"YÖK Yasası olarak" da anılan yasanın eleştirisindeki "laiklik" vurgusunda, İmam Hatip liseleri mezunlarına avantaj sağlanmasına tepki de vardı. Ama bu vurguda asıl, üniversitelerin mali ve idari açıdan AKP hükümetine bağımlı hale getirilmesi endişesi bulunuyordu.
YÖK'ün kuruluşu yaklaşık 20 yıl önceye dayanıyor. 1980'lerin başlarında, 12 Eylül askeri darbesinin hemen ardından, üniversitelerde değişik rüzgârlar esmeye başlamıştı. YÖK o rüzgârların eseridir. 15 Mayıs günü Aslanlı yolda toplanan binlerce hocanın herhalde en azından bir kısmı, o rüzgârların tanığı olmuştur. 1984 yılında, felsefe hocamızın "sakal" konusunda ne tepki göstereceği biz öğrenciler arasında merak konusuydu. Şahsen hocanın derslerinden o kadar zevk alıyor, hocaya öyle bir yakınlık hissediyorduk ki, bizden ayrılmasına yol açacak bir şey olmamasını istiyorduk. "Sakal" konusu, yeni yönetmelik gereği erkek öğretim üyelerinin sakallarını kesme zorunluluğuydu. O günleri hocamızın derslerinden mahrum kalmadan geçirdik. O günlerden daha da önce ise, bir kız arkadaşımızın gizlice sınavlara girdiği günler vardı. Arkadaş o zaman politik bir "sorun" nedeniyle aranıyordu. Derslerinden geçebilmesi için sınavlara girmesi gerekliydi. Bir gün İdari Bilimler binasına süzülerek girdi, üst kata çıktı ve psikoloji dersi sınavına girdi. Onu o tek kişilik sınava alan psikoloji hocası yüreklilik gösteriyor, aranan bir kişiyi sınava kabul ettiği için başına gelebilecekleri göze alıyordu. Tek kişilik sınavla "sakal" sorunun yaşandığı günler arasında ise, içlerinde B.Ü. Ekonomi Bölümü başkanının da bulunduğu öğretim üyelerine uygulanan kıyım, okuldan uzaklaştırmalar yaşandı.
Yüzlerce, belki binlerce öğretim üyesi o rüzgârlarla o yıllarda zorunlu olarak başka çalışma alanlarına kaydılar. Daha düne kadar üniversitede bilimsel çalışmalar yapan, öğrencileriyle yatıp kalkan öğretim üyelerinden, yayınevi yöneticileri, kitap editörleri, çevirmenler çıktı. 12 Eylül rüzgârları, her biri alanında önemli çalışmalara imza atmış öğretim üyelerinden oluşan küçük bir "ansiklopedici ordusu" bile oluşturdu.
Neredeyse 20 yıl önce yaşananların, kronolojik olarak artık "tarih"e dahil görülse de, toplumsal olarak hâlâ tarihe dahil edilmemiş olması, o rüzgârlarla oluşturulan sistemin bugüne kadar gelmiş olmasından kaynaklanıyor. Ama şimdi, 20 yıl önce kurumsallaştırılan ve aslında kökleri çok daha eskilere giden bir akademik değersizlik politikası, dün ile gelecek arasına sıkışıp kalmış durumda. Bu sıkışmada, kim neyi kime şikayet ederse etsin, gelecek ağır basacak.
Piyasaya entegre üniversite
12 Eylül'ü izleyen günlerde öğretim üyelerinin politik nedenlerle hızla izole edilmesi, işsizliğe itilmesi, temel özgürlüklerinden yoksun bırakılma tehditi altında ezilmesi, sadece yüzeysel bir politik saldırıdan mı kaynaklanıyordu? Bu cüretkâr tasfiye operasyonun temelinde kuşkusuz, "üretim"in en kıymetlilerinden "bilimsel-akademik üretim"in aşağılanması da vardı. Yani askeri yönetim tarafından deniyordu ki, "Biz ülke olarak, siz araştırma yapmasanız, topladığınız verileri işleyip anlamlı sonuçlar çıkarmasanız, bu sonuçları her türlü gelişmenin parametreleri ve pusulaları olarak önümüze koymasanız da, yolumuza devam ederiz. Bizim size ihtiyacımız yok. Sizden çok daha az araştırma yapmış, çok daha az veri işlemiş, düşünmüş insanlarla da, sizden çok daha az yetkin ve becerikli olanlarla da yola devam edilir.."
