IPS İletişim Vakfı/ bianet ve Civil Rights Defenders (CRD) ortaklığı, Hafıza Merkezi katkısıyla 20 Temmuz günü düzenlenen “Yargı Haberciliği: Sorunlar ve Çözüm Önerileri” isimli yuvarlak masa toplantısında akademisyenler, gazeteciler, hak savunucuları ve avukatlar bir araya geldiler, Türkiye’deki yargı haberciliğini masaya yatırdılar. Prof. Dr. Aslı Tunç’un gerçekleştirdiği Akademisyen Gözünden Yargı Haberciliği sunumunu paylaşıyoruz.
* * *
Konuya teorik bakmak deyince sıkıcı çağrışımlar uyandırıyor. O nedenle sizleri sıkmamaya çalışarak işi kuramsal açıdan ele almaya çalışacağım. Aslında Nadire Mater ile yollarımızın kesişmesine vesile olan eski bir araştırmadan söz ederek konuya girmek istiyorum. Adalet Gözet Projesi kapsamındaki bir kitap bölümü. Bu çalışma 2008-2009 yıllarına dayanıyor. Kapsamlı ve hala metodolojisinin geçerli olduğuna inandığım bir çalışma. Bunu küçük bir araştırma ile günümüzdeki Adnan Oktar davasına uyarlamaya çalıştım ve onun çıktılarını sizlerle paylaşacağım.
Şimdi bu araştırmada nelere bakmıştık? O dönemin çok önemli birtakım vakalarına baktık. Danıştay saldırısı davası, Hrant Dink’in TCK 301’den yargılandığı dava, Hrant Dink cinayeti, Elif Şafak, Gamze Özçelik, İlhami Erdil, Orhan Pamuk, Yücel Aşkın, Ferhat Sarıkaya davaları...
Bu araştırmada amaç gazetecilik pratiklerine bakmaktı. Haber kaynağının belirtilip belirtilmemiş olması ya da yorum ve haberin arasındaki çizgi ne kadar aşılmıştı, yorum ne kadar habere karışmıştı vs. Örneğin, haberde davanın süreci ve arka planı veriliyor muydu, kimlerden yorum alınıyor, alıntılar yapılıyordu. Bütün bunlar çok ayrıntılı bir şekilde analiz edilmişti. Kullanılan kelimeler söylem analiziyle de irdelenmişti. Yani mağdur kimdi, saldırgan kimdi, bu dava aktörlerine ne tür sıfatlar konuluyordu? Haberci kendi konumunu nasıl ayarlıyor, nesnel bir şekilde olaya yaklaşıyor muydu, duygusal ve sansasyonel bir dil mi kullanıyordu gibi. Bu davalar tabii ki doğası gereği birbirinden çok farklıydı.
Bilgilendirici özelliği var mıydı haberlerin, arka planları verilmiş miydi, sansasyonel bakış açısı ile gazetecinin arasına koyduğu mesafe neydi? Davanın nasıl ilerlediği yani follow-up dediğimiz, daha sonra neler olduğu, vaka takibi yapılmış mıydı, bunlara da bakıldı. Ve davanın tarafları nasıl çerçeveleniyor? Gazetecinin kendisini haber sürecinde nasıl konumlayarak haberi yazıyor konusuna ayrıntılı bir bakıştı. Mesela haberlerde vurgu kişilere mi yoksa sürece mi yapılıyordu? Sadece kişiler üzerinden mi haber anlatılıyor yoksa davanın bütün süreci habere giriyor mu? Yorum haberin önüne geçiyor mu? Haberci ne kadar konunun içine duygusal olarak kendini katıyor?
Sonuç olarak hukuki süreç içinde sadece kişilerin ön plana çıkarılması eleştirel bir şekilde ele alınmıştı. Tabii bazı yönleri naif kalıyor. O dönemden 2009’dan beri dokuz yıl geçmiş ve medya yapılanması çok değişti.
