Muhafazakarlık, Türkiye'de üzerinde çok konuşulan, kişi ve parti düzeyinde özdeşleşilen, lakin pek az değerli araştırma haricinde özellikle ampirik olarak pek incelenmemiş bir akımdır. Oysa, 21. yüzyılın içinde bulunduğumuz ilk onyılında ABD dahil bir çok önemli ülkede, bu arada Türkiye'de, dünya görüşünü ve siyasi duruşunu muhafazakar olarak tanımlayan partiler iktidara gelmiştir. Dahası, bu partilerin alternatiflerini oluşturan partilerin çoğu da en az iktidardakiler kadar muhafazakar bir anlayış sergilemektedir. "Devrimci" bir yüzyıl olarak başlayan 20. yüzyılın aksine, 21. yüzyılın "muhafazakar" bir yüzyıl olarak başladığını söylemek yanlış olmaz. O halde, kimin, neyi muhafaza etmeye çalıştığını irdelemek gerekiyor. Elinizdeki bu araştırma işte bu irdelemeye Türkiye özelinde ampirik verilere dayanarak ve teorik bir çerçeve oluşturarak bir katkıda bulunmaya çalışıyor.
Araştırmanın yöneticiliğini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Hakan Yılmaz yaptı. Projede, Boğaziçi Üniversitesi'nden Bahar Başer ve Ömer Ak araştırma asistanı, Dr. Emre Erdoğan ve Güçlü Atılgan ise danışman olarak yer aldılar. Saha araştırması ise Infakto Research Workshop tarafından gerçekleştirildi.
Nisan 2005'te başlatttığımız bu araştırmanın ana veri kaynaklarını derinlemesine görüşmeler ve bu yazıda ana sonuçlarını değerlendireceğimiz kamuoyu yoklaması oluşturdu. Kamuoyu yoklaması 16 Aralık 2005 - 6 Ocak 2006 tarihleri arasında, 15 ilin kentsel ve kırsal yerleşim birimlerinde hanelerde yüzyüze görüşme yöntemi ile gerçekleştirildi. Araştırmada 18 yaş ve üstü nüfusu temsil eden 1644 kişilik bir örneklem kullanıldı. Örneklemin beklenen hata payı ± yüzde 2,4'tür.
Yazımızın hemen başında kritik bir kaç noktanın altını çizmemiz gerekiyor. Birincisi, bu araştırma bir din, laiklik ve başörtüsü araştırması değildir, böyle dizayn edilmemiştir, bu konulardaki sorulara açıklık getirmek maksadıyla yürütülmemiştir. Araştırmanın odak noktası bu temalar olsaydı, bunları ölçmek için şimdi sorduğumuzdan çok daha farklı ve çok daha fazla sayıda soru sormamız gerekirdi. Bu araştırmadaki dinle ilgili sorular, tamamen, göürüşülen kişilere dinle ilgili olduğu düşünülen bazı görüntüler ve yaşantılar sunarak (namaz kılma ya da kılmama; başörtüsü takma ya da takmama gibi), bunlar karşısındaki onaylama ya da onaylamama şeklindeki tepkilerini ölçmek amacıyla sorulmuştur. Bundan amaçlanan, her an, her yerde gözlemleyebileceğimiz gündelik, sıradan dinsel davranışlar konusunda ne ölçüde muhafazakar olduğumuzu; dinsellikte "aşırı" gittiğini düşündüğümüz (çarşaf giymek gibi) ya da din bakımından "uygunsuz" olduğunu düşündüğümüz (oruç tutmamak gibi) kişilere karşı ne ölçüde tepkici, ne ölçüde kabullenici bir tavır takındığımızı tespit etmektir. Yani, araştırmanın amacı, din ve laiklik konusundaki tavırlarımızı değil, gündelik dinsel yaşantılar karşısındaki muhafazakar tutumlarımızı ölçmektir.
