Türkiye’de “tek millet, tek dil” söylemi etrafında inşa edilen kimlik siyaseti, farklı halkların hafızasını ve varlığını görünmez kılıyor.
Paris 8 Üniversitesi’nden Doç. Dr. Engin Sustam, Türklük dayatmasının ırkçılığı nasıl beslediğini, Kürtlerin bu kolonyal hafızaya karşı nasıl direndiğini ve toplumsal barış için Kürtçenin kamusal alanda tanınmasının neden hayati olduğunu anlatıyor.
Sustam’a göre, “Kürtlerin yaralı hafızası haysiyetini güçlendirirken, beyaz Türklüğün tahakküm ısrarı barışın önündeki en büyük engel.”
Doç. Dr. Engin Sustam anlatıyor.
"Kürt sorunu, Türklüğün tahayyülünü sarsan bir özgürleşme meselesidir"
Son dönemde “Türkiyeli” kavramına karşı “Türküm” söyleminin yükselişi ne anlama geliyor? Bazı aydınların ırkçı çıkışları doğal göstermesi tesadüfi bir durum mu, yoksa bilinçli bir tahakküm arzusunun parçası mı?
Bazı ırkçı çıkışların doğal gösterilmesi, bilinçli bir kolonyal reflekstir ve muktedir anlatılarının terimlerini ısrarla kullanma çabasından kaynaklanır. Bu yaklaşımın iyi niyetli olduğunu düşünmüyorum. Muktedir dilinden, kimliğinden ve ayrıcalıklarından taviz vermeyen katı bir yapıyla karşı karşıyayız.
Bu yapı, tıpkı erkeklik gibi gücü ve konforu kendine saklayarak konuşmayı tercih ediyor. Bazı aydınların kolonyal dilden bilinçli olarak konuşması, beyaz ayrıcalıklarıyla bağlantılıdır ve kendilerini kurucu elitler olarak görme arzusu, onları eril dünyalarında rahat hissettiriyor. Bu tartışma, beyaz Türklüğün muktedir gücünü tahayyül etme inadından başka bir şey ifade etmiyor.
Birinin “Kürt kökenli değilim, Kürdüm” demesi bu çevreyi neden rahatsız ediyor peki?
Çünkü Kürtlük, Cumhuriyetin kurucu dinamiklerinin perdelemeye çalıştığı en ince epistemik ve pratik şiddet alanıdır. Son yüzyıl, tek dil, tek millet ve tek etnisite üzerine kurulurken, Türk sineması, sanatı ve edebiyatında ötekilerin sesi bilinçli olarak kısılmıştır. Bu, varlık sorununu sorgulatan meseleleri örtbas ederek etnik ayrıcalıkları koruma çabasıdır.
Anayasal söylemlerde üst kimliğin merkezi anlatısını sarsmamaya özen gösterilir; kolonyal fikriyat, bu tahayyülün kurumsallaşması üzerine kuruludur. Osmanlı’da farklı bir kolonyal pratik olsa da, Cumhuriyet bu konuda sert yanıtlar vermiştir. 1921’den sonra Kürt isyanlarının bastırılması, Kürtlüğün haritadan ve hafızadan silinmesi çabasıydı. Ancak bu başarılı olamadı; Kürtler bugün yalnızca bir aktör değil, siyasal ve toplumsal alternatif iddiaları olan bir halktır.
Örneğin, Mahmut Baksi’nin kitabında anlatıldığı gibi, Yılmaz Güney’in cezaevinden çıkarılmaya çalışılırken kimliğinin saklanması, beyazlığın kolonyal epistemesiyle ilgilidir.
Güney’in Kürtlüğünü ifade etmesi, küçümseyici bir kabulsüzlükle karşılanmış ve kriminalize edilmiştir; kendisi sürgünde ölmüştür. Bu görünmez kılma pratiği, sinema, sanat, akademi ve Ahmet Kaya’nın yaşadıklarında da kendini göstermiştir.