Daha sonra bu konuda 2010 yılında Turkish Studies adlı akademik bir dergide çıkan benzer bir çalışma yaptım. Bu kez farklı davalara bakılmıştı. O dönemde yine hatırlayacağınız üç davaya bakmıştım. Münevver Karabulut, Engin Çeber ve Hüseyin Üzmez davalarına baktım. 17 yaşındaki kadının kafasının kesilerek atıldığı korkunç bir dava. Engin Çeber ise 29 yaşındaydı. Polis gözetiminde işkence edildi ve öldürüldü. Hüseyin Üzmez ise cinsel taciz olaylarının bence dönüm noktasıydı. O dönemde Üzmez’in Akit gazetesinde çalışmasının getirdiği işin içine dinsel unsurların de girdiği ilginç bir davaydı. Bu üç olay üzerinden davalardaki adalet sunumunu incelemeye çalıştım çerçeveleme tekniği ile.
Bu iki araştırma benim yargı haberciliğine ilgilenmeme neden oldu. Daha sonra da size bugün anlatacağım, gündemi çalkalayan Adnan Oktar davası. Adnan Oktar’ın 17 Temmuz’da çıkan bütün haberlerinin analizini yapmaya çalıştım.
Cinsellik, din, nü tablolar, polisiye…
15 gazetenin aynı günde yaptığı haberleri ele aldım. Bu davada yok yok. Cinsellik, din sömürüsü, nü tablolar, villalar, polisiye şeyler, firar etme çabaları, her şey var. Dolayısıyla popüler kültür, bir esrarengiz yaşam, bir tarikat bilinmezliği hepsi bir arada. Bütün bu unsurların cazibesi aslında bir hukuki süreçten çok daha fazlasını sunuyor okurlara.
Hemen hemen her gazete de Adnan Oktar olayına çok şaşırmış. Sanki bu insan birdenbire gökten zembille düşmüş, daha önceden nasıl biri olduğunu tahmin etmiyoruz, her detay çok şaşırtıyor bizi. Ama kimse bütün bunların neden şimdi üzerine gidildiği sorusunu sormuyor. Adnan Oktar’ın kim olduğunu herkes az çok biliyordu. Hep yeni keşfedilmiş, aniden çıkmış gibi bir habercilik görüyoruz. Sadece bir gazete, BirGün tarihsel çerçeveye oturtarak haberleştirmiş. Seneler boyu nereden nereye geldi, arka plan bilgisi, operasyonu haberleştirmiş. Gayet düzgün bir haber dili ile yapmış olduğunu gördüm.
Dediğim gibi müthiş bir sansasyonelleştirme ve magazinleştirme göze çarpıyor. Ve nerdeyse bütün haberlerde sanki muhabir orada, muhabirin yanında her şey oluvermiş gibi sunuluyor. Adnan Oktar kaçıyor, polis baskın yapıyor. Müthiş bir tanıklık üzerinden haber yapılıyor. Kimden duydun sen bu haberi? Sen orada mıydın? Tüm bunlar polisiye anlatı üzerinden verilmeye başlanmış. 15 haberin altısında haber kaynağı diye bir şey yok. Kim yazdı, servis mi, ajans haberi mi, özel haber mi bilinmiyor. Haberlerin gidişatının bilindiği varsayımına dayanıyor.
Üstte “kedicik” fotoğrafları görüyorsunuz. Fotoğraftaki kadının aslında habere hiçbir katkısı yok. Nü tablonun yanında onun olduğu varsayılarak konulmuş. Bu “kedicikler” işin içerisine cinsellik sosu katmak için çokça kullanılmış. Çok fotoğraf ve ufacık haber. Tamamen fotoğraflar üzerinden giden bir haber sunumu.
Bu tam sayfalık bir haber. Yan yana koydum. Yine bir “kedicik” fotoğrafı var. Adnan Oktar dediğiniz zaman her haberde böyle bir şey göze çarpıyor. Bu baş döndürücü bir haber sayfa düzeni. Gördüğünüz gibi ok oradan çıkıyor, buradan çıkıyor. Tamamen polisiye haberler silsilesi. İçerikten hiçbir şey anlaşılmıyor. Neyle suçlandığını bile yazmamış gazeteci.
