Tekrar ettikçe etkisi azalıyor: Silahlar sussun, çocuklar ölmesin, barış gelsin.
Ahmet ve Ebru, isimleri yerine "şehit" ve "gerilla" olarak anılmaya devam ettiği sürece barış gelmeyecek.
İkisi de 1990'lı, 21 yaşındalar.
-dı.
İkisi de doğumlarından önce başlayan ve ''gönüllü'' ya da ''zorunlu'' katılmak zorunda kaldıkları "düşük yoğunluklu savaş"ta öldü.
Biri Şırnak Beytüşşebap'ta, diğeri Hakkari Çukurca'da.
Ebru Muhikancı'nın annesinin evine gittim.
Birgül Muhikancı, "Kimse annesinin karnından gerilla olarak doğmaz" dedi.
Ebru, televizyonlarda "kimyasal silahla öldürüldüğü iddia edilen 24 terörist"ten biri olarak geçiyor.
Sonra Ahmet’in abisinin yanına gittim. "Annem çok acı çekiyor. Onu zorlamayalım, benimle konuşun" dedi.
Ağabey, bana, ölmeden bir gün önce Facebook sayfasına, askerlik yaptığı yeri "Batıda şafak sayanların değil, tezkereye bir gün kala şehit olanların yeridir" diye tanımlayan kardeşini anlattı. Artık bu savaşın acısı kimi en çok yaralıyorsa, söz onların.
Başkalarının fikrinin, sözünün, çözüm gördüklerinin bedelini onlar ödüyor.
"O mektubu üç buçuk yıl boyunca bir daha okumadım"
Birgül Hanım, İstanbul'un en uç köşelerinden birinde küçük bir evde oturuyor. Dört çocuğu var. Biri öldü, biri bebek, biri ortaokula, diğeri de askere gitmeye hazırlanıyor. Oğul, "Ablam oradayken askere gidemem" demiş, şimdi gidecek.
Ebru, Kars'ta doğmuş, İstanbul'da büyümüş.
Babası karşı çıkmış ama annesi okuması için diretmiş. Kars'ta işletme bölümünü kazanmış; doğduğu şehre, teyzesinin yanına dönmüş.
Konuşurken teyzesi de yanımızda.
"İnsanlar 18 yaşına girdiklerinde parti yaparlar ya, o hapse girdi" diyor Birgül Hanım.
Öğrenci derneğindeymiş, çıkardıkları bir dergiden dolayı "propaganda"dan tutuklanmışlar. 45 gün sonra bırakılmış.
"O dönem sınav dönemiydi. Sınavları için sınıfa polis eşliğinde kelepçeyle geliyordu, kelepçeyi bütün sınıf gördükten sonra çıkarıyorlardı. Çocuktu daha, gururu çok kırıldı. Zaten sonra da yalnızlaştı. Cezaevinden 16 Şubat'ta çıktı; o günle 24 Haziran arasında gitme kararını almış olmalı. Kimseye söylemedi."
24 Haziran sabahı, "Erken çıkacağım sınavım var" demiş ve bir daha gelmemiş.
Birgül Hanım okula gidip bakmış, sınav yokmuş. O zaman anlamış gittiğini. Dört gün sonra mektubu gelmiş.
"Belki kızacaksınız, belki saygı duyacaksınız ama gitmek zorundayım. Kardeşlerim okusun" yazıyormuş.
Annesi üç buçuk yıl boyunca o mektubu bir daha okumamış. Mektuptan sonra, 27 Ekim 2011'e kadar ondan bir daha haber almamış.
"Neyin intikamı?"
"Öyle bir savaş ki bu, çocuğu dağda olan da, asker olan da aynı şeyi hissediyordur. Hep bir haber bekledim. Askerin yakını bilir ki, ordu ona haber verecektir. Biz onu da bilemedik; nasıl duyacağım bilemedim."
28 Ekim Cuma sabahı 12.00'de Ebru'nun arkadaşı aramış: "Ebru'yu duydun mu? Alt yazıda onun adı geçiyor."
Teşhis etmek için Malatya'ya gitmişler.
"Kimyasal silah mı, değil mi? Ben bilemem, fazla bakmaya gücüm yetmedi. Ama üzerinde kurşun izi yoktu, sıyrık bile yoktu, yanıklar vardı."
Cenazeyi İstanbul'a getirmek için bir havayolundan gerekli işlemleri tamamlayarak biletlerini almışlar. Ama havayolu son anda Ebru'nun kim olduğunu öğrenmiş ve biletlerini iptal etmiş. İstanbul'a otomobille dönmüşler.
Birgül Hanımın acısı çok yeni. Ağlamadan konuşamıyor, sık sık ara veriyoruz. Ama hissettiği duygunun içinde intikam yok.