Bu ırkçı söylemlerin aydınlar tarafından normalleştirilmesi, toplumsal ve kültürel açıdan ne tür sorunlar yaratıyor sizce? Bu sorunları aşmak için hangi yaklaşımlar öne çıkıyor?
Üst kimliği dayatan ve Kürtlere, Ermenilere ya da Alevilere yalnızca “kökenleriyle” kendilerini ifade etme hakkı tanıyan bir iktidar mekanizmasıyla karşı karşıyayız.
Bazı aydınların sorumsuzca tartışmayı boşaltması ve otoriter bir yetkinlikle konuşması, “Türkiyeli değilim, Türk’üm” gibi söylemlerle linç kültürünü kamusallaştırıyor. Bu söylem, artık baskı altında sesi kesilmiş Kürtler ya da Cumhuriyet’in asimilasyoncu dönemiyle sınırlı değil; nostaljik imgelerle sömürge anlatısını estetikleştirerek toplumsal patoloji yaratıyor.
Türklükte ısrar, tıpkı andımızı okuyan travmatik kuşaklar gibi yeni patolojilere kapı açıyor. Sınıfsal olarak, bu ajitatif söylemleri ayrıcalıklı entelijansiya kuruyor; ezilenlere ise propaganda etkisinde şiddet sarmalına düşmek kalıyor. Savaşlarda kaybedenler, tahakküm kurucular değil, kadınlar, çocuklar ve ezilenlerdir.
Kürt sorunu, Türklüğün tahayyülünü sarsan bir özgürleşme meselesidir. Bu söylemler, beyaz Türklüğün mağduriyet duygusu üzerinden tahakkümü yeniden tesis etmeye çalışırken, Türk edebiyatı ve sineması gibi alanlarda meseleleri kısırlaştırıyor. Artık Türk popüler kültüründeki Kürt imgeler değil, aktör olan Kürtlerin demokratik dili, görünürlüğü ve direnişi söz üretiyor. Müşterek yaşam, diğerinin varlığını kabul ve tahakkümden feragatle başlar, kimlikleri tek bir potada eritmekle değil.
"Sorun, Numan Kurtulmuş’un müdahale ettiği münferit dünya ve dildedir"
Meclis’te Barış Anneleri’nin Kürtçe konuşmasına izin verilmemesi gibi olaylar hakkında ne söyleyeceksiniz? Size göre, Kürt kimliği ve Kürtçenin kamusal görünürlüğünü artırmak için öncelikli olarak neler yapılmalı?
Leyla Zana örneğinden hareketle, Kürtçe konuşmanın rahatsız edici bulunması, “herkesin anladığı dilden konuşalım” söylemiyle perdeleniyor. Ancak bu, Kürtlerle barışmayı değil, tahakküm dilinin varlığın kabulsüzlüğünü ve güçten feragat etmeme arzusunu yansıtıyor. Sorun, Numan Kurtulmuş’un müdahale ettiği münferit dünya ve dildedir. Meseleyi perdelemek yerine görünür kılmak, tabularla yüzleşmeyi sağlar.
Örneğin, Chobani’nin “Kürdüm” demesi neden sorun olsun? Bu, tahakküm dilinin kabulsüzlüğüyle ilgilidir. Yılmaz Güney, Yaşar Kemal ya da Ahmet Kaya’nın Kürtlüğünü kabul etmek yetmez; anadillerinin kamusal alanda yetkin olması gerekir. “Kürtçe vardır” gibi cümlelerin ötesine geçerek, Kürtçenin korunması, yaşatılması ve resmi dil olarak anayasal haklarının tanınması tartışılmalıdır.
Kürtler, epistemik şiddet sarmalında savunma halindedir; bu ırkçı söylem artık sona ermelidir. Müşterek yaşam, muktedirin patolojisi yerine, ötekilerin varlığını kabul etmek, onları dinlemek ve anlamakla kurulur.