Altı çizilmesi gereken ikinci nokta, "fikir" ve "zikir", "söylem" ve "eylem", "tutum" ve "davranış" arasındaki seviye farkıdır. Bir konudan, diyelim ki küpe takmış bir erkekten "rahatsız" olacağını bildiren bir kişinin "eylem"i, başını çevirip gitmekten onaylamayan bir bakış atmaya, arkasından konuşmaktan ayıplamaya, üstüne gülmekten zorla küpesini çıkarttırmaya kadar uzanan bir aralıkta çok değişik biçimler alabilir. Bu ve bunun gibi araştırmalar sadece fikirleri, niyetleri, söylemleri anlamaya çalışırlar. Yapılmaması gereken, fikirden zikire, niyetten harekete, söylemden eyleme sıçramak, bu iki farklı seviye arasında bir özdeşlik kurmaktır. Örneğin, söylem seviyesinde bir konuda çok rahatsızlık ifade eden bir kişi, iş eyleme geldiğinde tepkisiz davranabilecekken, söylem seviyesinde hoşgörülü olacağını bildiren bir kişi, eylem seviyesinde son derece tepkici bir tavır takınabilir. Söylemin eylemsel karşılığını anlayabilmek için, kamuoyu yoklamalarının ötesine geçmek, etnografik gözlemler ve benzeri kalitatif araştırmalar ve mümkünse deneyler yapmak gerekir.
Nihayet, altı çizilmesi gereken üçüncü nokta, bu araştırmanın bir bütünlüğü olduğudur. Yani, araştırmanın yöntemi ve yapısı dikkate alınmadan, bazı tekil verilerin bütünün içinden çekilerek yalnız başına yorumlanması bizi araştırmadan yanlış sonuçlar çıkarmaya götürebilir. Dahası, elimizdeki verileri yatay (başka ülkelerdeki) ve dikey (Türkiye'de geçmiş dönemlerdeki) verilerle mukayese etmeden, muhafazakarlığın ya da onun bir bileşeninin arttığı ya da eksildiği, az ya da çok olduğu gibi kıyaslamalı sonuçlara varmamız mümkün değildir.
b) Ana bulgular
Türkiye'de bir muhafazakar anaakımdan sözedilecekse, bunun merkezinde aile, onun da çekirdeğinde "eşit, hamarat ve namuslu" olması beklenen kadın var. Bu araştırmaya başlarken biz muhafazakarlığın köklerinde "devlet"i bulmak üzere yola çıkmıştık, ama "aile"yi bulduk. Başlangıçta, Türkiye'de bugün üniversitelerde, siyaset dünyasında ve medyada esen rüzgarların da tesiriyle; Ermeni Konferansı, Orhan Pamuk Vakası, Şemdinli Davası, Kurtlar Vadisi Fenomeni, Çuval Olayı ve AB'nin mutad rencide edici ve gönül kırıcı tavırlarına gösterilen tepkilerden etkilenerek, Türkiye'deki muhafazakarlığın orta yerinde devleti ve onu sarmalayan bir ideoloji olarak da seküler ya da dinsel yeni milliyetçilikleri bulacağımızı sanıyorduk. Oysa, derine indikçe, görüntülerin ötesine geçtikçe, ailenin, din, devlet ve millet gibi rakip kurumlara açık ara fark atarak, korunması en çok istenen, gelenekleri doğuran ve geleneklerin uygulandığı ana kurum olarak belirdiğine şahit olduk.