Burada buzlanan nü tablolar görüyoruz. Nü tablolar çok açık saçık bulundu muhtemelen. Haber kaynağı da yok. İçeriğe baktığınızda dava ile ilgili hiçbir şey yok.
Burada Adnan Oktar meselesi etrafında dönen önemli bir detay kimlerin gözaltına alındığı. İsimler kısaltma, yüzler afişe edilmiş. Soruşturmanın yine içeriği yok. Zaten ufak ufak haberler.
Burada da yine “kedicikler” vurgusu yoğun. Operasyon niye yapıldı mesela, nedenini hiçbir şekilde göremiyoruz. Hiçbir arka planı yok. Sanki biz anbean operasyonu takip ediyoruz. Ve şu anda işte “kediciklerden” şu yakalandı diye şeyler var. Bunlar biraz sosyal medya anlıksallığının getirdiği şeyler gibi geliyor bana.
Bu bahsettiğim düzgün haberlerden biri. Oldukça ayrıntılı. BirGün’ün haberi ama yine haberin kaynağı yok. BirGün’ün servisi mi yazdı, kendi bilgisi de yok. Baktığınızda eli yüzü düzgün yazılmış, ayrıntı verilmiş, en azından içinde bilgi olan bir haber.
Yargı gazeteciliği nedir?
Şimdi biraz günlük tartışmalardan kendimizi geriye çekersek, yargı gazeteciliğinde terminolojik sorundan bahsetmiştik. Buraya gelmeden biraz Anglosakson dünyasında kavramsallaştırma nasıl diye baktım. Bu “legal journalism” denen yargı haberciliği çok ciddi bir alan gazetecilikte ve bütün bu gazetecilerin hukuki bir formasyonu ve eğitim altyapısı olmak zorunda.
Bir yargı muhabiri hukuk mezunu olmadan olmuyor ya da hukuk fakültesini bitiren insanlar gazetecilik yüksek lisans derecesini alıp gazeteciliğe atılıyor. Hukuk bilgisi olmayan hiç kimse yargı muhabiri olamıyor Amerika Birleşik Devletleri’nde en azından. Bu yargı muhabirliği tabii bizim adliye ve polis muhabirliğinin sadece adliye ayağına karşılık geliyor. Büyük davaların, ki ABD’de her şey davalarla yürüyor, çok iyi analizini yapabilen ve bütün hukuksal süreçleri bilmesi gereken insan olarak görülüyor.
Kimi ülkelerde ise davaları avukatların ya da hukuk mezunlarının haberleştirmesi zorunluluğu var. Başka türlü haberleştiremiyorsunuz. Bunların hepsi aslında mahkeme salonlarından haber yapan muhabirlere legal reporter ya da justice correspondent deniliyor.
Duruşmadan naklen yayın
ABD, İngiltere, Avusturalya, Yeni Zelenda’da yargı haberciliği alanında neler tartışılıyor? Şu an en çok duruşma salonlarında sosyal medya kullanımı yani buradan naklen yayın yapmak. Özellikle ABD’de büyük davalarda en fazla tartışılan mesele bu. 2014’de Güney Afrikalı atletin davası 2018’de de kurucusu Mark Zuckerberg’in federal mahkemede verdiği ifadede tweetler yoluyla naklen yayınlanmış ve tartışma yaratmıştı.
Bu konuyla ilgili çok ciddi raporlar var. Bunların hepsini okudum. Çeşitli uygulamalar var, ülkeye göre değişiyor. Amerika’da federal mahkemelere göre değişiyor mesela. Twitter kullanımına üst mahkeme büyük davalarda izin vermiyor, yerel mahkemelerde izin var. Duruşma öncesinde hakimden sosyal medya kullanımı ya da blog güncellemesi için özel izin almak gerekiyor.