Medya ve siyasetçilerin “Kürt” yerine sürekli “Kürt kökenli vatandaş” demesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu vurgu neden yapılıyor ve ne tür etkiler yaratıyor?
“Köken” vurgusu, arkaik ve aşırı milliyetçi bir tartışmadır. Türkiye’de “Kürt kökenli vatandaş” değil, Türkiyeli Kürt vatandaşlar vardır. Dünyadan örnekler almak yerine, bu coğrafyanın müşterek yaşamına odaklanarak yeni bir dil kurulmalıdır. Cumhuriyet, yüzyıldır aynı retoriği tekrarlıyor; “Hepimiz kardeşiz” gibi söylemler artık anlam ifade etmiyor. Bu, aydınlanmanın jakoben anlatısından kaynaklanan kapatıcı bir durumdur.
Eşitlik, tüm kimlikler için düşünülmeli ve hayata geçirilmelidir. “Köken” vurgusu, muktedir varlığa yönelik tehdidi bertaraf etme ve gücü yeniden tesis etme arzusudur. Bu coğrafyada yaşayan bir halkın dilsel ve teritoryal varlığına müdahale, kolonyal bir istektir. Medya, siyasetçiler ve popülist aydınların bu söylemi kullanması, kendi konfor ve ayrıcalıklarını koruma çabasındandır.
Uzun süre Türkleştirme politikalarıyla şekillenen hafıza, farklı dinamiklerin görünürlüğüyle sarsılıyor. Politik olarak kamusal alandan dışlanan kimlikler, artık birer aktör olarak egemen alanları sarsıyor. Dolayısıyla birinin “Kürdüm” demesi, tahakküm alanını zedeliyor. Bu, kolonyal inşanın çöküşüdür. Medya ve popülist aydınlar, bu tabuları kaşıyarak nefret söylemini toplumsallaştırıyor.
"Irkçılıkla mücadele, aydınların etik sorumluluğudur"
Son dönemdeki tartışmalara gelirsek, “Türkiyelilik” yerine “Türklük”ün savunulması ırkçı bir refleks mi? Kürt sorunu tartışmalarında “iktidarla ortaklaştılar” söylemi neyi ifade ediyor? Türklük ve Türkiyelilik arasındaki fark, toplumsal ve siyasi açıdan ne anlama geliyor?
Irkçılıkla mücadele, aydınların etik sorumluluğudur; milliyetçi duygulanım olmadan konuşmak gerekir. Türklük ısrarı, üstünlük kurucu özün Kürt sorununu algılamamakta direndiğini gösterir. Bazı aydınların sorumsuzca söylemleri, ırkçı dinamikleri harekete geçirerek tahakküm edici bir dil kuruyor. Örneğin, kolonyal dönem Fransa anayasasına atıf yapmak, kurumsal ırkçılığı normalleştirme arzusudur.
Mesele, hangi Cumhuriyeti tahayyül ettiğimizdir; Türkiye’de demokrasi arayışı bu eksende şekillenir. DEM Parti ve Kürtleri hükümet yanlısı ilan etmek, mücadele ve direnişi silikleştiren, Kürt fobisini besleyen bir görünmez kılma retoriğidir. Türklüğün girdabına yerleşen milliyetçi reaksiyon, 1980’lerdeki “doğulu, kiro” gibi ırkçı etiketlerle Kürtleri estetikleştirilmiş nefret kodları üzerinden tahayyül eder.
Türklük patolojisi, Kürtlerin travmasıyla karşı karşıyadır; üstünlük kimliğinden feragat edemeyen beyaz alan, diğer kimlikleri görünmez kılar. Ancak yaralı hafızasıyla yüzleşen Kürtlük, direnişinde haysiyetini güçlendiriyor. Türklük ve Türkiyelilik, güç ilişkilerini rıza ve baskıyla kuran normatif kavramlardır. Türk kimliğinin fetihçi anlatısı, patolojik bir aralıkta kimliğinden feragat etmez.