Ailenin Türk muhafazakarlığındaki merkezi yeri, hem kadının konumu, hem cinsellik, hem de Batı'nın muhtemel kötü etkileri ile ilgili sorulara verilen cevaplarda da ortaya çıkıyor. Kadının erkekle kamusal alandaki eşitliği büyük onay görürken, ev içerisinde eşitsiz bir konuma razı olması, "sadık eş-iyi anne" rolünü oynaması talep ediliyor. Ailenin korunması, büyük ölçüde kadının bu "hamarat ve namuslu" konumunda kalmasına bağlanıyor. Keza, rahatsız olunan cinsel yaşantı biçimlerinin başında da, hem aile kurumunu, hem de kadın ve erkeğin aile içerisinde tanımlanan "normal" ve "mazbut" cinsel varoluşlarını tehdit ettiği düşünülen yaşantılar geliyor: homoseksüellik, evlenmeden birarada yaşama, bara-diskoteğe gitme, kadınların açık giyinmesi, erkeklerin küpe takması gibi. Batı ve AB ile yakınlaşma da, aile kurumunu, kabul edilen kadın-erkek ve büyük-küçük ilişkilerini bozabilecek etkiler doğurabilecek bir tehdit odağı olarak görüldüğü ölçüde istenmiyor. Nitekim, AB'yle daha yakın ilişkiler kurmanın muhtemel negatif etkilerinin başında ulusal bağımsızlığımızın kaybedilmesi kaygısından çok, "gençlerimizin ahlakının bozulması" ve "aile yapımızın bozulması" geliyor.
Aileyle birlikte bulduğumuz bir başka temel kurum da ekonomi oldu. Nasıl aile, muhafazakar taleplerin merkezine yerleştirildiyse, ekonomi de değişim taleplerinin ortasına kondu kamuoyu tarafından. Türkiye'de, bir ucunda korunması istenen "aile"nin, diğer ucunda değişmesi talep edilen "ekonomi"nin oluşturduğu bir "ortak duyu"dan sözedilebileceğini düşünüyoruz. Ekonomi neredeyse görüşülenlerin yarısı tarafından değişmesi istenen birincil alan olarak işaret edilirken, devlet yapısında, toplum yapısında ve siyasal sistemde değişim talep edenlerin ancak yaklaşık yüzden onluk küçük azınlıklar oluşturduğuna dikkat çekmek istiyoruz. Buradan iki sonuca varabiliriz. Birincisi, Türkiye'de genel olarak siyaset ve siyasi kurumlar söz konusu olduğunda ne kuvvetli bir muhafaza etme, ne de kuvvetli bir değiştirme talebi mevcuttur. Bunun bir nedeni, siyaset alanının 1960 askeri müdahelesinden beri süregiden müdaheleler neticesinde, gerek anayasa ve devlet kurumları düzeyinde gerekse de siyasi partiler düzeyinde, bir "kurulu düzen" fikrinin oluşmasına meydan vermeyecek büyük bir akışkanlık ve belirsizlik arzetmesi olabilir. AB ile bütünleşme sürecinde devlet kurumlarının, siyasi partilerin ve genel olarak siyasi oyunun kurallarının yerli yerine oturması ve belirsizliğin azalması, ilerde siyasete ilişkin muhafazakar eğilimlerin ortaya çıkmasına yolaçabilir. Ancak şimdilik böyle bir durum görünmemektedir. İkincisi, ekonomik değişim boyutu olmayan bir siyasal değişim programının, içeriği ne olursa olsun, Türkiye'de halka benimsetilmesi mümkün görünmemektedir. Nitekim, her türlü şüphe ve kaygısına rağmen halkın AB ile bütünleşme projesine %65'in altına düşmeyen bir çoğunlukla destek vermeye devam etmesinin temel nedeni, AB'den beklediği faydanın, araştırmalarımızın gösterdiği gibi, öncelikle ekonomik bir fayda olmasıdır. Ekonomik tarafı törpülenmiş bir AB projesini, yalnızca bir siyasi dönüşüm projesi olarak, bu proje kulağa ne kadar soylu gelirse gelsin, Türk halkına benimsetmek zor görünmektedir.
