Yine bir mart ayındayız ve yine geniş alama yayılmış toplumsal bir itirazın üzerine konuşuyoruz. Kolektif bir eylem ve onun artçı yanlarını 19 Mart’tan bu yana hem toplum hem de devlet ve iktidarın pencerelerinden deneyimliyoruz.
Biraz geriye gitmekte fayda var.
Mart 2006 Diyarbakır eylemlerini hatırlamak için en uygun zamanlar.
Ne olmuştu?
Hikâye 24 Mart 2006’da Muş ili Şenyayla kırsalında yaşamını yitiren 14 PKK üyesinden dördünün cenazesinin, Malatya’dan Diyarbakır’a getirilmesi ve cenazeler sırasında mezarlık üzerinde F-16’ların uçması ile başlamıştı. Mezarlık dönüşü yaşanan polis saldırısı ve sonrasında başlayan protestolar bir haftaya yayılmıştı.
Bu bir haftada 5’i çocuk 13 kişi yaşamını yitirdi. 563 kişi gözaltına alındı; bunların 200’ü çocuktu. 382 kişi tutuklandı, tutuklananlardan 91’i çocuktu. Çocuk ölümlerinden yalnızca Enes Ata (8) ve Mahsum Mızrak’ın (17) ölümüne dair dava açılabildi.
Bu dönemde ifade edilen “Kadın da olsa çocuk da olsa gereği yapılacaktır” sözü, tüm olan bitenleri etkileyen en temel çıkış olmuştu.
2006 Mart’ında yaşann bu olayların çok önemli bir kırılma anı olduğunu düşünüyorum. Bu kırılma anı kendini her gün dayatan, adeta ülkenin kaderini tayin eden bir eşiğe varan tektonik hareketlerin ilk büyük dalgasıdır. O günün devlet ağzı, sözü, verilen kararları, bu ülkeyi bugüne getiren gelişmelerin en önemli aşamasıydı.
Bu olaylardan aklımda kalan en önemli an/görüntü; yüzü kapalı bir gence uzatılan mikrofona “Burada insanlara karşı ateşli silahlar kullanılıyor. Bunlar savaşta bile kullanılmıyor. Canlı canlı mermiler kullanılıyor. 70 yaşındaki yaşlıyı kafa üstü yere atıyorlar, adam beyin kanamasından dün öldü. Bu halk öfkelidir, çünkü bu halka haksızlık yapılıyor...” demesidir.
“Bu halka haksızlık yapılıyor…” cümlesi, basit ama tüm her şeyin, dünün de bugünün de kaynağıdır.
Bu cümle sarsıcıdır, rehberdir…
Bu cümleye yeniden geleceğim.
***
19 Mart 2025’e gelirsek, İstanbul’da başlayan tutuklama dalgası ve devamında gelen hareketliliğin etkileri iki haftayı tamamlamak üzere.
Türkiye’nin farklı yerlerinde, en başta üniversite öğrencileri olmak üzere, sokağa çıktı. Protestolarda bulundu. Protestoların çıkış nedeni İBB’ye kayyım amacı taşıyan süreç ve Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması olsa da konu bugün daha esasa oturan bir yerdedir.
Şüphesiz konu belediye başkanın tutuklanması, diploma, göz göre göre bir rakibi saf dışı etme ve daha birçok meseledir. Ama bir o kadar da değildir.
Nasıl ki Diyarbakır’da protestoların başlama nedeni cenazelerin gelmesi değil de on yılların birikmiş haksız ve hukuksuzluğu idiyse; bugün de ‘eşiği geçmeye’ neden olan bir son bir pirinç tanesi misali, bir rakibi elemek için kendini haklı bile göstermeye gerek duyulmayan nobranlık hâlidir. İfade özgürlüğü, medya sansürü ve totaliterleşme gibi konular da sürecin tuzu biberi olarak sürüyor.
Konunun esası ve asıl nedeni ise “Bu halka haksızlık yapılıyor” olmasıdır.
Eğitimde haksızlık yapılıyor, alın terinde haksızlık yapılıyor, saygıda haksızlık yapılıyor, tarımda haksızlık yapılıyor, insan olmada haksızlık yapılıyor, siyasette haksızlık yapılıyor, sosyal yaşamda haksızlık yapılıyor, irade seçiminde haksızlık yapılıyor, medyada haksızlık yapılıyor, hukukta haksızlık yapılıyor…
Yapılıyor da yapılıyor. Bunları yapan da bir avuç insan ve onların kararları.
Şimdiden yüzlerce tutuklama ve bu tutuklamaları takip eden işkence görüntüleri mevcut.
Uzun bir aradan sonra yeniden itirazların yükseliyor olması tüm bu yapılanların toplamına itirazdır. Mesele, özü itibariyle 2006’da gencin dedikleri kadar yalındır.
***
Biri 2006 diğeri 2025 martında yaşanan bu itirazların bize anlattığı başka şeyler de olmalı.