Suriyelilere ve göçmenlere yönelen nefret, eski Kürt nefretinin yerine geçse de, Kürtler hâlâ fobik imgelerin hedefidir. Bu, Kürtleri kriminalize eden kibirli bir muktedirliktir. Aydınlar, müşterek yaşam dili yerine tahakküm korkusunun patolojileriyle hareket ediyor.
Çalışmalarınızda Türklük karşısında “Kürtlerin hıncı”ndan bahsediyorsunuz. Bu kavram üzerinden Kürt direnişini nasıl okuyorsunuz? Hınç ile öfke arasındaki fark nedir ve şiddete başvurmayan taktiklerin rolü nedir?
Nietzsche’nin “ressentiment” (hınç) kavramından hareketle, Kürtlerin hıncı, muktedir karşısında esamesi okunmayanların kendini ifade biçimidir. Türklük karşısında hınç, sömürge yönetiminin baskısına karşı politik bir tepkidir ve öfkeden farklıdır. Öfke, agresif bir toplumsallıkla tanımlanırken, hınç, Kürt direnişini motive eden incelikli, hatta şiddetsiz taktiklere uzanan epistemik bir direniştir.
Kürtlerin “Kürt kökenli” değil, “Kürdüm” demesi, bu varlıksal direnişin parçasıdır. Kürtler, yalnızca kendi kimlikleri için değil, Ermeniler, Aleviler, kadınlar ve LGBTQI+ toplulukları için de söz üretimine alan açar. Bu, müşterek alanın eşitlikçi dinamiklerini güçlendirir.
1960’lardan beri hınç, direnişin itici gücü olmuş, ancak tek tepki biçimi değildir. Şiddetsiz hınç, linçlerin arttığı bu dönemde, beyaz aydının üstenci söylemine karşı güçlü bir cevap üretir. Filistin ve Kanak halkının antikolonyal mücadeleleri, Kürt sorununa perspektif sunar. Kanaklar, Yeni Kaledonya’da özerklik kazanarak antikolonyal bir alan kurmuştur.
Ancak, Türk entelijansiyasının Fransa’nın kolonyal tarihine atıf yaparak eşit yurttaşlık tanımlarını boşaltması, bu deneyimleri görmezden gelir. Tek kimlikte ısrar, muktedirin tahammülsüzlüğünü ve ırkçılık patolojisini yansıtır.
"Irkçılık, hoşgörüsüzlük ve mağduriyet yaratma rejimidir"
Türkiye’de ırkçılıkla mücadelenin zayıf olmasının temel nedeni nedir? Bu zayıflık, Kürtler başta olmak üzere farklı kimliklerin eşit yurttaşlık mücadelesini ve anti-ırkçı hareketlerin ortak zemin kurma ihtimalini nasıl etkiliyor?
Irkçılıkla mücadelenin zayıflığı, ırkçılığın suç olarak tanımlanmamasından kaynaklanır. Türkiye’de üstenci ve beyaz tahammülsüzlük, edebiyat tartışmalarına bile sızarak ötekinin dilinin kamusal varlığını hedef gösterir ve nefreti doğal kılar. Kavramların bağlamından koparılması, ırkçılığı ve aşırı milliyetçi siyaseti toplumsallaştırır.
Sorumsuz “bilim insanı” söylemleri, farklılıkları sosyal Darwinist bir yaklaşımla biyolojikleştirerek hoşgörüsüzlüğü normalleştirir. Anayasa tartışmalarında kurucu yasaların ırkçı olduğu kabul edilmez; bu, Avrupa’daki bazı anayasalarda da görülür. Ancak özgürlükçü pratikler yerine kapatıcı örneklere yönelmek, kötü niyetle ilgilidir.