Şöyle bir tartışma var teorik açıdan. Diyorlar ki mahkeme salonları herkese açıktır ve yurttaşın haber alma hakkı vardır. Dolayısıyla gazeteci naklen yayın yapmalı, her şeyi twitleyebilmeli. Herkes sosyal medya başında çünkü. Bizde tabii yurttaş gazetecisi denilen insanlar yapıyor bunu artık. Çünkü pek çok davaya basın ilgi göstermediği için bazı insanlar twitleriyle bu işleri üstleniyorlar.
Bu konuda çok güzel raporlar var. Harvard Üniversite’sinin Berkman Center for Internet & Society merkezinin yazdığı kapsamlı raporda mahkemelerde Twitter kullanımı üzerine ilginç analizler yer alıyor. Bazen çelişkili durumlar da olabiliyor. Kamera sokulabiliyor mahkeme salonuna ancak tweet attırmıyor hakim. Yani hakime ve davanın içeriğine göre değişen bir takım uygulamalar söz konusu.
Yargı haberciliğinde tarihsel dönemeçler
Türkiye’deki durumu siz benden daha iyi biliyorsunuz, aslında çok konuşuldu. Yargı haberciliğinde tarihsel olarak nereden başladık ona bakmak lazım. 60’lardaki Yassıada duruşmaları, 70’lerde “sağ-sol” çatışmalarının davaları, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası sıkı yönetim mahkemelerindeki yargılamalar… Özetle polis-adliye muhabirliğine duyulan ihtiyaç arttı.
Daha sonra 90’larla beraber özel televizyonların hayatımıza girmesiyle beraber deneyimli polis adliye muhabirleri yazılı basından televizyona geçtiler. Televizyon kanallarının haber merkezlerine transfer olup bunları ekran önünde aktarmaya başladılar. Hele şimdi Türkiye tamamen davalar ülkesi olduğu için, her şey bir dava konusu. Tecavüz davalarından KCK’lara, barış için akademisyenlerden gazetecilere ait davalarda uzmanlık alanı gerekiyor.
Türkiye’de
Zanlı adliyeye gelip savcının önüne çıkarıldığı anda yargı muhabirinin işi başlıyor. Tabii hepimizin bildiği adliye kapılarında beklemelerden, bilgi edinmenin zorluğundan ve yanlış kişilerden bilgi aktarılmasının tehlikelerinden bahsedildi. İddianame okumalarının zorluğu ayrı mesele. 2 bin 500 sayfalık bir iddianameyi çok hızlı okuyup haber yapmak gerekiyor, bunu da hangi muhabir yapıyor bilmiyorum. Bunu yapan köşe yazarları var, Sedat Ergin gibi mesela.
Sedat Ergin Ergenekon davasını, Balyoz davasını, “Fethullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması” davalarını irdeledi/irdeliyor.
Duruşmada hızlı not almak çok önemli. Muhabirler notlarını genelde cep telefonlarıyla alıyorlar. Böylece meslektaşlarıyla paylaşıyorlar. Adliye muhabirlerine tahsis edilmiş bir basın odası herhalde Çağlayan’da var ve adliye basın kartları var. Bunlar bize bunun ayrı bir uzmanlık alanı olduğunu söylüyor.
Türkiye’de yargı muhabirliğinin geniş tanımı
Türkiye’de, ABD’de ya da İngiltere’de olduğu gibi yargı muhabirliği tanım olarak adliye muhabirliğini de kapsıyor. Bizim daha klasik olarak konuştuğumuz polis-adliye muhabirliği bu kapsama giriyor. Polis muhabirliği daha sorunlu bir alan. Emniyet genel müdürlüğü, il emniyet müdürlüğü, bağlı şubeler, karakollar, itfaiye müdürlüğü, telefon ihbarları vs. her yerden bilgi geliyor. Bu kaynak çokluğu olayı daha karmaşıklaştırıyor. Burada hayatımıza üçüncü sayfa haberleri giriyor. Sonuç olarak sanık ifadeleri, tutanaklar, dava dilekçeleri bütün bunların nasıl haberleştirildiği aslında nasıl haberleştirilmesi gerektiği önemli bir konu.