"Aile" ve "ekonomi"nin yanısıra, "Batı" da, muhafazakar düşüncenin sacayaklarından biri olarak ortaya çıkıyor. Batı, hem kamusal-siyasal planda hem de kişisel kimlik planında, bir yandan dışlanan, bir yandan da içlenen bir "öteki" olarak ikili bir rol oynuyor. Batı, ilk olarak, devleti tehdit eden bir güç olarak algılandığı sürece, bizim Avrupa-şüpheciliği ve bu fenomenin bir uç göstergesi olarak Sèvres Sendromu adını verdiğimiz, ve gerek ulusalcılığın, gerekse de İslamcılığın beslendiği bir muhafazakar tepkiciliğin nesnesi olarak ortaya çıkıyor. Öte yandan, halkımızın büyük bir çoğunluğu, şüphe ve korkularına rağmen, yine de AB'nin bir parçası olmak istiyor. Bir, hem ağlarım, hem giderim tavrı, burada net bir biçimde ortaya çıkıyor. Aynı şekilde, kişisel kimlik planında Batı'ya bir yandan tepki duyuluyor ve örneğin Batı'nın teknolojisinin alınması, lakin kültürünün alınmaması gerektiği söyleniyor. Ama, aynı Batı, tepki duyulduğu ölçüde de benimsenmek ve paylaşılmak istenen bir ideal hüviyetine de bürünüyor. Öyle ki, görüşülenlerin %50'den biraz fazlası ideal Türk vatandaşını hem yerli, hem de Batılı değerleri yaşantısında sentezlemiş bir kişi olarak tanımlıyor.
Din, modernist anlayışa göre, muhafazakar düşüncenin beslendiği ana kaynaktır. Türkiye'de de Kemalist modernizm dini yeniliklere tepkinin, geriye dönüş özlemlerinin, çok kullanılan deyimle "irtica"nın çıkış noktası olarak tarif etmiş ve kendi modernleşme atılımlarının karşısındaki başlıca tehdit unsuru olarak görmüştür. Din konusundaki bu klasik Kemalist görüş bugün de bazı kesimlerde varlığını sürdürmektedir. İslam ve modernite ilişkisi konusunda 1980'lerden sonra klasik modernizme göre revizyonist diyebileceğimiz bir bakış açısı hem Batı, hem de Türk sosyal biliminde gelişmeye başlamıştır. Bu revizyonist teoriler önce moderniteyi Batı kültüründen ve onun tanımlayıcı ögelerinden biri olan Hristiyanlıktan koparmış, daha sonra da Batılı ve Hristiyan olmayan modernitelerin de teorik ve tarihsel olarak mümkün olduğunu öne sürmüşlerdir. Bir başka deyişle, modernleşme ve Batılılaşma arasındaki neredeyse zoraki olarak görülen tarihsel ilişkiyi koparmışlar, modernleşmek için ille de Batılılaşmak gerekmediğini savunmuşlardır. Bu düşüncenin doğal sonucu, modernite yerine modernitelerden bahsedebilir hale gelmemizdir. Böylelikle, örneğin Çin'de, Hindistan'da, İslam dünyasında Batılı ve Hristiyan olmayan özgül moderniteler aranmaya, keşfedilmeye, icat edilmeye ve gündelik hayatta yaşanmaya başlanmıştır. Bu yeni bakışın Türkiye'ye yansıması Müslümanlık ve modernlik arasındaki ilişkilerin bir yandan kavramsal ve tarihsel olarak sorgulanması, öte yandan da gündelik hayat içerisindeki pratiklerde kurulmaya başlanmasıdır. Müslüman işadamlarından İslami mayoya, İslami bankacılıktan İslam ve demokrasi arasındaki bağdaşmalara dayanan siyasi projeler üretmeye kadar uzanan bir çizgide, büyük bir hızla, "Müslüman ve modern" bir hayat tarzı son yıllarda Türkiye'nin büyük kentlerinde, tatil beldelerinde kendini göstermeye başlamıştır. "Başörtülü, ama çağdaş bir kadın", İslam ve modernite kaynaşmasının, ya da İslami bir modernite icadının, en kuvvetli, en bilinen simgelerinden biri olagelmiştir.
