun yegane anlamı, sadece süregiden haliyle “fiili başkanlık sistemi”ne hukuki statü tanıyan bir geçici maddenin ihdas edileceği değilse eğer; literatüre “güçlendirilmiş başkanlık” olarak kaydedileceği anlaşılan “Türk tipi başkanlık sistemi”nin kökleşmesi için gerekli tüm hukuki ve fiili hazırlıkların tamamlanması amacı ile 2019 yılındaki seçime kadar olağanüstü dönemin devam edeceğidir.
Olağanüstü hal demiyorum, bu belki kaldırılabilir ancak, rejim değişikliğine direnebilecek tüm dinamiklerin bastırılması şeklinde süregidecek bir olağanüstü dönemden söz ediyorum. İki büyük, temel uğraşısı insan hakları olan hukukçu örgütü kapatılmıştır; Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) ve Özgürlükçü Hukukçular Derneği (ÖHD).
ÇHD’yi kapatmaya 12 Eylül cesaret edebilmişti. Cumhuriyet gazetesine yapılanlar; daha doğrusu, rejimin adı ile özdeş bir gazeteye bunların yapılabilmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin üçüncü büyük partisinin başkanlarının ve seçilmiş belediye başkanlarının tutuklanması karşısındaki derin sessizlik ürkütücüdür.
Bu sessizlik büyüyerek güçlendirilmiş başkanlığa geri döndürülemez toplumsal bir onaya dönüşüyor. Böyle bir onay eşliğinde gerçekleşecek kurumsal ve hukuki değişikliler şimdiden endişe konusudur. Referandumdan hayır çıkma ihtimalinin dahi konuşulamaması, bu geçiş sürecinin, sessizliğin derinleştirilerek onayın güçlendirildiği bir süreç olarak tasarlandığı kuşkusunu güçlendiriyor.
“Kurucu lider”
Sizce de, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun dediği gibi bu yaşadığımız süreç “başkanlık” değil “rejim tartışması” mı?
İyimser bir bakış açısıyla, bunu şimdiden kesin olarak bilemeyiz, denilebilir. İyimser bakış açısından, rejim tartışması olup olmadığını, Sayın Başbakan’ın ileri sürdüğü gibi bu tartışmanın 1923’te bitip bitmediğini, bu seçimler demokratik olarak yapılır da Sayın Cumhurbaşkanı kaybederse ne olduğunu gördüğümüzde, yukarıda sözünü ettiğim üçüncü kritere göre kesin olarak bilebileceğiz.
Yine de, paketi hazırlayanlar açısından gelecek tasavvuru çok belli, 2019’da Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılması, iki kez seçilecek olması ve 5’er yıl görev süresi öngörüldüğüne göre, değişiklik paketi, her seferinde seçim kazanacağı öngörülen Sayın Cumhurbaşkanına, yürütme gücünün 2029 yılına kadar tahsis edilmesi mantığına dayanıyor. Kazandığı ve Atatürk resimleri ve heykelleri yerlerini koruduğu müddetçe, iyimser bakış açısından, “evet, bu bir rejim tartışmasıdır” demek, “biçimsel olarak” hakikaten zordur.
Ancak kendi adıma, bu türden iyimser bakış açılarını, hüsnükuruntuları hiçbir zaman bilimsel bulmadım. AKP’nin bu mantığı meşru olarak görebilmesinin temeline bakmak gerek. Bu temel partinin Sayın Cumhurbaşkanına biçtiği kurucu roldür. Sayın Cumhurbaşkanı, çok değil, iki gün önce, TRT World açılış gecesinde “Şüphesiz ülkemizin son 14 yılda yaşadığı sessiz devrimin en görünür olduğu alanların başında dış politika geliyor” dedi. Bir zamanlar liberal solcuların yaptığı gibi kendi niyetimize uydurmazsak, cümle tartışmaya ihtimal vermeyecek kadar açık bir cümle, Türkiye’de 14 yılda bir sessiz devrim olmuştur, diyor.
Devrim, rejim değişikliği demektir. Kılıçdaroğlu’nun tespiti yanlış değil de bu bakımdan eksik. Gündeme getirilen tartışmanın rejim değişikliği olduğunu söylemesi yanlış değil, gerçekleşen rejim değişikliğinin hukukileştirilmesi olduğunu söyleyememesi ise eksiktir. Doğrusunu, genelde olduğu üzere, Sayın Cumhurbaşkanımız söyledi; “devrim oldu”, diyor, diğer konuşmalarından yola çıkarak, Gezi’yi, 17-25 Aralık’ı ve elbette 15 Temmuz’u karşı-devrim girişimi olarak gördüğü, kendisini de devrim yapan kurucu lider olarak tanıdığı, ortada… Bu böyle değilmiş gibi yapmanın, hüsnükuruntunun kimseye faydası yok… Örneğin, Yenikapı Mitingi’nde yapılan “kurucu lider”in tescil edilmesiydi.
AKP, Sayın Cumhurbaşkanı’na kurucu bir misyon biçmeyi, 15 Temmuz sonrasında değil, çok önce, 2014’te Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez yaptı. Bu gizli saklı değildi, yayınlanan raporlarda da açık açık yazılarak ilan edildi.
Örneğin, AKP’nin desteklediği stratejik araştırma vakfının yayınladığı 2014 tarihli “Erdoğan Siyaseti ve Kurucu Cumhurbaşkanlığı” broşüründe “Türkiye’de Erdoğan’ın siyasi fonksiyonunun tam olarak ‘düzen kurucu’ bir rol oynamak olduğu” açıkça yazılarak ilan edilmekte ve “Erdoğan’ın ‘kurucu’ cumhurbaşkanlığı, yeni yapıların inşasının daha da ileri bir boyuta taşınacağı bir dönem olacaktır” denilmektedir.
Önerilen anayasa değişikliği paketi de, devam eden ve daha da devam edecek olan bu sürecin bir parçası… Hem de bana göre, “sessiz devrim”in ima ettiği diğer dönüşümlerle kıyaslandığında oldukça “önemsiz” bir parçası… Tartışmanın rejim değişikliği olduğu konusunda ise ortada bir gizem dahi yok.
Aynı broşür, “Kurucu cumhurbaşkanını niteleyen en temel özellik, vesayet ile mücadelenin sona ermesiyle ortaya çıkan siyasi boşluğun yeni bir kurumsallaşma ile doldurulması, ‘yeni Türkiye’nin inşa edilmesidir. ‘Yeni Türkiye’, Türkiye’nin küreselleşme çağında dünyada yeni bir öznelik arayışını yansıtmaktadır. ‘Yeni Türkiye’ birbiriyle ilişkili üç boyuta sahiptir. İlk boyut, kapsayıcı ve farklılıklara saygılı post-Kemalist bir milletin inşa edilmesidir. İkincisi, muhafazakâr-demokrat millet ile uyumlu, ulus-devletin sınırlarını zorlayan post-Vestfalyan bir siyasi birim arayışı etrafında bölgesel dönüşümün gerçekleştirilmesidir. Son olarak, küresel düzlemde farklı medeniyetleri tanıyan ve yaşam şansı veren demokrat-çoğulcu bir uluslararası toplumun yaratılmasıdır” diyor.
Artık nasıl anlarsanız ve neresinden tutmak isterseniz, iyimserseniz de kötümserseniz de rejim tartışmasında durum bu; AKP’ye göre Yeni Türkiye ve kurucu lideri var, orta yol ise yok… (EKN)