Okurların haberleri ve kapsamlı yazıları ile tanıdığı gazeteci Burçin Tetik, bu kez ilk öykü kitabı, “Annemin Kaburgası” ile okurla buluştu.
Özgün dili, sade kurgusu ve yalın anlatımıyla en zor konuları nefret dili ve ayrımcılığa düşmeden anlatan Tetik, “Hangi ayrımcılık türü olursa olsun, cinsiyetçilik, beden utandırmalar, homofobi, transfobi, ırkçılık, sınıfçılık... Öncelikle ailemizle ve o ailenin parçası olarak kendimizle yüzleşmeden herhangi bir değişime önayak olamayacağımızı düşünüyorum” diyor.
Türkiye Bilişim Derneği'nin 2015'te düzenlediği 16. kez düzenlediği Bilimkurgu Öykü Yarışması'nda birincilik ödülünü alan ilk kadın olan Tetik’le, “Annemin Kaburgası” üzerine söyleştik.
"Edebiyatla insanlara dokunan işler yapılabilir"
İlk öykü kitabınız, nasıl oluştu bu fikir?
Evet bu ilk kitabım ve özelde ilk öykü kitabım. Aslında edebiyat kendimi bildim bileli hayatımın önemli bir parçası.
Tek çocuk olarak gündüzleri babaanneme bırakıldığım, renksiz ve eğlencesiz zamanlarımda sıkıntıdan 4-5 yaşında okumayı söktüğümden beri edebiyatın evrenindeyim. İlkokuldan üniversiteye kadar öykü değil ama defterler dolusu şiir yazdım.
Yani okuma ve yazma eylemi erken yaşlardan beri kimliğimin parçası. Üniversitede Türkçe edebiyat bölümüne girdikten sonra İngilizce edebiyatla çift anadal programı yaptım, yüksek lisansımı da yine edebiyat ve kültürel çalışmalar alanında tamamladım. Yüksek eğitim hayatım ironik biçimde en az okuyup yazdığım dönem oldu diyebilirim.
Galiba başkalarının yazdıklarını didiklemek, ince ince analiz etmek beni üretmekten soğuttu. Yüksek lisansa ara verdiğim bir dönem kendimi yeniden yazarken buldum. 2015'te Türkiye Bilişim Derneği'nin düzenlediği Bilimkurgu Öykü Yarışması'na katıldım ve "Eşçip" "adlı öykümle o zaman 16. kez verilen birincilik ödülünü alan ilk kadın oldum.
Bununla birlikte edebiyatta insanlara dokunan işler yapabileceğime ikna oldum galiba. Sonrasında tezime geri döndüm ve bir yandan da öykülerimi kâğıda dökmeye başladım.
"Sokakta gözlemlediklerim hep malzeme"
Öykü yazarken nerelerden esinleniyorsunuz?
En çok ilhamı kitap karıştırırken alıyorum. Belki biraz garip, ama bir kitaba yeni başladığımda ilk birkaç sayfada sürekli durup aklıma gelenleri not alma ihtiyacı duyuyorum.
Okuduğum şeye bir kez kendimi kaptırınca bu duruyor, ama henüz yeni okumaya başlamışken, çok içinde değilken her okuduğum satırda fikirler üşüşüyor aklıma. Tabii iş bununla bitmiyor, kendi yaşadıklarım, çevremin başına gelenler, okuduğum haberler, sokakta gözlemlediklerim hep malzeme.
Bir kez yazmaya başladıktan sonra bilinçdışı kendi kurgularını yapıyor zaten. Yazdığıma bir bakıyorum, hiç farkında olmadan metaforlar kurmuşum, benzer duyguları başka yaşantılarla anlatmışım. Bunlar bilinçli yapılmıyor.
Gazeteci kimliğiniz de var…Haberlerde anlatamadıklarınızı detaylıca bir öyküye mi dönüştürmek istediniz?
Gazetecilik de yapıyorum, ama sıcak haberden ziyade daha uzun soluklu yazılar ve videolar üzerinde çalıştım genelde. Bu yaptığım işlerde de biraz kurguya yakınlık ve hikâye anlatıcılığı oldu, çünkü beni çeken o.
Ancak sanatla gazetecilik birbirlerinin yerini tutacak işler değiller. Edebiyatta en derindeki düşüncelerle yüzleşmek, hem kendinizi hem metninizdeki karakterleri bir psikolog gibi tanımak zorundasınız. Sıfırdan bir insan yaratıp ismini, geçmişini, çelişkilerini metne yerleştiriyorsunuz.
Ayrıca gazetecilikte her şey okur için apaçık, açıklayıcı olmalıyken bu şekilde yazılan bir edebiyat eseri pek de nitelikli olmaz.
Ben gazetecilik yaparken de aklım protagonistin* iç çelişkilerine, bazen cümlelerinin edebiliğine kayabiliyor. Bu anlamda içimde hiç susmayan bir edebiyatçı var diyebilirim.
“Aile bizim ilk mahkememiz”
Özellikle değindiğiniz kadın ve LGBTİ+ sorunları gibi hissettim.. Nereden geldi bu konular üzerinden öykü yazmak?