Bizim araştırmamızda da görüşülenlerin çok büyük bir çoğunluğu, %85, başörtülü bir kadının aynı zamanda erkeklerle eşit haklara sahip ve çağdaş bir kadın olabileceğini belirtmiştir. Benzer bir şekilde, hemen herkes (%93) başını örten bir kadından rahatsızlık duymayacağını ifade etmiştir. Bu veriler neyi ortaya koymaktadır? Öncelikle, toplumun geneli, başörtüsünü modern ve eşit bir kadın olmanın önünde bir engel olarak görmemektedir. Yani, başörtüsü, moderniteden geriye dönüşün, kadının ikinci sınıf bir vatandaş sayıldığı bir toplumsal sistemin bir simgesi olarak algılanmamaktadır. Sözün kısası, modernite ve başörtüsü arasındaki ters ilişki halk algılamasında kopmuş görünmektedir. Bundan başka, başörtülü kadınlardan hemen hiç kimsenin rahatsızlık duymaması, bu kadınların "bizlik" kapsamına alınmış olduklarını; başörtüsünün "biz" ve "onlar" şeklinde bir bölünmeye yolaçacak bir ayrım çizgisi ve ötekileştirme ölçütü olmaktan çıktığına işaret etmektedir.
Peki, o zaman, başını örtmeyen kadınların Müslümanlığı ve onlara gösterilecek hoşgörü hakkında toplumda nasıl bir kanaat hakimdir? Görünen, toplumun çoğunluğunun başörtüsünü Müslümanlığın olmazsa olmaz bir şartı olarak sayma eğiliminde olmadığıdır. Buna karşılık, küçümsenemeyecek azınlıklar dindarlık ve başörtüsünü birbirine sıkı sıkıya bağlamaya ve başı açık kadınlara karşı tahammülsüzlük göstermeye meyyal bir durum arzetmektedir. Nitekim, görüşülenlerin sadece %7'si başörtülü kadınlardan rahatsız olurken, başını örtmeyen kadınlardan rahatsızlık duyanların oranı bunun üç katından fazlasına -- %24 -- yükselmektedir. Görüşülenlerin %19'u başını örtmeyen kadınların Müslüman sayılmayacağına inanırken, %42 gibi yüksek bir kesim ise kendisine Müslüman diyen her kadının başını örtmesi gerektiğini belirtmiştir. Yani, "ben Müslüman bir kadınım" diye dinini açıkça beyan etmeyen bir kadının başını örtmemesi fazla bir sorun yaratmazken (%19), aynı kadın bu beyanı açıkça yapınca, o zaman beyan ettiği dinin gereğine uyması ve başını örtmesi gerektiğine inanan kuvvetli bir azınlık (%42) mevcuttur. Doğrusu, başörtüsü konusunda genel bir kabullenme ve içleme eğilimi varken, başı açıklık konusunda aynı ölçüde yaygın bir kabullenme ve hoşgörü tutumunun olduğunu söylemek kolay değildir. Başı açıklık konusunda şahit olduğumuz, azınlıkta kalan, ama yine de küçümsenemeyecek hoşgörmeme eğilimi, oruç tutmama ve namaz kılmama gibi başka dindarlık-dışı davranışlar söz konusu olduğunda da karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, görüşülenlerin %36'sı Ramazan'da oruç tutmayanlardan, %28'i ise namaz kılmayanlardan rahatsız olacaklarını belirtmişlerdir.
Başını örtmeme, oruç tutmama ve namaz kılmama gibi dindarlık-dışı olarak addedilen davranışlara önemli sayıda kişinin hoşgörü göstermeme eğilimi, belki de, dinsel inançların Türk halkının kişisel tercihlerinin oluşmasında çok etkili olmasıyla bağlantılıdır. Nitekim, görüşülenlerin %65'i oy vereceği partinin liderini seçerken; %70'i arkadaş olacağı kişiyi seçerken; %85'i ise evleneceği kişiyi seçerken, karşısındakinin dinsel inançlarını dikkate alacağını belirtmiştir. Burada vurgulanması gereken nokta, seçilmesi istenen kişi özel hayata, aileye, ne kadar yaklaşırsa (parti lideri, arkadaş, eş), o kişinin dinsel inançlarının da giderek artan bir ölçüde hesaba katıldığıdır.
