Maya Derneği ve Kültürhane ortak çalışması Göç(men) Hikayeleri için Burçak Görel Mersinli yeni komşularla buluşuyor, Arapçadan Türkçeye çeviri Hale Younso'dan. bianet ve Kültürhane olarak da bu hikayeleri eş zamanlı yayımlayacağız. İlk hikâyemiz Ahmad Hajtaha'dan...
Kültürhane bu hafta, Maya Derneği'nin 'Göç(men) Hikayeleri' serisinin ilkine ev sahipliği yaptı. Etkinlikte Mersin'de uzun yıllardır birlikte yaşadığımız göçmenlerden yalnızca biri olan Ahmad Hajtaha, Suriye'den Mersin'e uzanan hikayesini ve yaşadıklarını paylaştı. 'Hemşehrilerimizi ağırlamak, tanımak ve hikayelerini dinlemek' fikriyle ortaya çıkan bu etkinlikte Hajhata, hikayesi ile dinleyenlerin savaş, savaş içinde kalmak, yerinden edilmek, göç ve daha birçok kavramı yeniden sorgulamasını sağladı.
Suriye'de, Halep'in kuzeybatı tarafında kalan, Türkiye sınırına yalnızca 20 km uzaklıkta Keferkermin köyünde başlıyor Ahmad'ın hikayesi... Keferkermin'i Roma zamanına uzanan köklü tarihiyle, ünlü şarap fabrikalarıyla ve tarihi kral mezarlarıyla hatırlıyor Ahmad. Tabii sonrasında şarap fabrikalarının üzerinde gezinen bomba seslerini ve Romalıların ölülerini saklamak için açtığı kral mezarlarının zamanla nasıl ölümden kaçmak isteyenlerin sığınaklarına dönüştüğünü de ekleyerek...
Büyük bir göç, binlerce anı, çokça acı ve umut sığdırdığı hayatında; doğup büyüdüğü köyde kırılıp unutulduğunu sandığı mozaiği hiç beklemediği anda bir 'Umut Adası'nda' buluşunun öyküsünü anlatıyor Ahmad. Bir de sahip olduğunda ondan başkasına ihtiyaç duymadığı bir dili: sevgi dilini.
Hikayeler, yaşayanına mahsus, en çok da yaşayanının ana diliyle güzeldir. Ahmad'ın hikayesinin onun dilinden dinleyelim:
"Güller ve zeytin dallarıyla çıkmıştık sokaklara"
"Arapça'da kefer, "çiftlik", kernim "özüm" demektir. Köyüm Keferkernim'de tarımla uğraşır, üzüm ve buğday yetiştirirdik. Üniversite için Halep'e gidene kadar o güzel köyde yaşadım. Halep Üniversitesinde Arap Dili ve Edebiyatı okudum. Sınavlarım yoksa mutlaka köyümde olurdum. O zamanlar farklı dinlerden, milletlerden ve düşünceden insanlardık. Çok farklıydık, ama bu farklılığı önemsemiyorduk. Adeta bir mozaik gibiydik. Ama bir gün köyümüzün üzerinde bir silah patladı ve o mozaik kırıldı.
Tarih 15 Mart 2011'di. Arkadaşlarımla Umre'ye gitmek üzere Halep'ten Mekke'ye doğru giden bir otobüsteydik. Yaklaşık 5 dakika sonra şoför radyonun sesini açtı. Radyodaki haberde insanların rejime karşı sokaklara çıktığı söyleniyordu. İlk başta güller ve zeytin dallarıyla çıkmıştık sokaklara. Milyonlarca insandık. Rejim tehlikeyi duyduğu anda orduyu sokaklara dökmüştü.