"Çocuğu gittikten sonra intikam hissi duyabilecek bir anne tanımıyorum. Önceden o kadar anlayamazdım. Onu toprağa verirken 'Allah'ım nasıl dayanılır buna, ne kadar zormuş' dedim. Neyin intikamı? Ne için değer bu acı?"
"O çocuklar da benim çocuğumdur"
Birgül Hanım'ın büyük oğlu önümüzdeki dönem askere gidecek. Daha önce çağrılmış ama "Ablam oradayken nasıl gideyim?" diyerek tecil ettirmiş.
"Oradaki çocuklar da benim çocuğumdur" diyor.
"Oğlum askere gidecek. Yüzlerce çocuk, kardeşini vuruyor. Bunu aklım almıyor. Yeğenimiz de Ebru'nun geldiği yerde askerde. Umarım o vurulurken orada değildir, umarım öyledir."
Konuşurken bir yandan Ebru'nun fotoğraflarına bakıyoruz. "Bebekliğinden beri inatçı, gururlu, haksızlıklara karşı gelen bir çocuktu" diye anlatıyor.
Fotoğraflar geçerken, "Dursun artık" diyor.
"Otuz bin anne el ele yürürsek bu savaş biter"
"Her iki tarafa da yazık. Ben asker anneleriyle el ele yürümekten başka çözüm bulamıyorum. Bir tek onlar anlar bu savaşın bedelini. 30 bin anne beraber yürüse, bitmez mi? Acımız aynı değil mi? Alışamıyorum."
14 aylık oğluna bakıyorum.
O, Kürt sorununun tam ortasına doğdu. Geleceği nasıl olacak kim bilir?
"Bir Kürt olarak Kürt çocuklarına üzülüyorum. O daha bir yaşında ölümle tanıştı. Birçoğu yedi yaşına gelmeden cezaevinin ne demek olduğunu öğreniyor. Bir çocuk niye yedi yaşında slogan atsın? Niye taş atsın? Bu çocuklar oyuncakların yerine politikanın içine doğuyor. Bunun hesabını kim verecek bilmiyorum."
Tekrarlıyor: "Halkların birbiriyle sorunu yok. Türklerle büyüdük. Türkiye halkında bir sorun yok. Kürtleri 'öcü' diye gösterirlerse insanlar kaçar, korkar. Tanımıyoruz birbirimizi."
Evden çıkarken "Hep fakirlerin çocukları ölüyor, iki taraftan da. Bunu da yaz" diyor.
"Sabah 4.30'da kapı çaldı"
Ahmet Karadenizli; iki aylıkken İstanbul'a gelmiş.
Ortaokuldan sonra okumamış. Dört kardeşler, hepsi erkek. Ahmet en küçükleri.
Avcılar'da, eskiden Ahmet'in de çalıştığı tekstil atölyesine geldiğimde, kardeşlerinin ikisi oradaydı. Hasan ve Hüseyin.
Sondan başladık. Hasan Bey, haberi nasıl aldığını anlattı.
"Bir Pazar gecesiydi. Ramazan'dı. Gece sahura kalkmıştım, ezanı bekliyordum. Kapı çaldı. 'Kim o?' dedim. 'Polis' dedi. Sabah saat 4.30 civarıydı. O gece burada, iş yerinde kavga çıkmıştı. Kavga yüzünden geldiler sandım. 'Eşin de kalkıp giyinsin, misafiriniz gelecek' dediler. Albay ve yüzbaşı geldi. Hala aklıma gelmiyordu. Babamı sordular, 'Memlekette' dedim."
Ahmet'in bir önceki gece çatışmaya girdiğini söylemişler. Hasan Bey, hastanede olduğunu sanmış. Ama "Metanetli olun, kardeşiniz şehit oldu" demişler.
Sinir krizi geçirmiş. Annesi haberi televizyondan öğrenmesin diye hemen toparlanmaya çalışmış. Hep birlikte abisi Hüseyin Bey'in evine gitmişler.
"Beraber abimin evine gittik. Annemin şekeri olduğu için ona söylemeye korktuk. Annemi uyandırıp, 'Biri rahatsızlandı' diyerek hastaneye götürdük. Doktorlara durumu anlatıp sakinleştirici iğne yapmalarını istedik, ancak o zaman söyleyebildik."
Ahmet'in annesi uzun süre olanlara inanamamış. Hala her gün Edirnekapı Şehitliği'ne gidiyormuş; "Her dakikasını orada geçirmek istiyor. Perişan olup dönüyor."
"75 gün acemilikte ne öğrenebilirsin?"