Ama elbette o günlerde, "sakıncalı" öğretim üyelerinin bir nevî "karışıklık çıkarıcı", "kavga çıkarıcı" insanlar olduğu izlenimi yaratılıyordu. Büyük tasfiye ve ona eşlik eden Doğramacı'lı YÖK operasyonunun, "üretimi aşağılama"yla ilişkili değil, akademik dünyaya "düzen getirme"ye yönelik olduğu izlenimi yaratılıyordu.
90'lardan ve özellikle 2000'lerden itibaren ise, "üniversite bir ticari işletmedir" şiarı daha sık duyulmaya başlandı: "Üniversite herkesin başını alıp ufuklara doğru gideceği bir ütopya ülkesi değildir. Bilimsel çalışma denilen şey, birincisi, piyasadaki uygulamalara hizmet eden bir şey olmalıdır. İkincisi de, her üniversite kendi kaynaklarını yaratabilmeli, gelirlere sahip olmalı, o gelirleri akıllıca yönetebilmelidir."
Her ikisi de ilk anda kulağa az çok mantıklı gelebilecek bu yaklaşımlardan, mesela bir silah taciri ve vergi kaçakçısından akademi hamisi yaratma gibi tuhaf sonuçlar çıkabilir mi? Bu kişi, mesela üniversiteye 20 milyon sterlin bağışlayan biri ise, çıkar.
İngiltere ile Suudi Arabistan arasındaki 20 milyar dolarlık "el Yamamah" silah satışı anlaşmasının aracısı olan, aynı zamanda Irak'a "süper top" satışı nedeniyle İngiltere Avam Kamarası'nda hakkında soruşturma açılan, 1998'de şirketlerinin vergi kaçırdığı belirlendikten sonra devletle masaya oturup 2 milyon sterline işi bağlayan (Kaynak: Captive State, George Monbiot) Vefik Said, böyle biridir. 90'ların ikinci yarısında Oxford Üniversitesi, Said'in 20 milyon sterlinlik bağış ından çok etkilenmiş ve onun adına bir fakülte açılmasına karar vermişti. 29 Nisan 2002'de "Said Business School" Avrupa Komisyonu Başkanı Romano Prodi'nin şeref konuğu olarak katıldığı törenle hizmete sokulduğunda , harcanan para miktarı 36 milyon sterlini bulmuştu.
Binlerce yıllık araştırma, öğrenme ve öğretme tarihinin en rafine varisleri arasında seçkin bir yeri bulunan Oxford'un "Said Okulu", bir simge olmanın ötesinde, bir model olarak karşımızda duruyor.
Cambridge modelinde Galile'ye yer yok
Ne dünyada ne de bizde üniversitelerin hem "ticari işletme olma", hem de "bilimi piyasa gereksinimleri ile buluşturma" hedeflerinde izledikleri yol elbette her zaman Oxford'unki kadar cüretkârca olmuyor. Ama işte, bu bir öncelikler meselesi. Kendisinden sonraki beş kuşağın, on kuşağın hayatında herhangi bir şey değiştirmeyeceğini bile bile dünyanın yuvarlak olduğuna dair şüphelerin peşinden gidecek bir bilim insanı, bugünün bilim dünyasında yer bulabilir miydi?
Üniversitelerin kendi kaynaklarını yaratmasının, bu kaynaklarla kendi belirleyecekleri alanlarda çalışmasının olumlu hedefler olduğu ortada. İTÜ'nün Teknokent projesi gibi projelerin "yeni bilgi"ye uzanan yoldaki güçlü düzenekler olduğu bile söylenebilirdi.. Bu tür projeler piyasa direktiflerinin görünen ve görülmeyen etkilerine tâbi olmasaydı.. İTÜ'nün Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı (TTGV) üzerinden 2001'de aldığı 2.5 milyon dolar Dünya Bankası Kredisi ile başlattığı projede gidilecek yol, BEKO, Arçelik, NETAŞ, Otosan, Profilo, Tekfen, Vestel gibi TTGV üyesi şirketler in beklentileri ile elbette belirli noktalarda çakışmak durumunda.
Bu olası çakışma noktalarını görmek için "dün" e galip gelmesi kaçınılmaz "gelecek"e bakmak gerek. Zamanda gelecek ya da gidilecek yer, "Said Okulu"nun yaratıcısı Oxford gibi öncülerin ortaya koyduğu modeller ve değerler sistemi olduğuna göre, İngiltere'den ve ABD'den birkaç örnek verelim.