Türkiye'de gerek siyasal, gerekse de özel alandaki nisbeten ılımlı muhafazakar öz-algılama, Batı muhafazakarlığının bazı özellikleriyle çelişirken, bazılarıyla da uyuşuyor. Önce, çelişen tarafa bakalım. Batı muhafazakarlığı "eşitlik" kavramını fazla benimsemez ve yalnızca temel bir "fırsat eşitliği" ilkesini savunurken, Türkiye'de ise "eşitlik", rakip kavramlar olan "özgürlük" ve "dayanışma"dan çok daha fazla istenen bir değer olarak ortaya çıkıyor. Nitekim, "eşitlik", "özgürlük" ve "dayanışma" arasından yalnızca birini seçmeleri istendiğinde, görüşülen kişilerden %42'si eşitliği, %34'ü özgürlüğü ve yalnızca %17'si dayanışmayı tercih etmiştir. "Eşitlik" değerinin Türk toplumunda ne derece önemli olduğu bir başka soruda daha kuvvetli olarak ortaya çıkıyor. Görüşülen kişilere "Kanun önünde eşitlik", "dini inanç ve ibadet özgürlüğü", "mülkiyet ve girişim özgürlüğü", "seçme ve seçilme hakkı", "örgütlenme, toplantı ve gösteri özgürlüğü" olarak beş temel hak vererek, içlerinden yalnızca birine sahip olup, diğerlerinden tümüyle vazgeçmek zorunda kalsalar, hangi temel hakkı seçececekleri sorulduğunda, "kanun önünde eşitlik" açık ara farkla birinci tercih olarak ortaya çıkıyor. Nitekim, görüşülen kişilerden %50'si bu seçeneği tercih ederken, bunun çok arkasından "dini inanç ve ibadet özgürlüğü" (%19), "seçme ve seçilme hakkı" (%11), "örgütlenme, toplantı ve gösteri özgürlüğü" (%7), "mülkiyet ve girişim özgürlüğü" (%6) geliyor. İlginç olan, Batı muhafazakarlığının ana değerlerinin başında gelen "mülkiyet hakkı"nın, Türkiye'de en az istenen hak olarak ortaya çıkmış olması.
Peki, Türkiye'de en muhafazakar sosyal ve siyasi gruplar hangileridir? Çeşitli muhafazakarlık değişkenlerini esas aldığımızda, ortalamanın çok üzerinde muhafazakarlık eğilimi gösteren (beş kez veya daha fazla ortalama artı standart sapma çizgisinin üzerinde değerler alan) sosyal ve siyasi gruplar, en muhafazakardan aşağıya doğru, şöyle sıralanmaktadır (sağdaki rakamlar, bir grubun kaç kez ortalama artı standart sapma çizgisinin üzerinde değer aldığını göstermektedir):
10
AKP seçmenleri (3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP'ye oy verenler)
10
Karadeniz bölgesinde oturanlar
8
MHP seçmenleri (3 Kasım 2002 seçimlerinde MHP'ye oy verenler)
7
Doğu Anadolu bölgesinde oturanlar
6
Sağ (Sağ-Sol skalasında kendilerini sağ uca yerleştirenler)
5
GP (3 Kasım 2002 seçimlerinde Genç Parti'ye oy verenler)
5
İç Anadolu bölgesinde oturanlar
