*Fotoğraf: The Guardian.
The Guardian gazetesinde David Shariatmadari imzasıyla yayınlanan Ai WeiWei röportajını aktarıyoruz.
Weiwei hakkında tespit yapmak zor. Zoom görüşmemizin ilk birkaç dakikasında bilgisayar ekranından gözlerinin kızarık olduğu görünüyordu, sanırım benimle Portekiz'deki yeni mekanından konuşuyordu.
Bir buçuk yıl önce Ai, İngiltere'de yeni hayatı hakkında röportajlar veriyordu; ondan önce, yetkililer tarafından yıllarca takip edilip bir süre hapiste tutulduktan sonra nihayet 2015'te Çin'den ayrıldığında ona güvenli liman sunan ülke Almanya'ydı.
Peki gerçekte nerede yaşıyor?
"Evet, bu soru her zaman geliyor," dedi mahcup bir şekilde. Oğlu Ai Lao'nun İngilizcesini geliştirebilmesi için Cambridge'e taşınmıştı.
Oğlu hala orada ama bu arada, "Lizbon yakınlarında bir arazi buldum, o yüzden oraya yerleştim, ama bu sadece geçen yıl içindi" diyor.
90'ların ortalarından itibaren Çin sanat sahnesinin bir yıldızı olan Ai, 2008 Olimpiyat Oyunları için Pekin'deki "kuş yuvası" stadyumunun tasarlanmasına yardım ettikten sonra açılış törenine katılmayı reddederek batıda herkesin bildiği bir isim haline geldi.
O zamandan beri Wuhan'daki koronavirüs salgını hakkındaki 2020 belgeseli Coronation'a kadar bir çok projesiyle Çin yönetimini iğnelemeye devam etti.
Elbette onun kadar dünyaca ünlü bir sanatçının çok fazla uluslararası seyahat yapmasını beklersiniz. Ama köksüzlüğünde bir şey daha var. Biraz mütevazı şekilde açıklıyor: "Bir kez gidecek bir yerin yoksa, her yere gidebilirsin."
"Benim hikayem vatansız"
"Memleketinden ayrıldıktan sonra istediğin yerde yuva kurabileceğini mi söylüyorsun?" Bu soru ona pek uymuyor.
"Hala Çin vatandaşıyım, pasaport sahibiyim. Ama vatanım olduğunu hissetmiyorum. Çince konuşuyorum ve tipik bir Çinliyim - ama orada hiç evim olmadı. Doğduğum yıl babam sürgüne gönderildi. Yani benim hikayem vatansız, bir tür devlet düşmanı olarak çok uzak bir bölgeye sürülerek başladı."
Ai Weiwei, babası Ai Qing ile Tiananmen Meydanı'nda, Pekin, 1959.
Ai'nin yörüngesini, rahmetli babası Ai Qing'i bilmeden anlamanın imkansız olduğu doğru.
Çin'in en büyük şairlerinden biri olarak kabul edilen Ai Qing, komünizm ile olan bağlantıları nedeniyle 1932'de hapsedilen solcu bir kahramandı.
Daha sonra, Komünist parti lideri Mao Zedong'un bir arkadaşı ve entelektüel fikir tartışmalarında ortağıydı, sözde "sağcı" entelektüellerin tasfiyesinde dramatik bir şekilde gözden düşmeden önce.
Bu hikaye, Ai'nin yeni otobiyografisi 1000 Years of Joys and Sorrows'da özenli ama genellikle güzel ayrıntılarla anlatılıyor.
Kitap, Ai Qing'in hikayesinin ilk 150 sayfayı kapladığı, onun hakkında çok az şey bilen batılılar için yararlı bir düzeltici olan ikili bir biyografi gibi.
Bu pasajlardan fırlayan şey, Mao'nun ideolojik yaptırım sisteminin katıksız acımasızlığı ve Ai'nin çocukken yaşadığı sefil koşullar.
En kasvetli dönem, Ai Qing ve iki oğlunun Çin'in uzak kuzey batısındaki "Küçük Sibirya"da bir sığınakta yaşadığı dönem.
"Yatakları", buğday saplarıyla kaplı, çatısında ışığın girmesi için kare bir delik bulunan, yükseltilmiş toprak bir platform.
İçeride kullandıkları parafin lambası, isten burun deliklerini karartmıştı. Sıçanlar da, bitler gibi sürekli bir sorundu.
Ai Qing'in işi bu sürenin çoğunda, bir lağım çukurunun üzerindeki deliklerden oluşan ortak tuvaletleri temizlemekti.
Kışın bu işe, "donmuş dışkıları parçalara ayırmak ve onları heladan tek tek çıkarmak" da ekleniyordu. Sonunda babası "rehabilite edildi" ve aile Pekin'e taşındı.
"Hepsi senden üstün ama..."
Ai'ye bu dönemi sorduğumda telefonunu eline alıyor ve yüzünü kameraya çeviriyor.
Ana ekranındaki sığınağın siyah beyaz bir fotoğrafı, hayatın ne kadar zor olabileceğini hatırlatıyor - ya da en azından ben öyle varsayıyorum.
"Eh, zor bir zamandı, ama insana çok da neşe veriyor."
Nasıl yani?
"Kendini güvende hissediyorsun. Oradasın, diğer insanlardan farklı bir seviyedesin. Hepsi senden üstün ama kendini güvende hissediyorsun."