İddiaların ne kadarı doğru ne kadarı gerçek bilinmiyor. Gereksiz ayrıntıları aynen kullanmak yerine durumu tanımlamak gerekiyor. Örneğin dilekçede olan ifadeleri usturuplu bir dille habere yedirmek gerek, özellikle tecavüz vakalarında. Habercinin mağduru haberde bir kez daha mağdur etmesi gibi çok büyük sorunlar var. Cinsel şiddetin bu kadar arttığı bir toplumda tecavüz, cinsel istismar, çocuk haberleri bunlar çok sorunlu alanlar.
+18
18 yaşından küçük olanların isimlerin baş harfleri ile verilmesi ve yüzlerinin buzlanması. Medya bunları çok yavaş öğreniyor. Kişinin tanınmasını sağlayacak hiçbir özelliğinin haberlerde yer almaması gerekiyor. Buna fotoğraf da dahil. Fotoğraf kullanılmasının gerektirdiği durumlarda fotoğrafta yüzlerin buzlanması öneriliyor.
Klişeler
Haberlerde çok geçen klişeler var. Mesela tutuklanarak cezaevine gönderildi diye yazılıyor. Oysa tutuklandı ya da cezaevine gönderildi demek yeterli.
Tutuklu ve hükümlü kavramları birbirleriyle karıştırılıyor. Tutuklu hüküm giymemiş kişi, hükümlü ise suçu sabitlenmiş, cezaya çarptırılmış kişi. Bunların hepsi kavramsal olarak birine karıştırılıyor.
“Ölü ele geçirildi” Türkiye’de medyanın sevdiği bir klişe. Ölüler ele geçirilmez, insanlar öldürülür.
Gözlem altı değil gözaltı.
Cadde ortasında infaz değil cadde ortasında cinayet.
Masumiyet karinesi
Her şeyden önce kişinin suçu yargılama sonucunda sabitleninceye kadar kişinin masumiyeti esastır. Bunu herkes biliyor ama göz ardı ediyor. Bir kişiyi damgalamamak, suçlu ilan etmemek için bütün bunların çok titizlikle yapılması gerekiyor. Bu ne yazık ki ideolojik duruşla ilgili bir şey haline de geldi. Herkesin mağduru ve herkesin suçlusu kendi kafasında farklı.
Cezasını tamamlamış kişilere suçlu muamelesi yapılması
Bir koruma tedbiri olarak tutuklama, serbest olan kişinin hakim kararıyla özgürlüğünün kısıtlanması ya da muvafakatten yakalanmış olan kişinin önüne çıkarıldığı hakim kararıyla özgürlüğünün kısıtlanmasını ifade ediyor.
Hüküm giymiş kişilere cezasını tamamladıktan sonra suçlu muamelesi yapılması da hukuka aykırı. Bu pek çok uluslararası sözleşmelerle de sabitlenmiş durumda. Hükümlülerin hangi suçtan hüküm giydiği ve kimlik bilgileri gibi hususların açıklanmaması da uluslararası insan hakları belgeleri ile koruma altına alınmış temel haklar. Cezaevlerinin bu bilgileri kimseye vermemesi gerekir aslında. Burada korunan değer kişinin insanlık onuru ve önlenmeye çalışılan ise eski mahkumun toplum tarafından damgalanması. Dolayısıyla mahkûmiyet bittikten sonra da aslında gazetecinin titiz davranması beklenir.
Sabıka sicilleri kişiyi damgalamak için kullanılmamalı. Özellikle hakkında önceden açılan ve beraat ettiği davalara ilişkin bilgiler habere kişi hakkındaki kuşkuları artırmak iması ile yerleştirilmemeli. Bu da aslında gazetecilikte ne yazık ki yaygın olarak yapılan hatalardan bir tanesi.