"Bizim başımıza gelmez sanıyorduk"
Bu kadarını beklemiyorduk. Beklediğimiz şey insanların korkması ve susmasıydı. Arap Baharı'nı görmüştük evet, ama Suriye'de olmaz, bizim başımıza gelmez sanıyorduk. Umre'den geldikten sonra Suriye'deki durumlar yavaş yavaş kötüleşmeye başlamıştı. Önce insanlar silahsızken sonrasında silahlanmak zorunda kaldı. 2011'in Eylül ayına doğru insanlar korkmaya başladı ve iç göç başladı. 2011 yılından ülkemi terk etmek zorunda kaldığım ana kadar evimiz bir gün boş kalmadı. Tanıdığımız tanımadığımız insanların evine girdik ve evimizi herkese açtık. Suriye artık çok tehlikeli bir yola girmişti. İnsanlar ya tutuklanacağını ya da öleceğini düşünüyorlardı. Pek çok kişi o anda Suriye'yi terk etmeyi düşünmeye başladı ve sınır ülkelere büyük bir göç başladı. Herkes sıranın kendisine geleceği anı bekliyordu.
"Sıra bana geldiğinde dualar okuyarak köyümü terk ettim"
Köyümüzün konumundan dolayı insanları Türkiye'ye göç ederken görüyorduk. Binlerce insan... Kimisi Türkiye'ye girebildi kimisi ise sınırda kaldı. Ailem savaşa ve şiddete karşı olduğumu bildikleri için benim kadınları ve çocukları alıp Türkiye'ye götürmemi istediler. Ben ülkemi terk etmeye çok karşıydım. Ama yapacak bir şeyim yoktu. Sıra bana geldiğinde içimden dualar okuyarak köyümü terk ettim.
22 Mayıs 2012 tarihinde gece saat 12'ye doğru gelirken bize bir haber ulaştı. Rejim köye baskın yapacaktı ve köyün tüm erkekleri öldürülecekti. O anda köyümüzün nüfusu 12 bin civarındaydı. Bir saat içerisinde nüfus sıfıra inmişti. O zaman gördüğüm şeyleri asla unutamayacağım. İnsanlar çıplak ayaklarla bilmedikleri bir yere doğru koşuyorlardı. Hayatımda ilk defa böyle bir korku duydum. İnsanlardan duyardım ölümü, ama o anda hissettiklerim çok farklıydı. Bombalar beni veya ailemi öldürebilirdi. O anda Türkiye'ye göç etme kararı aldım. Oysa Türkiye'den de hep korkardım.
"Geride bıraktığım insanlar... Onlara ne olmuştu?"
O akşam dışarıdan yağmura benzer sesler geliyordu. Bomba sesleri. Bombalar köyün üzerine yağmur gibi iniyordu. Henüz ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyorduk. Köyden Türkiye sınırına 20 dakika sürecek bir yolumuz vardı. Ama maalesef yolumuz 6 saat sürdü. Direkt Reyhanlı'ya gitmektense çok dolaştık. Yoldayken hep geride bıraktığım insanları aramaya başladım. Onlara ne olmuştu?
Telefonla kuzenime ulaştığımda savaşın ilk şokunu yaşadım. Dört kuzenim ölmüştü. Parçalarını yerlerden toplayıp bir poşetin içine koymuşlar. Ben ne yapacağımı bilemedim... 26 Mayıs 2012 tarihinde sabah saatlerine doğru Türkiye sınırına vardık. Sınırdan geçerken içinde ne olduğunu bilmediğimiz Türkçe belgeler imzaladık. Sonra öğrendik ki yazdığına göre iki yolumuz vardı: Urfa'daki mülteci kampına gitmek ya da Suriye'ye geri dönmek. Urfa'ya gitme kararı aldık. O gece Reyhanlı'da kaldık. Sabah uyandığımda tanımadığım birinin telefon konuşmasına şahit oldum. Savaşın ikinci şokunu tesadüfen öğrenmiştim. Suriye'de kalan eniştemi kaybetmiştik. Üçüncü şok yaklaşık 30 saniye sonra geldi: bir kuzenim Antakya'da bir hastanede ölmek üzereydi. İki seçeneğim vardı. Ya ailemle birlikte Urfa'ya gitmek ve kuzenimi ölüme bırakmak, ya da kuzenimi kurtarmaya gitmek. Ailemi henüz bir saat önce tanıştığım birine emanet edip Antakya'ya doğru yola çıktım.