"Annemin Kaburgası" aslında üç damardan ilerliyor, dediğin gibi kadın ve LGBTİ+ bunlardan ikisi, bir de göçmenlik var. Baktığınızda ben de bunların üçüyüm. İster istemez de çevremdeki hayatlar, olumlu olumsuz yaşantılar, duyduğum hikâyeler bu kimliklerle örülü. Mikrodan yola çıkarak makroya ışık tutuluyor, o mikronun dışındakilerle ortak duygular kuruluyor edebiyatta.
Erkek bir yazar erkek kahramanlarla dolu öyküler yazdığında "Erkek öyküleri yazmış" deme gereği duymuyoruz, o toplumu yazmış oluyor. Ne zaman ki kadın ya da LGBTİ+ bir karakter yazılıyor, o zaman sırf bir grubun özeli anlatılmış gibi algılanıyor.
Oysa Annemin Kaburgası'ndaki karakterler sadece belli tip erkekleri ve belli tip kadınları içeren öykülerden daha kapsayıcı. Çünkü toplum hepimiziz, sadece cis-heteroseksüel erkekler ve belli kalıplara uygun yaşayan kadınlar değil.
Trans insanlarla hayatımızın hiçbir yerinde karşılaşmıyorsak zaten oturup bunu sorunsallaştırmalıyız, karşılaşıyorsak da neden edebiyatımıza yansımadığını düşünmeliyiz. Ya da neden trans karakterleri genelde cis** yazarlardan okuduğumuzu.
Trans yazarları sormalı, talep etmeliyiz. J.K. Rowling ya da Chimamanda Ngozi Adichie gibi yazarların transfobik söylemleriyle gündeme geldiği ve haklı olarak tepki aldığı zamanlardayız. Kuir insanların kendi hikâyelerinin yazarı olması artık bu çağın gerekliliği.
Aile kavramını da sorguluyor bazı öyküler.. Buna dair ne söylemek istersiniz?
Aile bizim ilk polisimiz, ilk yargıcımız, ilk mahkememiz. Toplumun en küçük birimi diye öğretilir ya, tam da öyle. Kadınlık ve erkeklik rollerini, arzunun sınırlarını, ne yapıp yapamayacağımızı ilkin ailede görürüz.
Benim de bu konuda hem şanslarım hem şanssızlıklarım var. Annem Türkiye toplumu için feminist sayılabilecek, kadınların eğitim ve çalışma hakkını savunan bir kadındı ben çocukken de.
Ama cinselliğin büyük bir tabu olduğu, yetişkinliğimde dahi bundan utandırıldığım bir ilişki de var. Halide Edip romanlarının cinselliksiz, adeta cinsiyetsiz kadın idealizmi gibi biraz. Bir yandan subay karısı çok otoriter ve sevgisiz bir babaanne, ailesinin beklentilerini hiçbir zaman karşılayamamış, alkolik bir baba var.
Büyürken bizim ailenin çok sorunlu olduğunu zannediyordum ama sonradan dışarıdan göstermeseler de çoğu ailenin şiddet ve istismarla örülmüş bir dünyası olduğunu anladım.
Sizi desteklemekle ve sevmekle yükümlü bir kurumun sizin ilk şiddet failleriniz olması tabii çok yakıcı bir konu. Bu ille büyük bir fiziksel şiddet olmak zorunda değil. Babannemden duyduğum "Kızlar pantolon giymez" cümlesini bile bir süre çok içselleştirmiştim. Bu şekilde sürekli hizaya getiriliyorsunuz. Aileniz de her an doğru oturup kalktınız mı, cinsiyetinize uygun davrandınız mı, kızsanız oğlanlarla çok bir araya geldiniz mi, eteğiniz çok mu kısa, yeterince edepli misiniz, bunun polisliğini yapıyor.
Hangi ayrımcılık türü olursa olsun, cinsiyetçilik, beden utandırmalar, homofobi, transfobi, ırkçılık, sınıfçılık... Öncelikle ailemizle ve o ailenin parçası olarak kendimizle yüzleşmeden herhangi bir değişime önayak olamayacağımızı düşünüyorum.
"Hiçbir kadının hikâyesi sırf şiddetten ibaret değil"
Erkek şiddetinin arttığı kadınların kazanımlarına saldırıların yükseldiği bu dönemde kitabın gerçekliği daha ince ama cesur bir dille ifade ediyor. Bu dili özellikle mi tercih ettiniz?
Aslında içeriğe baktığımızda kitap tabularla, marjinalleştirilen kimliklerle, şiddetle, yasaklanmaya çalışılan aşklarla uğraşıyor hep. O yüzden dildeki o inceliğe, kompaktlığa ihtiyaç vardı.
Oturup uzun uzun bir erkeğin bir kadını nasıl dövdüğünü anlatmak yerine bir beden hareketinde, bir morlukta anlatmaya çalıştım bunları. Şiddeti pornografikleştirmeden yaşanan zorluğu, psikolojik buhranı, çözümsüzlük hissini ve umudu resmetmeyi denedim.