Tabii gazetecinin damgalayıcı hükümler, haber ve yorumlardan kaçınması gerekiyor. Gazetecinin sadece sanığı değil elbette ki ailesini, yakınlarını da hedef alan damgalayıcı sıfatlardan kaçınması, bu kişilerin özel yaşam ve mahremiyet haklarına saygı göstermesi gibi konular yalnızca kâğıt üzerinde kalmaması gereken hususlar. Sonuçlanan davalarda ilk derece mahkemesinden çıkan kararın kesin karar olmadığının farkında olarak haber yapılması. Bunlar aslında temel hukuk bilgilerinin haberleştirilmesi.
Haberlerdeki kahramanlaştırma ve yüceltme imalarına da dikkat etmek gerekiyor. Bunu biz tarih içinde de gördük. Sırtı sıvazlanan suçlular, statükoya ya da politik yetkiye yakın duran insanların taçlandırılması, kahramanlaştırılması. Özellikle Hrant Dink davasına baktığımızda bunu görebiliyoruz. Suçu ve suçluyu övmenin Türk Ceza Kanununda yeri olduğunu biliyoruz.
Yargı haberlerinde fikri takip
Fikri takip bizim basınımızda pek olmayan bir şey. Biz olayların sonrasında ne olduğunu pek bilemiyoruz. Mesela belli bir suçla itham edilen kişinin beraat ettiği veya yüksek mahkemede mahkûmiyet kararının bozulduğu veya AİHM tarafından haklı bulunduğu durumlar mutlaka izlenmeli, haber yapılmalı. Pek çok dava kara delik gibi boşluğa gidiyor ve o kadar çok dava var ki haberleştirilemeyenlerin sayısı az değil.
Hangi davayı nasıl bir haber dili ile nasıl bir ideolojik konumla izlediğiniz, hangi kaynağa başvurduğunuz, kimden görüş aldığınız, mağdur suçlu ikiliğini nasıl kurduğunuz, hangi ayrıntıyı gözden kaçırdığınız gibi sorular bugünkü yargı gazeteciliğini tanımlıyor. Türkiye gerçeklerine baktığınızda aslında hangi ayrıntıları çöpe atıyoruz, hangilerini çerçevenin içine sokuyoruz, hangi fotoğrafı kullanıyoruz, hangi fotoğrafı hangi açı ile kullanıyoruz, kimlerden görüş alıyoruz. Bunların hepsi kurgulanmış haber dili. Elbette haberin masum olmadığını biliyoruz. Haber inşa edilen bir olgu ve şu an ülkemizde haber ideolojik olarak inşa ediliyor. Yargı haberciliği de aslında bu ideolojik atmosferin en büyük parçası.
Davalar ülkesi Türkiye
Gazeteci adalet arayışında toplumsal bir yarar gözetiyor mu? İşi sansasyonelleştirip magazin haberine dönüştürüyor mu? Gazeteci yargı sürecinde kendini nasıl konumlandırıyor? Statükonun ve muktedirin bir sözcüsü olarak mı, çoktan kafasında suça hüküm biçtiği bir yargıç olarak mı, yoksa kafasında yarattığı suçluyu korumak için bir adalet savaşçısı olarak mı? Dolayısıyla gazetecinin kendi içsel etik sorgulaması da çok önemli.
Gazeteci kendine “ben burada ne kadar nesnel, ne kadar duygusal olarak işin içindeyim?” diye sormalı ya da “kafamdaki suçlunun bir şekilde sağlamasını mı yapıyorum yoksa onu aklamaya mı çalışıyorum?” diye de sormalı. Bütün bunlar ne yazık ki haber diline sızan, bazen bizim istemediğimiz ölçüde haberin kişiselleşmesine neden olan birtakım hatalar arasında yer alıyor. Medyada bunu net bir şekilde görüyoruz. Bazen bu, muhabirin de hatası olmuyor. Hatalar çalıştığı kurumun editöryal sürecinin bir sonucu olarak da ortaya çıkabiliyor. Evet süreçte çok fazla filtre var ve o filtrelerden kurtulup doğruya ulaşmak ve nesnel bir haber yazmak gittikçe zorlaşıyor. (AT/HK)
Yarın: Gökçer Tahincioğlu'nin sunumu - Gazeteci Gözünden Yargı Haberciliği