Önce bir uyarı notunu zikretmekte fayda görüyoruz. Bir partinin seçmenlerinin ortalamadan daha fazla muhafazakarlık eğilimi göstermesi, o partinin tüm seçmenlerinin hatta seçmenlerinin çoğunluğunun aynı eğilimi paylaştığı anlamına gelmemektedir. Bu durum sadece o partiye oy verenlerin arasında muhafazakar eğilimde olanların, diğer parti taraftarlarına ve sosyal gruplara kıyasla, daha fazla olduğunu göstermektedir. Bu uyarı notundan sonra tablodan yapılabilecek birkaç temel gözleme geçebiliriz. Yukarıdaki tablodan ilk elde yapılabilecek bir gözlem şudur: Türkiye'de muhafazakarlığı belirleyen en önemli etkenler parti taraftarlığı ve bölgesel kültürdür. Muhafazakarlık, bir yanıyla bölgesel kültür içerisinde "toplumsallaşma" ile ortaya çıkarken, öbür yanıyla da bir partiye bağlanma ve onu izleme şeklindeki "siyasallaşma" yoluyla oluşmaktadır. Daha özele inecek olursak (3 Kasım 2002 seçimlerine göre) AKP, MHP ve Genç Parti seçmeni olmak veya siyasi çizgisini sağda görmek bir yandan; Karadeniz, Doğu Anadolu veya İç Anadolu bölgesinde yaşamak öbür yandan, muhafazakar bir tutuma yol açabilecek en kuvvetli etkenler olarak ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle, dil, cinsiyet ve yaş gibi birincil aidiyetler; dindarlık ve milliyetçilik gibi temel ideolojik yönelimler; bir de gelir durumu ve eğitim durumu gibi sosyal etkenlerin muhafazakar eğilimleri beslemede, particilik ve bölgesellik etkenlerinin çok gerisinde kaldığına tanık oluyoruz. Benzer bir tablo, 2003 Kasım'ında yaptığımız Avrupa-şüpheciliği araştırmasında da karşımıza çıkmıştı: o araştırmada da, Avrupa-şüpheciliği olasılığını arttıran en kuvvetli etkenler birincil olarak parti taraftarlığı ve ikincil olarak da bölgesellik olarak belirmişti.
Hem siyasi görüşler bakımından, hem de özel hayata ve kadın-erkek ilişkilerine ilişkin tutumlar bakımından, öz-algılamalar düzeyinde, Türk halkında ılımlı bir muhafazakarlıkdan sözedebiliriz. Bu yargıya, her iki düzeyde de kendisini tamamen muhafazakar bulanların çoğunluğu oluşturmamak bir yana, bu seviyenin 15-20 puan altında kalmalarıyla varıyoruz. Nitekim, siyasal görüşlerine muhafazakar diyenlerin oranı %30 iken, muhafazakar değildir diyenlerin oranı ise bundan çok da düşük olmayan bir rakam olan %24. Özel hayat ve kadın-erkek ilişkileri sözkonusu olduğunda, kendilerini muhafazakar bulanların oranı beş puan artarak %35'e çıkarken, muhafazakar görmeyenlerin oranı ise üç puan düşerek %21'e iniyor. Açık ki, özel alan, muhafazakar değerlerin hayat bulduğu ve uygulandığı alan olarak, kamusal alandan daha önde geliyor. Türkiye kamuoyu geleneksel, buna mukabil gelenekselci değil. Kamuoyu, bizi biz yapan geleneklerin olduğuna inanma ve bu gelenekleri savunma anlamında bir "geleneksel"lik arzetmekle birlikte, yeni bir sorunla karşılaştığında geleneklere değil, yeni yollara başvuracağını ifade ederek de gelenekçi değil, yenilikçi bir duruş ortaya koyuyor.