Bugün Cambridge Üniversitesi'nin Kimya Mühendisliği'nde Shell, Organik Kimya ve Petrol Araştırmaları bölümünde BP, Uygulamalı Termodinamik'te ICI (Imperial Chemical Industries), Moleküler Parazitoloji'de Glaxo, Moleküler Bilimler'de Unilever, Mali Muhasebe'de Price Waterhouse, Hayvan Sağlığı ve Besin Bilimleri'nde Marks and Spencer, bölüm yönetim kurullarında temsil ediliyor ve pek çok öğretim üyesi bu şirketlerin fonladıkları "akademik programlar"da çalışıyor.
Şirketlerin ve onların sponsor oldukları "sivil toplum örgütleri"nin yönelimleri ile bilimin yönelimleri arasında bir örtüşme olsaydı, elbette "gelecek"in üniversitelere yeni kara bulutlar getirdiğinden söz etmek gerekmeyecekti. Ama mesela çevre kirlenmesinde başlı başına önemli katkıları bulunan petrol şirketlerinin, çevre kirlenmesi üzerine yapılacak araştırmalara, yeni bulgulara destek olması herhalde beklenemez. Ya da ineklerin daha fazla süt vermesini sağlayan transgenik rBST maddesini üreten Monsanto, herhalde bu maddenin kanserojen olduğunu ortaya koyan araştırmaları fonlamak istemeyecektir. Bu tür araştırmaların Monsanto'nun denetiminden uzak yapılmasının ve "kanserojen" etkilere parmak basılmasının ardından, 1992'de ABD'de Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), rBST içeren sütlerin insan sağlığı açısından sakıncalı olmadığı kararına varmıştı. FDA'da rBST testlerini yapan Suzanne Sechen, bu göreve gelmeden önce Cornell Üniversitesi'nde Monsanto'nun danışmanlarından Dr. Dale Bauman'la birlikte ve Monsanto tarafından sağlanan fon altında, rBST üzerine araştırmalar yapmış bir "araştırmacı"ydı.
Dünya kararıyormuş kime ne?
Bilimin piyasa direktiflerine yenik düşmesi, kendini mevcut teknolojilerin geliştirilmesi ya da teknolojik verimlilik artışı ile sınırlandırması veya büyük şirketler açısından "sakıncalı" alanlarda düpedüz frene basmasının makro etkileri arasında, bazı gerçeklerin artık bizlere fantezi ya da bilim kurgu gibi gelmesi de var.
Son 50 yılda Arktik'ten Antarktika'ya kadar dünyanın dört bir yanına yerleştirilen radyometrelerden alınan verilere göre, bu süre boyunca yeryüzüne ulaşan güneş ışığı miktarında yüzde 10 ilâ yüzde 37 arasında azalma olduğunu öğrenmek, bu fantastik durumlardan biri. 13 Mayıs 2004'de yayınlanan Kenneth Chang imzalı New York Times haberi ne göre, çevre kirlenmesiyle bağlantılı bu ışık azalması dünyanın yavaş yavaş kararması anlamına geliyor olabilir. Bu konuda araştırma yapmak için Galile gibi gözü kara olmak da gerekmiyor. İnsanlığı acil olarak ilgilendiren böyle bir konuda, birazcık "merak", biraz "insanlığa katkı" dürtüsü yeter de artar. Ama işte, böyle kulağı sağır edici alarm zillerinin bile, piyasa direktiflerine uyumu "öncelikler"in en başına almış bir bilim dünyasını harekete geçirme olasılığı giderek azalıyor.
Bizde dün darbeyle gelmiş bir askeri yönetim tarafından aşağılanan ve tasfiye edilen bilimsel-akademik üretimi savunamayan üniversite kadroları, daha o tasfiye ve güdükleştirme sistemi tarihe dahil olmadan, yeni bir aşağılamayı içlerine sindirmeye ne zamandır hazırlar. Piyasanın empoze ettiği ve gelecekte çok daha fazla edeceği sınırlar içinde kalmayı kabullenen ve "ticari işletmeler" olmayı önceliklerin en üstüne yerleştirenler, bilim insanı yerine becerikli işletmeci olmaya can atanlar, şimdi bu süreçte aynı bilim dışı misyonu başka kadrolara verebilecek bir hükümetle karşı karşıyalar. Laiklik vurgulu kabir ziyaretlerinin, bir delinin rüyasından fırlamış "Atatürk'e şikayet"lerin altında yatan, bundan başka bir şey mi?(ŞA/EK)