Kürtlerin ve diğer kimliklerin inkarına dayalı söylemler, demokrasi değil, klasik ırkçılığın türüdür. Anti-ırkçı hareketin sorunu, bireyden yoksunluğudur. Irkçılık karşıtlığı, tüm yurttaşların kökenlerini kabul etmek, egemenlik siyasetinden vazgeçmek ve muktedir kimliği estetize etmeyi reddetmektir.
Kürtler, eşit yurttaşlık için mücadele ederken, kavramların içinin boşaltılması, ezilenlerin kurtuluş çabasını zayıflatır ve milliyetçi nefreti haklı gösterir. Bu, otoriter dünyanın solun boşluğuna yerleşen haleti ruhiyesidir; faşizm ve sömürgeci saldırganlık doğal gibi kabul görür.
Dışlama ve nefret dilini normalleştiren mekanizmalar, özellikle Kürtlerin kamusal görünürlüğüne nasıl bir etki yapıyor? Bu süreçte anayasal Türklük vurgusunun rolü nedir?
Beyaz üstenci dil, ötekini dışlayarak ve nefret kusarak kendi kimlik patolojilerini gizler. Nefret dili, doğal bir durum gibi yapılandırılır ve ötekinin sözü kriminalize edilir. Kürtlerin kamusal görünürlüğü, aktör oluşu ve ırkçılıkla mücadelesi, Türklüğün aurasında büyümüş beyaz aydını rahatsız eder/ediyor.
Anayasal Türklük vurgusu, tüm kimlikleri tek bir sepette toplayarak aydınlanmacı, uygarlaştırıcı beyaz adam misyonunu hatırlatır. Sömürgeciliğin kimlik krizlerini ve ırkçılığı doğurma süreci, Türkiye’de muktedir kimlik ısrarıyla bağlantılıdır.
Irkçılık, kölelik, kolonyalizm ve aydınlanma söylemleriyle başlamıştır. Muktedir kimlikteki ısrar, egemenliğin sarsılma korkusunu yansıtır ve iyimser bir yaklaşımla okunamaz.
Frantz Fanon’un sömürgecilik analizleri, özellikle sömürge halkındaki aşağılık duygusu ve sömürgecinin kendini hatırlatma mekanizması bağlamında, Türkiye’deki kimlik dinamiklerini anlamada bir çerçeve sunuyor mu sizce?
Türkiye’nin kimlik dinamiklerini anlamak için Fanon’un analizleri önemlidir. Fanon, sömürge halkında yaratılan aşağılık duygusunu ve sömürgecinin baskıya dayalı üstünlük duygusunu doğal bir refleks gibi enjekte etme mekanizmasını açıklar.
Irkçılık, hoşgörüsüzlük ve mağduriyet yaratma rejimidir. Türklük kimliğine entegrasyon baskısı, ayrımcılığı ortadan kaldırıyormuş gibi görünse de, “iç ve dış düşman” retoriğiyle ötekine karşı tahammülsüzlüğü besler.
Bu retorik, Foucault’nun paranoyak entelektüellerin ruh dünyasına işaret ettiği gibi, beyaz Türklüğün travmalarıyla bağlantılıdır. Örneğin, Fenerbahçe’ye ortak olan bir Kürde gösterilen tahammülsüzlük, Cumhuriyetin ırkçı reflekslerini ve ötekine dair fobileri yansıtır. Üst kimlik ısrarı, otokton kimliklerin coğrafyasına rağmen Sosyal Darwinist bir tahammülsüzlük siyasetidir.
Son günlerde tanıklıklık ettiğimiz gelişmelerde de gördük ki nefret dilinde ısrar ve Kürt sorununa tahammülsüzlük söz konusu. Nefret ve tahammülsüzlük toplumsal barışın önünde hangi engelleri oluşturuyor?
Türk aydınlarının nefret dili, Kürt sorununa tahammülsüzlükle bağlantılıdır ve bir sorumsuzluktur. Toplumsal barış arayışında, üstenci Kemalist beyaz Türklerin bu tahammülsüzlüğü, tarihsel bağlamdan ve müşterek yaşamı kuramama patolojisinden kaynaklanır.