Çünkü bu iki süreçte de yöntemler hemen hemen aynı. Protestoları duymayan, onları itibarsızlaştıran, sesleri bastıran, yargıyı devlet lehine kullanan, sokakta açık şiddet uygulayan, şiddeti görsel bir haz ve korku enstrümanına dönüştüren, tutuklayan bir durum söz konusu.
Bugün olan bitenleri ve ülke olarak bir “bölge” değil de her yere sıçrayan şiddet dalgasını anlamlandırmayı 2006’da yapsaydık elbette bunlar yaşanmazdı. Burada kalkıp Kürtlere yapılanları doğru okusaydınız başınıza gelmezse demeye gerek yok, o bir hakikattir ve öyle kamaya devam ediyor. Bunu tartışma zamanı değil, ama Kürtlerin hatırlatma hakkı da olmalı. Çünkü mücadele, hak kazanımı öğrenilen bir şeydir. Bu öğrenmenin bam telinde “hatırlamak” vardır. Erdoğan’ın da dediği üzere “Diyarbakır huzurluysa Türkiye huzurludur”.
Bu yeniden doğrulandı. Dün Diyarbakır kriz yaşıyorsa bugün İstanbul da yaşar.
***
Bir devlet yaklaşık 20 yıllık bir süre zarfında protestolara sistematik olarak aynı baskıcı yöntemlerle karşılık veriyorsa bu durumun bize anlattığı konular bağlamında ilk olarak şunu net ifade etmek gerekiyor: Bu konuda Türkiye’deki siyaset tamamen sınıfta kalmıştır.
Geçen sürede siyasi çoğulculuğun sınırlandırıldığı, muhalefetin sistematik olarak bastırıldığı ve halkın siyasal karar süreçlerine katılımının kısıtlandığı dönemler silsilesi görüyoruz. Bunlar üst üste binen katmanlar şeklinde örüldü.
Şunu da demek mümkün:
Eğer 2006'daki olaylarla 2025'tekiler arasında yöntemsel benzerlik varsa, burada bir rejim tipi sürekliliği görmek gerekiyor.
Eğer bir devlet, 2006 ile 2025 arasında değişen siyasi, ekonomik ve küresel koşullara rağmen protestoculara karşı aynı türden repressif yöntemler kullanıyorsa, bu durum repressif devlet modelini daima yanı başında tuttuğunu gösterir. Demek ki rejim bugün bu hale gelmedi. Bu sürekliliğin bir sonucu olarak buraya vardı. Yöntemler tekrar tekrar kullanılıyorsa, bu şiddetin bir kurumsallaşma belirtisidir ve bu iktidarın meşrutiyet krizini anlamak istiyorsak doğru yerlerden ele alarak bakmamız gerekiyor.
2006 neden önemliydi? Çünkü bu iktidarın bugün vardığı gücün ve somut dönüşümün ilk test alanı idi. Çocuk da olsa kadın da olsa gereken yapılacaktır sözünün halen akıllarda olmasının bir nedeni budur. Bu iktidarın ‘güvenlik’, ‘düşman’, ‘beka’ ve diğer her şeyi en çıplak şekilde laboratuvara alarak efektif kıldığı dönem tam da bu dönemdir.
O gün yargıyı devlet lehine kullanarak protestoculara yönelik suçlamaları meşrulaştırma, protestoları duymayan veya onları itibarsızlaştıran bir medya ortamı, açık şiddet ve baskı uygulayarak korku atmosferi oluşturma, itiraz edenleri hapse atarak toplumsal hareketleri öncüsüz bırakma gayreti olduğu gibi bugün de yaşanıyor.
Yani Levitsky ve Ziblatt’ın “Demokrasiler Nasıl Ölür?” kitabını okumaya gerek yok.
Habermas “meşru bir devlet halkla sürekli diyalog kurar” der. Bugün halktan kaçan, kaçtığı yetmezmiş gibi onu yaralayan, lanetleyen bir temsiliyetin varacağı bir yer yok. Kendi krizinde debelenmeye devam edecek, bunu şiddet ile aşmaya çalışacaktır fakat tarih böyle ilerleyen bir şey değil. Edgar Morin, tarihten aldığı derslerden birinin “Kendini gözlemlemeden, geçerli bir gözlem olmaz” olduğunu ifade eder.
Saraçhane’den başlayan (protestolarda Kürt düşmanlığı kısmının köpürtülmesi kısmını bir kenarda tutarak) meselenin ekonomik, sosyal ve siyasi krizlerin bir sonucu olduğunu görünür kılmak gerekiyor. Devletin bunu itibarsızlaştırma örtme çabalarına karşı durmak insani ve vicdani sorumluluk. Toplumsal Hareketleri çalışan C.Tilly'nin belirttiği gibi, devletin protestolara karşı şiddet kullanması, uzun vadede meşruiyetini zayıflatmaktan başka bir işlev görmez.