Viskiring, Ahmet Güneş’in ilk romanı ama ilk kitabı değil. Daha önceden yayımlanmış Göğe Kuşak Lazım, Devrimci Selam ve Saygılarımla, Cinnetzade, Panik Seyir, Her Hayat ve Kendime Bir Yer kitapları var. Uzun süredir Yeni Yaşam Gazetesinde yazıyor. Yeni romanı Viskiring üzerine sorularıma cevap verme nezaketini gösterdi…
Viskiring bir yol romanı desek eksik bir şey söylemiş olmayız zira romanın tamamı yolda geçiyor. Bir biyografi romanı desek eksik söylemiş oluruz keza kahramanın bir dönemine odaklanmış. Bir dönem romanı desek zannımca isabetli bir tespit olur; gerçekleri edebi dille kurgulayarak bir şekilde hafıza tazelemesi yapmış. Viskiring’i belli bir yere/kalıba oturmak zor.
Bir şişe viskiyi zorunlu yolculuğu boyunca yanından ayırmayarak canından bir parçaymışcasına sahip çıkan Zahmet’in hikâyesindeki asıl mevzu, bir şişe viskiyi kaptırmamak gibi görünse de aslında insan hakları ihlallerine odaklanması. Kendine ait olan herhangi bir eşyayı hak etmeyene yar etmemek üzerine kurulu.
Ahmet Güneş ile Viskiring üzerine söyleştik.
Çoğu okuyucunun yabancısı olduğu bir diyardan/ dünyadan/ mekândan haber veriyorsunuz ve öyle görünüyor ki bunları bizatihi deneyimlemişsiniz…
Tabii ki, geçtiğiniz özet ve tanımlamalar romanı ifade ediyor. Teşekkür ederim. Deneyim dediğinizi, mekân bakımından, her şeyi yeniden düşündüm. Zaten Viskiring çıktıktan sonra her şeyi ve her yeri yeniden düşünmeye başladım ki bu da travmatik bir yeniden deneyim oldu. Okuyanlardan dönüşlerle şaşırıyor, böyle bir şey mi yazdım diye kendime sorular soruyorum. Okuyanlar sayesinde kitabıma bakabiliyorum. Sağ olsunlar.
Roman, en çok tercih edilen ve bana göre inandırıcılığı yüksek olan, empatiyi okuyucuya daha güçlü aktaran bir anlatım tarzı olan anlatıcıyla yazmışsınız. Bunu seçerken uzun uzun düşündünüz mü, özel bir sebebi var mı?
Aslında özel bir sebebi yok. Kitabı yani hikâyelerimi biri dinliyormuş gibi yazmaya çalıştım. Diğer türlü yazmayı tercih etmiyorum. Belki başarısızım diye bir iftira atabilirim kendime ama hiç denemedim açıkçası. Yani ben tarzı anlatıcı yazımı ile yazdıklarıma en önce ben inanıyorum. Açıkçası kendimi inandıramadığım bir hikâyeyi de yazamıyorum. Dediğiniz gibi bu anlatım empatiye en yakın. Bu romanı yazarken de okuyanın benimle yola çıkmasını istedim.
“Bir insana suçlu demek çok kolay”
Devletin kendini en çok hissettirdiği kurumlar arasında geçiyor kahramanın hayatı. Bu kadar katı, suratsız, kuralcı ve bir o kadar da sevimsiz olan devletlerin uzantılarıyla haşır neşir olurken, çalışanların küçücük bir eşyaya, mala, maddeye olan tenezzülleri muhatabı olduğu devlet hakkında da elbette ipuçları veriyor; çarkların, dümenin nasıl döndüğünü söylüyor. Gerçekten de işler böyle mi yürüyor?
Yolsuzluğun, talanın ve barbarlığın itibar gördüğü bir coğrafyadayız. Eline iktidarı geçiren, bir şekilde her şeye tamah ediyor.
Bakın bir şey anlatayım; benim kaldığım cezaevinin kantincisi bizden, -her koğuştan haftalık alışverişte illaki bir şeyler söğüşlüyordu- tırtıkladığı parayla lüks bir araba alabilmişti. Kuruşlarla, zamlarla ve daha bir sürü dalavere ile gardiyanlar arasında bile itibar sahibiydi kendisi. Bizse yüzüne tükürsek âmin derdi. Kendisine güvenmediğimiz için faturayı ve kantin fiyatlarını karşılaştırırdık. Bu da bir dilekçe ile yapılır ki zaten siyasi olduğun için her zaman haksız çıkarsın. Yani işler benim anlattığımdan daha adi bir şekilde yürütülüyor.
Bir tutukluya tahakküm kurduğunuzda her şeyini elinden alabileceğinizi düşünüyorsunuz. Çünkü devlet böyle konumlandırıyor insanı ve toplumu da bu şekilde yanına alıyor. Zaten cezaevine giren devletin karşısındadır, ama toplumun da karşıda olduğunu bilir. Bir insana suçlu demek çok kolay.
“Ezilenin memleketi vardır”
Romanın bir yerinde, ringte tanıştığı Cemal’le sohbet ederken, ‘Halkımız ne yapıyor?’ diye sorunca, ‘Direniyor’ diyor. Üzerine de, ‘Direnmek bizim mesleğimiz oldu’ diye devam ediyorlar.