Irkçı argümanlar, diğerinin inkarını görünmez kılarak bilerek karıştırılır. Aydınlar, hayali stereotiplemelerle tahakküm edici bir şiddet dili kurar. Bu, toplumda somut olumsuz etkiler yaratacağının bilinmesine rağmen ısrarla yapılır.
"Türkiyelilik-Türklük tartışmalarının ötesinde, kurumsal ve ırksal şiddetin hafızasından okunmalıdır"
Beyaz aydının kaybetmekte olduğu güç ilişkilerini toplumsal krizle yönetme arzusunda olduğunu söylemek mümkün mü? Ötekini reddetme ve tahammülsüzlükle inşa edilmeye çalışılan sömürgecilik kimlik nedir?
Elbette söyleyebiliriz. Beyaz aydının ruh dünyası, kaybettiği güç ilişkilerini toplumsal krizle yönetme arzusuyla şekillenir. Ötekini reddetme, erkek ve Sünni merkezli stereotiplerle sosyal sınıfları ayrıştırarak tahammülsüzlük, sömürgeci kimliği bir toplumsal yasa gibi sunar.
Bu, Fransa-Cezayir yarılmasında olduğu gibi, küresel düzeyde faşist hükümetler kuran beyaz üstenci dilin yansımasıdır. Kimlikte ısrar, otoriter özne ısrarıdır. Irkçılık, kavramları tersyüz ederek ve zenofobik anlatıları toplumsallaştırarak yeniden üretilir, yeni Nihal Atsız’lar ve Mahmut Esat Bozkurt’lar yaratarak nefret tohumları eker.
"Nefret dili, muktedir öznenin tahammülsüzlüğüyle bilinçli olarak kurulur"
“Kürt kökenli değilim, Kürdüm” ifadesi, etnisite temelli yurttaşlık tanımının ayrıştırıcı etkisini gösteriyor mu sizce? Bu bağlamda Türkiye’de ırkçılığın suç sayılmaması, nefret söyleminin toplumsallaşmasına etkisi nedir?
Etnisite temelli yurttaşlık tanımı, ırkçılığa kurumsal destek sağlar. Cumhuriyetin “Türk” kimliğinde ısrarı, ayrıştırıcı dili kategorize ederek toplumsal çatışma yaratır. “Kürt kökenli değilim, Kürdüm” ifadesi, bu ayrıştırıcı etkiyi ve ırkçı düşüncenin kafa karışıklığı yaratma arzusunu ortaya koyar.
Nefret dili, muktedir öznenin tahammülsüzlüğüyle bilinçli olarak kurulur. İlk dönem Nazi aydınları gibi, Türk zenofobik kategorizasyonları nefreti toplumsallaştırır. Fenerbahçe’ye ortak olan bir Kürdün kimliğinde ısrarı, muktedirin tahammülsüzlüğünü tetikler.
Bu, yalnızca Kürtlere değil, tüm toplumsal kimliklere yönelik bir tahammülsüzlüktür ve sembolik-kurumsal aydın şiddetiyle nefreti meşrulaştırır. Kavramların içinin boşaltılması, demokrasiyi silikleştirir; örneğin, bir Kürdün anadilinde ısrarı “ırkçılık” olarak okunur.
Hamit Bozarslan’ın “canavarlar çağı” dediği bu dönemde, Türkiye’de her yerden Kemalist ve Türklük ethos’u fışkırır. Hoşgörüsüzlük, demokrasinin aksine, kendine ait sınırlara çekilme işaretidir. Irkçılığın suç sayılmaması, nefreti ve tahammülsüzlüğü toplumsallaştırır. Kürtler, bu coğrafyanın yerli halkı ve kurucu öznelerindendir; onları görünmez kılanlar çatışma ortamını hazırlar. Bu, Türkiyelilik-Türklük tartışmalarının ötesinde, kurumsal ve ırksal şiddetin hafızasından okunmalıdır.