Değerlendirmemizi, bu değişimci ve yenilikçi duruşu ifade eden bir kaç veri aktararak sonlandıralım. Birincisi, "şimdiye dek karşınıza çıkmayan bir sorunla baş etmek zorunda kaldığınızda geleneksel yollara mı yoksa yeni yollara mı başvurursunuz" diye sorulduğunda büyük bir çoğunluk - %65 - yeni yolları tercih edeceğini söylerken, geleneksel yollara başvuracağını söyleyenlerin oranı bunun yarısından azda -- %30 - kalıyor. Benzer şekilde, varolan sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik hayatımızın olduğu gibi kalmasından yana olanlar %34 iken, kısmen ya da tamamen değişsin diyenler bunun neredeyse iki katına -- %63 - ulaşıyor. Yani, yaklaşık %30'luk bir gelenekselci ve statükocu azınlığa karşılık, yine yaklaşık %60'lık yenilikçi ve değişimci bir çoğunlukla karşı karşıyayız. Yenilikçi ve değişimci tutumu teyid eden bir başka veri de, Türk halkınıın geçmişten ziyade geleceğe referanslı bir tavır içerisinde olması. Nitekim, "genel olarak hayatınızın anlamını düşünürken, daha çok geçmişte karşılaştığınız acı ve kötü olayları mı; yoksa gelecekte elde etmeyi umduğunuz güzel günleri ve başarıları mı aklınıza getirirsiniz?" diye sorulduğunda büyük bir çoğunluk -- %65 - güzel geleceği referans alacağını ifade ederken, yalnızca %15'lik küçük bir kesim acı geçmişe bakacağını ifade etmiştir. Değişimci ve yenilikçi olmanın doğal bir sonucu olarak, geçmişten ziyade geleceğe referanslı bir kamuoyumuz var. Yenilikçi tutumu destekleyen son bir veri daha aktaralım: "Son iki yüzyıllık modernleşme çabalarının getirdiği laiklik, hukuk sistemi, eğitim sistemi, alfabe, dil, kadın hakları, kılık-kıyafet gibi konulardaki yenilikler bizim için iyi mi oldu yoksa kötü mü?" diye sorulduğunda, kısmen ya da tamamen kötü oldu diyenler %15'te kalırken, bazı kötü tarafları olsa da genelde iyi oldu diyenler %31, tamamen iyi oldu diyenler ise %46'lık bir orana ulaşmıştır. Yani, toplumun %77 gibi büyük bir çoğunluğu Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşmesinin getirdiği yeniliklerden memnun ve bu yenilikleri benimsemiş görünmektedir.
Sonuç olarak, Türkiye'de kamuoyu seviyesindeki muhafazakarlığın, siyaset ve ekonomi söz konusu olduğunda, 19. yüzyıl Avrupa'sında ortaya çıkan karşı-devrimci ve eski rejim savunucusu reaksiyoner (tepkici, gerici) muhafazakarlıktan çok, İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde beliren reformist (yenilikçi, değişimci) muhafazakarlığa daha yakın durduğunu söylemek mümkündür. Batı Avrupa'daki savaş sonrası reformist muhafazakarlığın ayırdedici karakteri, ekonomik politika alanında "laissez-faire" uygulamaları yerine sosyal devlet ve refah devleti uygulamalarını benimsemiş olmasıydı. Türkiye'deki yaygın ekonomik değişim ve eşitlik talebi bu tür bir muhafazakarlığın kamuoyundaki destek noktaları olarak yorumlanabilir. Yalnız, Batı Avrupa'daki reformist muhafazakarlığın ekonomik reform programının yanında bir siyasal tutuculuk tavrı da vardı ki, böyle bir tavır şu anda Türkiye'de gözlemlenmemektedir. Türk kamuoyu, yukarıda da belirtildiği gibi, siyaset söz konusu olduğunda ne kuvvetli bir muhafaza etme, ne de kuvvetli bir değiştirme talebi öne sürmektedir. Öte yandan, aile hayatı ve kadın-erkek ilişkileri planında ise, Batı Avrupa usulü reformcu muhafazakarlıktan çok, ABD usulü yeni-muhafazakarlığa daha yatkın bir Türk muhafazakarlığından sözetmek mümkündür. Nitekim, erkek-egemen değerlerin büyük çoğunluklarca savunulması; yine büyük çoğunlukların dinsel inançlarını kişisel kararlarında esas alacağını belirtmesi; ve nihayet kuvvetli azınlıkların din-dışı olarak addettikleri davranışlardan rahatsızlık duyacaklarını belirtmesi bakımınından, Türkiye'deki muhafazakar eğilimler Soğuk Savaş sonrasında ABD'de belirmeye başlayan "neo-conservatism" ya da "yeni-muhafazakarlık" anlayışına yaklaşmaktadır. (HY/FK)
* Doç. Dr. Hakan Yılmaz, Boğaziçi Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
7