Daha da ileri gidiyor:
"Bence çocukken fakir olmak ve boş bir hayat yaşamak çok iyi bir şey. Bence, bu insanlığımızın ne kadar savunmasız olabileceğine dair bir anlayış oluşturuyor."
Her zaman söylediklerinin sonuçlarını düşündüğünden emin değilim, ama bunu o kadar umursadığından da emin değilim.
Belki de bu onun çocukluğunun mirasıdır: Zaten en aşırı şekilde reddedildiğinizde, insanların sizinle ilgili düşünceleri hakkında korkacak çok az şey vardır. Ama bu aynı zamanda bir tür nihilizm doğurmuş gibi görünüyor.
Onu neyin motive ettiğini soruyorum. "Güzel soru" diye yanıtlıyor.
"Biliyorsun, röportajın olmasaydı bugün ne yapacağımı bilemezdim. Çok fazla sergim var ama hayatım boyunca hiçbir zaman bir gösteri başlatmadım ve bir küratörle iletişime geçmedim."
"İnsanlar iletişime geçmeseydi, sahilde dolaşıp güzel deniz kabukları bulmaya çalışıyor olabilirdim" diyor.
Ai kadar üretken biri için olağanüstü bir yorum. Her yıl birkaç büyük kişisel sergi açıyor (2016'da Kaliforniya'dan New York'a, Torino'dan Atina'ya 17 tane vardı).
Çalışmaları fotoğraf, heykel, film ve 1001 Çinli gezginin Alman kasabası Kassel'i ziyaret etmesi için düzenlediği Masal gibi sosyal deneyleri içeriyor.
Diğer noktalarda, yetkililerin onları kaydetmemesi üzerine Siçuan depreminde ölen çocukların isimlerini belgelemeye çalışarak gazeteciliğe benzer bir şeye saptı.
Küçük bir yardımcılar ordusu tarafından destekleniyor: Sayılarının değiştiğini söylüyor, ancak "büyük projeler yaparsak yüzlerce, bazen binlerce olur" diyor.
"Çocukken hayalim yoktu"
Çocukken, geleceği için hiçbir hayali olmadığını, çünkü bu tür şeylerin komünist ideolojiye aykırı olduğunu söylüyor.
Hırs kirli bir kelimeydi: "Kapılar ve pencereler kapalıysa, manzaranız olmaz."
Ancak 20'li yaşlarının başında New York'a kaçtıktan sonra bile, Parsons Tasarım Okulu'na kaydoldu, ancak final sınavlarında sadece adını en üste yazarak boş kağıt verdi ve kaldı.
Aşağı Doğu Yakası'nda bir daire kiraladı, bir matbaada gece vardiyalarında çalıştı ve bir flâneur hayatı yaşadı.
Bir akşam St Mark Kilisesi'nde Allen Ginsberg'in Çin hakkında bir şiir okumasını dinledi; "Sincan'da bok küreklemek için (gönderilen) devrimci şairler" hakkında bir satır içeriyordu.
Ai ona yaklaştı ve ikisi arkadaş oldu. Onu "harika bir adam, çok kibar ama asi kalpli" biri olarak hatırlıyor.
Şehir turları onu Broadway'deki Strand Kitabevi'ne de götürdü ve bir gün sanatçının şöhret, aşk ve çalışma üzerine yaptığı son derece önemli gözlemlerinin yer aldığı bir kitabı olan Andy Warhol'un Felsefesi'ni aldı.
Bu kitap, onu takıntı haline getirdi. Kavramsal sanatçı Marcel Duchamp, babası ve daha da şaşırtıcı bir şekilde filozof Wittgenstein'ın yanı sıra Warhol'u hayatındaki kilit etkilerden biri olarak seçti.
Weiwei, "Boş görünen ama aynı zamanda Amerikan kültürümüzün gerçek bir yansıması olan bu kişiden çok etkilendim" diyor.
"Warhol ironiyi çok iyi anladı ama aynı zamanda doğruyu da söylüyor. Zamanının 50 yıl ilerisindeydi. Özgür ifadeyi, medyayı ve iletişimi anlıyordu, sürekli selfie çekiyor, insanları sürekli kaydediyordu" diye özetliyor.
Sanatçı olarak çok ortak noktaları olduğunu düşünüyor mu?
"Aynı zamanda hem samimi hem de samimiyetsiziz. Ve hayatı seviyoruz ama amaçsızız."
Ai bana "planım, hedefim, hayatımın amacı yok" diyor. Ama bu pek doğru değil. Planı, filtresiz, kendisi olmak.
Pandemi sırasında bile daha fazla sergiye, daha fazla kamusal sanata, 10 bin basılı yüz maskesine, Wuhan filmine ve tabii ki kitaba yol açan huzursuzluğunu ve baş döndürücü üretkenliğini açıklayan bir arayış.
Ona bir sanatçının işinin ne olduğunu düşündüğünü soruyorum. "Bir sanatçının işi, işsiz olmaktır" diye gülüyor.
Önemli olan "uyanık kalmak" ve "doğruyu söylemek"tir. Ai Qing şüphesiz aynı fikirdeydi.
*Allan H Barr tarafından çevrilen Ai Weiwei'nin 1000 Yıllık Sevinçler ve Acıları, Bodley Head tarafından 2 Kasım'da yayınlandı.
Röportajın orijinal ve tam metnini okumak için tıklayın.
(PT)