Hasan Bey, "Dağ nedir bilmeyen adam dağda savaşıyor. Gece karanlığı nedir bilmez, arazi nedir bilmez, dağda yaşamak nedir bilmez, psikolojisini bilmez, koşulları bilmez, zor durumda ne yapılması gerektiğini bilmez. 75 günde ne öğrenebilirsin?" diyor.
O da askerliğini komando olarak yapmış.
"İşinizi iyi yapmak için kaç yıl gerekiyor?" diye soruyor.
"Bu da bir iş, en tehlikelisi. Bedelini canınla ödediğin bir iş. Kardeşim askere gittikten 20 gün sonra çatışmaya girdi. Dağı tanımıyor, 75 günde hiçbir şey öğrenemez. Arazide olmak için arazi şartlarını bilmek gerekir. Bunu ancak profesyonel askerler yapabilir."
"Kardeşim son telefon konuşmamızda, 'Epey tehlikeli bu aralar. Kimsenin bir ümidi yok. Hepimiz akışına bıraktık artık' diyordu. Korkmuyordu ama biliyordu."
Hüseyin Bey, askerliğin bir hayat dersi, hayata dair bir sınav olduğunu düşünüyor. Sonra ekliyor, "Ama bedelini canınla ödeyince aldığın dersin bir anlamı kalmıyor. Kimse 'Gideyim de adam öldüreyim' diyerek askere gitmiyor. 'Askerliği aradan çıkarayım, borcumu ödeyeyim, sonra da geleceğime bakayım' diye gidiyor."
"İçimde en çok kalan ne oldu biliyor musunuz? Aradı para istedi, az parayla yaşamayı öğrensin diye göndermedim. 'Yirmi günde 400 lira harcama lüksün yok' dedim. Çıtını çıkarmadı, içime oturdu. Kırıldı mı kırılmadı mı öğrenemeyeceğim. Bir de, fotoğraf çekip göndermemizi istemişti. Bugün yarın derken, o gitti."
"Parası olanlar orada ölmüyor"
"Tertemiz, çok sakin ve saygılı bir çocuktu. Allah'a inancımız yüksek; bu, dayanma gücü veriyor. Benim kardeşimin mertebesine hiçbir zengin çocuğu ulaşamaz. Diğer tarafta kardeşimin aldığı yeri, onlar tabii ki alamaz. Şehitlik her aileye nasip olmaz. Allah, onları seçip de alıyor. Aldıklarının hepsi iyi çocuklar."
Bedelli askerlik konusunun gündeme gelmesinden biraz rahatsızlar. 10 bin doları olanın tehlikeli yerlere gitmediğini, özel üniversiteye gidenlerin çatışmalara katılmadığını söylüyorlar.
"Şimdi bedelli askerlik çıkıyor. Doğu'da, Güneydoğu'da askerliğini yapan komandoların muhtemelen yüzde 70'i ilkokul mezunudur; gerisi de lise mezunu. Parası olanlar orada ölmüyor. Ben bugüne kadar özel üniversiteye giden bir çocuğun şehit olduğunu duymadım."
"Benim kardeşim vatanı için nasıl canını verdi? Zengin olmadığı için mi? O zaman hepsinin gitme olasılığı olsun ya da kimse gitmesin. Elbette dirsek çürütmüş, master yapmış adamın dağa çıkmasına benim de gönlüm razı olmaz. Ama bu kadarı çok haksızlık. Bedelliye bir şey demiyorum ama benim kardeşim bir aylık eğitimle dağa çıkarken bu biraz zor geliyor."
Üzerine basa basa, "Her şeye rağmen" diyorlar.
"Yine de, biz burada Kürtlerle beraber yaşıyor, birlikte çalışabiliyorsak bu Kürt, Türk meselesi değildir."
"Onların da annesi herhalde istemiyordur dağa çıkmalarını, o da can bu da can. Artık Kürtlerle gönül rahatlığıyla el sıkışmak istiyorum. Bu olay bitsin artık." (IC)
* Savaş bölgesinde hayatını kaybeden askerin ailesi 4-5 Mayıs 2015 günlerinde telefonla bianet’i aradı, haberin kaldırılmasını talep etti. Işıl Cinmen’in Musa Anter ödülü alan haberini kaldırmamız en azından bu nedenle mümkün değil. Ancak, üç buçuk yıldır, 5 Kasım 2011’den beri yayında olan haberde hayatını kaybeden askerin, ağabeylerinin, memleketinin, İstanbul’da yaşadığı semtin adlarını değiştirdik. Fotoğrafları da kaldırdık.
Işıl Cinmen İstanbul - BİA Haber Merkezi 05 Kasım 2011, Cumartesi 19:42