"Çadırda kalmak, en az savaşta kalmak kadar zordu"
Kuzenim yaklaşık bir hafta sonra iyileşti. Onu da alıp Urfa'ya ailemin yanına gittim. Kampta sadece 15 gün kalabildik. Çok sıcaktı. Çadırda kalmak, en az savaşta kalmak kadar zordu. Bu şartlarda yaşamaya daha fazla dayanamadık.
Bir arkadaşımdan İslâhiye'deki mülteci kampının daha iyi olduğunu duyduk. Arkadaşımın söylediğine göre orada çiçekler ve ağaçlar vardı. Bizim kaldığımız yerde yoktu. Yine zahmetli bir yolculuk sonrasında İslâhiye'deki mülteci kampına vardık. Bir süre de burada kaldıktan sonra 2012 yılının Temmuz ayında şehre yerleştim. O kamptan çıkıp şehre yerleşen ilk mülteci bendim ve İslâhiye'de yaklaşık 1 yıl kaldım. O sırada mülteciler şehre yerleşmeye başlamıştı. Orada birkaç arkadaşımızla bir okul açtık. Sonrasında ekonomik koşullar nedeniyle okul battı. E sonra biz de battık. Ekonomik sebepler hayatı zorlaştırmaya başladı. Ve ben sonra Mersin'de iş imkanının daha fazla olduğunu duydum.
"Maya ve Kültürhane ile ruhum aradığı şeye kavuşmuştu"
Yeni bir iş umuduyla geldiğim Mersin'de 2016-2017 yılları arası Arapça öğretmenliği yaptım. 2017'de ise öğretmenliği bırakıp Yuva Derneği'nde çalışmaya başladım. Hayatımın en mutlu zamanlarıydı. Ve sonrasında Kültürhane ile tanıştım. Şu an bizi bir araya getiren şahane yer. Maya ve Kültürhane ile ruhum 7 yıl boyunca aradığı şeye kavuşmuştu.
"Suriye'de yıllar önce kırılan mozaiği buldum"
Maya ve Kültürhane, farklı din, dil, millet ve düşüncelere sahip insanların aynı masada oturabildiği yerlerdi. Suriye'de yıllar önce kırılan mozaiği burada buldum. Buradaki iletişim dili benim için çok kıymetliydi. Normal iletişim dillerinin dışında, bir sevgi dili vardı burada. Bu dil sayesinde kusurlu Türkçe ile konuştuğumda bile beni anlayabiliyorlar. Ben de onları anlayabiliyorum. O güzel iletişim dilinin herkese yayılmasını isterim. Dilerim ki günün birinde herkes bu dili konuşabilsin."
Birlikte gülümsemeyi yeniden öğrenmek...
Böyle bir dilekle bitirdi Ahmad hikayesini. Hayatın tüm zorlukları ve gereklilikleri karşısında en çok bu dile, bu gibi paylaşım mekanlarına, hoşgörüye ve birlikteliğe ihtiyacımız olduğunun altını çizdi sıkı sıkı. "Bakmayın böyle hüzünlü şeyleri gülerek anlattığıma, şaşırmayın bana. Her defasında üzüleceksem bu benim için hiç kolay olmayacak. O yüzden gülümsemeyi seçiyorum" dedi, arkasında bıraktığı bu büyük hiyakenin ardından, birlikte gülümsemeyi yeniden öğrendiği insanların gözlerinin içine bakarak. Volkan'ın, Bediz'in...
Ahmad Hajtaha'nın hikayesi, söyleşiye katılanları belki de Mersin'de artık onlarla birlikte yaşayan, aynı havayı soluyan aynı derdi paylaşan göçmen hemşehrilerine bir adım daha yaklaştırmış oldu. Hayatın hikayeleri ortaklaştırdığı, zamandan ve uzamdan bağımsız duygularla insanları sessizce sararak, dayanışmacı, müşterek bir yaşamın tesisine katkı sağlamak için neler yapabiliriz sorularını tekrar kendimize sorarak ayrıldık Kültürhane'den. Bir sonraki Göç(men) hikayesinde yeniden buluşmak üzere... (BG/AÖ)