Tüm bu hoşgörüsüz tutumlar, sömürgeci siyasetin “üstün ırk” yaklaşımını mı ortaya koyuyor?
Türkiye’deki aydınların Türklük temelli tahammülsüzlüğü, paranoyak bir entelijansiyanın ırkçı refleksleridir ve Fransız anayasasına atıf yaparak toplumsallaşır. Tek etnisiteye dayalı kolonyal tahakküm, Türklük anlatısını zorunlu bir yasa gibi işler; farklı kimliklere kabulsüzlük gösterir.
Bu, erkek tahakkümüne benzer şekilde, Kürtlüğü ve diğer kimlikleri eşit tahayyül etmeyi reddeder. Bu, sömürgeci siyasetin üstün ırk yaklaşımıdır ve yerli halklara karşı beyaz adamın nefretini görselleştirir. Türkiyelilik, yurttaşlığa işaret ederken, Türklük ırk temelli bir tahakkümü sürdürür.
Fransız Anayasası’na atıftan bahsettiniz. Fransa’daki kimlik tartışmaları ve sömürgecilik karşıtı direnişler, Türkiye’deki anayasal kimlik tartışmalarıyla nasıl karşılaştırılabilir? Bu karşılaştırma bize hangi kurumsal sorunları gösteriyor?
Fransa’daki kimlik tartışmaları, Cumhuriyet temelli yürütülür ancak eski kolonilerden gelen göçmenlere karşı kurumsal ayrıştırma yaratır ve aşırı sağcı grupları öne çıkarır. 2021’de “Kimlik Nesli” gibi faşist bir grup feshedildi, zira Fransa’da tahammülsüzlüğün yasal karşılığı vardır. Türkiye’deki Kürt sorunu gibi bir mesele olmadığından, bu tartışmalar farklı işler.
Fransız anayasası, ulusal kimliği tüm unsurlarıyla tanımlar, ancak Yeni Kaledonya gibi bölgelerdeki sömürge karşıtı direnişler anayasal sorunları gösterir. Derslerimde, kimliğin kapatıcı katmanlarını ve makro-mikro kimlik ayrışmalarını tartışıyorum; örneğin, Fransız değil, Fransa vatandaşı olma perspektifi.
Eski kolonilerden gelenler, kimlik bunalımı yaşar ve “Fransa vatandaşı olarak Arap’ım” gibi bir refleks önerilir. Suriye’de de benzer şekilde, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, “Suriye Arap Devleti” tanımını reddederek çok kültürlü bir yapıyı savunur. Özerklik, İran, Irak, Suriye ve Türkiye için demokratik bir çözümdür. Tek kimlik dayatması yerine, müşterek yaşamda çoklu kimliklerin coğrafyası kurulmalıdır.
Kemalist Cumhuriyetçi cenahtaki ırkçı yaklaşımlar, müşterek kimlikleri görmezden gelme ve tek kimlik tanımına dayalı anayasal güvence ısrarıyla hangi toplumsal ve siyasal sorunları ortaya koyuyor peki?
Kemalist Cumhuriyetçi cenahtaki ırkçı yaklaşımlar, müşterek kimliklere tahammülsüzlük ve tek kimlik tanımına dayalı anayasal güvence ısrarından kaynaklanır. Bu, Türklük ethosunun erozyonuna karşı Sosyal-Darwinist bir reflekstir ve 19.-20. yüzyıl ulus-devlet anlayışını yansıtır.
Demokratik olmayan bu yaklaşım, üst kimliklerin mikro kimliklere nefes alma alanı bırakmamasından ileri gelir. Devlet tanımlı kimlik yerine, yurttaş tanımlı kimliğe geçiş gerekir. Bu ısrar, mikro kimliklerin hak ve görünürlüğünü kısıtlar ve üst kimlik üzerinden Sosyal-Darwinist bir yapıyı pekiştirir.
(BB/EMK)