Bu konuda editörüm Duygu Çayırcıoğlu da bana çok yardımcı oldu; yorumları, eleştirileri o ince dili kurmak için çok faydalıydı. Hakikat şu ki, hepimiz gayet iyi biliyoruz o sahneleri. O tedirginlik, o acı çok tanıdık.
Bazen kendimizden, bazen annemizden, kız kardeşimizden, arkadaşımızdan. O yüzden bize detaylı tasvirler değil, tüm bunları hatırlatacak bir imge lazım sadece.
Ama hiçbir kadının hikâyesi de sırf şiddetten ibaret değil. O yüzden son öyküde umutlu bir yerde bitiyor kitap. Patriyarkanın karanlığına rağmen okurda onunla mücadele edecek, dayanışma ağları kuracak gücü de teşvik edebilmek için.
"Bizi yok etmek isteyenlere karşı ayakta kaldık"
Kitabın kapağındaki görsel çok etkileyici ona dair bilgi aktarır mısınız?
Tabii, ben de kapağı çok seviyorum ve içeriğe çok oturduğunu düşünüyorum. Yayınevim sağ olsun bu konudaki fikrimi önemsedi ve beni sürece dahil ettiler. Editörüme bana ilham veren çizimler yollayıp kafamdaki atmosferi, duyguyu ilettim. Hep bir birbirine karışmışlık, iç içe geçmişlik imgesi vardı zihnimde. Çünkü öykülerdeki karakterler de hep farklı kimlikleri, farklı yüzleri barındıran, bazen de birbirleriyle iç içe geçebilen kişiler.
Editörüm Duygu illüstratör Seda Mit ile çalışarak bu fikrin hayata geçmesini sağladı. Sonunda kapak gördüğün gibi çok derinlikli, çok ilgi çekici oldu. Seda Mit'e müteşekkirim özeni ve yeteneği için.
Kitabı bitirdikten sonra kapağı daha da anlamlı bulduğunu söyleyen okurlar oluyor, bu da iyi bir iş yaptığımızı düşündürüyor ve mutlu oluyorum.
Son olarak ne eklemek istersiniz?
Kitapta birbirinden çok farklı karakterler, bambaşka hayatlar var, ama kitapla henüz karşılaşmamış bir okursanız size diyeceğim şu: Öykülerde mutlaka size dokunan deneyimler bulacaksınız ve sık sık kendi hayatınızdan anılar aklınıza gelecek.
Çünkü hepimiz çocuk olduk, hepimiz toplumla savaşarak kendi kimliklerimizi, kendi dünyalarımızı kurduk. Bizi yok etmeye çalışan bir güce rağmen ayakta kaldık. Bu öyküler hepimizin hikâyesi.
TIKLAYIN – Kitaptan bir bölüm okuyun
Burçin Tetik hakkında Sankt Georg Avusturya Lisesi'ni bitirdikten sonra Boğaziçi Türk Dili ve Edebiyatı ile İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümlerinden mezun oldu. Yüksek lisansını Berlin Freie Üniversitesi'ndeki İngilizce Çalışmaları: Dil, Edebiyat, Kültür bölümünde yaptı. "Konuşan Suskunluklar" başlıklı tezinde soykırımdan hayatta kalan kadınların travmalarının edebiyat alanındaki izdüşümünü inceledi. Kadın haklarına distopik bir gelecekten bakan öyküsü "Eşçip" 2015 yılında Türkiye Bilişim Dergisi Bilimkurgu Öykü Yarışması'nda birinci oldu. 2018'de "Yarım Saat" adlı öyküsü Kaos GL'nin düzenlediği Kadın Kadına Öykü Yarışması'nda özel ödüle layık görüldü. 5Harfliler, Amargi Dergi, bianet, die tageszeitung, sisterhood-magazine gibi çeşitli mecralarda Türkçe, İngilizce ve Almanca yazıları yayımlandı. Alman die tageszeitung gazetesinin iki dilli platformu taz.gazete'de editör olarak çalıştı, Deutsche Welle bünyesinde sosyal medya ve video editörlüğü yaptı. Halen Berlin'de yaşıyor. |
Kitabın Künyesi: Burçin Tetik, "Annemin Kaburgası", İletişim Yayınları, 99 Sayfa, İstanbul 2020
(EMK)
*Günümüzde "Protagonist" denilince, edebiyat ve filmlerdeki başrol oyuncusu; bir romanın, anlatının veya diğer bir edebî ya da filmsel yapıtın kahramanı anlaşılır. Yani çok genel anlamıyla protagonist, bir olay ya da olaylar dizisinin ana icracısı olarak tanımlanabilir.
**Cis (kimi zaman cisseksüel), doğumda atanan cinsiyeti ile cinsiyet kimliği eşleşen kişileri ifade eder. Mesela, biri kendisini kadın olarak tanımlıyorsa ve doğumda da kadın olarak atanmışsa ciskadındır. Bu terim transın zıttıdır.