Ezilenin memleketi vardır. Bugün Ortadoğu’da adı direnmekle öne çıkan iki halk var: Filistinliler ve Kürtler. Dünya sahnesinde mazlum ve devletler nezdinde bir sürü değişen etiketlerle görülüyorlar. Cemal, halkı için silahı almış, bu yüzden 21 yıldır cezaevinde olan bir karakter ve hasta bir tutsak. Babasından savaşı duydu, kendisi savaşa girdi.
Herhalde yarım asırdır kimse bu iki halk kadar direnişi evlatlarına tembihlemedi. Hâlâ da miras bırakılıyor. Kürtler zulmü sayar, direnmeyi salık verir. Filistinli olsaydım yine böyle bir roman, böyle bir diyalog kurardım. Filistinliler de bunları yazıyor.
Diğer taraftan da yeryüzünde ezilenler namına, romanın bir yerinde karakterimin aldığı Nobel ödülü için yaptığı konuşmada ezilenlerin bir tiradı, ezene bir başkaldırısı var, hatta bu yüzden ödülü reddediyor.
Ring seferinde, gelen, giden, yoldaş olan insanların hikayelerine şahit oluyoruz. Neredeyse memleketimden insan manzaraları seremonisi olmuş. Her insan bir öyküyü sırtlamış. Bir şekilde, insan yolculukta kendini tanırdan başkasından kendini tartar/bilire geçiş var sanki.
Farklı karakterler olmasını istedim. Göze çarpan suçları işleyenlerden... Kimseyi aklama ya da yadırgama derdim olmadan anlatmak istedim. Devrimcileri de delileri de aynı ringin içinde gezdirmek istedim. Evet, her karakterime bir hayat ve ölüm ve bir hikâye verdim. Ana karakterim Zahmet bir gözlemci değil orada, bir yolcu. Onun yolda tanıştığı Sağır ya da Özcan’dan bir farkı yok. Zahmet öğreniyor, öğretiyor da. İnsanın yolda giden bir araçta tutsak olması herkesi aynı seviyeye getiriyor. Yol ise benim çokça kafayı taktığım bir durum. Çünkü yolun değiştiğini de değiştirdiğini görüyoruz. Bu roman da bir yolculuk ama bilinenin dışında bir yolculuğa çıktım. Yolu severiz, yoldan çıkanı da.
“Cezaevlerindeki intiharlar birer cinayettir”
Memleketin cezaevlerinin içler acısı durumunu betimlemişsiniz. Hem komuta kademesi ve hizmetliler, gardiyanlar hem de temizlik ve hijyen şartlarını anlatmışsınız. Gerçekten durum bu kadar kötü mü?
Şu an durum benim romanda anlattığımdan da beter bir durumda. Haberlerden takip ediyorum, Yeni Yaşam gazetesinde Hüseyin Aykol’un her hafta hazırladığı tutsakların gönderdiklerinden oluşan bir köşesi var, ‘İçeriden’ adıyla. Her hafta okuyorum o köşeyi. Bırakın şartların kötüleşmesini, insanlar cezası bitmesine rağmen bırakılmıyorlar. Hasta tutsakları, ölümün bir adım öncesindeki insanları yatağa kelepçeliyorlar.
ViskiRing’in bir yerinde bir cezaevi müdürü şunu diyor; “Hiç beslemeye gerek yok, bir besmele yeter.” Bugün cezaevlerinde işlenen suçların bir takibi yapılamıyor. Her şeye gizlilik kararı geliyor.
Toplum artık cezaevlerinde yaşanan intiharların birer cinayet olduğunu biliyor. Bugün dört duvar arasında zalimlik yapanlar, dilerim yarın öbür gün insanlık suçundan yargılanır.
“Fakirsen, içeride on katı daha fakirsin”
Romanda korku/ gerilim türü bir ara tavan yaptı. Bütün cezaevleri mi böyle yoksa sahipsiz olduğunu anladıkları birine mi yükleniyorlar?
Bahsettiğiniz duygu durumu sanırım son bölümden. Bile isteye, mizaha ara vererek can sıkmak istedim. Sanırım mahpus olmanın zorluğunu en çok orada anlatmaya çalıştım.
Ben sekiz cezaevi gördüm. Harfleri birbirinden farklı, H-F-T-M-K, ama nerede içeri girseniz de en önce nedenine bakarlar. En önce siyasilere özel bir bakış, bir program belirlerler. Diğer suçlarda durum daha vahim. Şu anlamda vahim, siyasilerin içeri girme sebebini sorgulamayan bir halk kesimi var, onların yok. İçeriye suçlu olarak giriyorlar ve onlara suçlu gözüyle bakıyorlar. Onlar da kendilerini öyle görüyor sonra. Devletin onlara bakışı çok farklı.
Ama şu var; fakirsen, içeride on katı daha çok fakirsin. Genel anlamda ve değişen faşizmin etkisiyle, devlet artık fakir suçluların nasıl öleceklerini umursuyor. Bu yüzden sessiz ölümler istiyor. Bugün cezaevleri birer fabrika olmuş, ha fabrika ha cezaevi, devlet ve devlet ötesi bir fark yok. Faşizm çok ekonomik bir basamak, akıl almaz bir getiri. Hapishaneler zenginler için bir suç mahalli olduğu gibi bir yeniden üretim merkezi. Gerilim ve itiraz orada başlıyor, sahiplenmek gerekiyor. Faşizm küçük yerlerden başlayıp her yere sirayet ediyor, bu isyancılar iflas ve isyan ikilemidir. Var olsun itiraz edenler. (HB/AS)