Araksi Silahlı, Panos Çapar, Sarkis Hagop, Manaşag Arakel Kendirciyan, Maritza Ohannesya, Zaber Mardiyan…..
Onlar, 1939’da Antakya Samandağ ilçesindeki Musa Dağı köyünden ayrılmak zorunda kalan Ermeniler… Şimdilerde kimi Fansa’da kimi Lübnan’da kimileri de dünyanın farklı farlı ülkelerinde.
Gazeteci-Yazar Serdar Korucu, Shakespeare’in de dediği gibi “Artık konuşma zamanı geldi; çekilen acılar unutuluyor çünkü” diyerek yola çıktı. 1939’da Ermenilerin Musa Dağ’dan ayrılmalarına, yani halk ağzındaki deyişle “ahalinin gidişi”ne tanık olan Musa Dağlılarla Türkiye, Ermenistan, Lübnan ve Fransa’da görüştü, röportajlar yaptı.
Korucu'nun Aras Yayınları’ndan “Ahalinin Gidişi” ismiyle okurla buluşturulan kitabını, sadece bir sözlü tarih çalışması olarak anlatmak en başta soykırımın varlığını azımsamak olur.
Kitap, her bir tanıklığı ile birlikte yaşamanın güzelliğini tatmanızı sağlarken, birbirimize yaptığımız, yapabileceğimiz kötülüklerin de bir kanıtı niteliğinde.
Kitabı bitirdiğinizde, “bir daha olmasın” dediğiniz gibi olan bitenle de bir kez daha bireysel olarak yüzleşiyorsunuz. Kitaptan geriye kalan ise bireysel değil yüzleşme ve hakikati kabullenme iradesinin toplumsallaşması oluyor.
Kitabı, “Zaruhi Gabagyan’ın da dediği 'uyumadan önce her gece Musa Dağ’ın gözlerinin önünden geçtiği' 23 aile büyüğünün kitabı…” diye özetleyen Korucu ile söyleştik.
“Kalanların işi daha da zor”
Ahalinin Gidişi’nden önce sizden Musa Dağ’ın hikâyesini dinleyelim…
Musa Dağ, Ermeni Soykırımı sürecinde yaşanan, en çok bilinen direnişe ev sahipliği yaptı. Türkiye’de resmi tarihin de kabul ettiği, tartışmasız bir gerçek var; yaşananların tek nedeni İstanbul yönetiminin “Ermenileri sevk” kararı ve Musa Dağlıların büyük çoğunluğunun bunu kabul etmemesi.
Bu reddedişin altındaki nedenlerden biri, Zeytun’da yaşananlara şahit olmuş bir din insanının Dikran Andreasyan’ın şans eseri dağa dönmüş, dönebilmiş olması.
Musa Dağ’da karara uyan olmuyor mu?
Oluyor. Tehcir kararına karşı gelmeyerek yetkililerin talimatlarına uyanlar oluyor. Büyük bölümü bir daha dönemeyecek. Soykırım sürecinde ölenler arasına katılacaklar. Kalanların da işi zor. Çünkü dağdaki Ermeni nüfusun karşısında, Osmanlı’nın, yani gücü ne kadar zayıflamış da olsa, aynı anda pek çok cephede savaşabilen bir ordunun bölgedeki güçleri var. Direniş sürecinde takviye de geliyor. Bu direnişin kurtuluşla bitmesi de şans eseri.
Neden?
Çünkü dağdakiler umutsuzluğa kapılıyorlar. Çevreleri Osmanlı güçleri ile çevrilmiş. Denize doğru uzanan bir uçurum var önlerinde. Ermenistan’da konuşma şansını yakaladığım, dağdaki direnişin ünlü kadın direnişçilerinden Varter Zeitliyan’ın torunu Ankin Zeitliyan da bunu anlatıyor kitapta.
Direnişin sona ereceğini düşünenlerin kendini suya atmayı düşündüklerini, “Suya düşelim ama bunların eline düşmeyelim” dediklerini aktarmıştı. Bunun benzeri Osmanlı tarihinde daha önce yaşanmıştı.
16 Aralık 1803’te Osmanlı güçleri tarafından bugün Yunanistan’ın Epir bölgesindeki Zalongo Dağı’nda sıkıştırılan Suli köylüleri teslim olmaktansa kendilerini uçurumdan aşağı atlamıştı. Fakat Musa Dağ’dakilerin sonu farklı oldu, İtilaf güçlerine ait gemilerle kurtarıldılar.
23 insan 23 anlatı
Peki, şunu merak ettim, bu kitabı yazma fikriniz nasıl oluştu?
Kitabın başına da koyduğum William Shakespeare’in sözünü çok severim: “Artık konuşma zamanı geldi; çekilen acılar unutuluyor çünkü.” Gerçekten de acılar konuşulmayınca unutuluyor. Kayda geçmeyince bir sonraki kuşakta silikleşiyor, daha sonra da kayboluyor git gide. Mesela Ermenistan’da görüştüğüm Kevork Vrtanesyan, “Size anlattığım kadar konuşmadım onlarla. Sormadılar ki hiç! Sormuyorlar” diyordu çocukları, torunları için.
Belki gazeteciliğin en güzel yanlarından biri bu. Kayıt düşmek. Bu kitap da bir kayıt düşme zincirinin parçası. 2013 yılında “Suriye Yerle Bir Olduktan Sonra” kitabımda mülteci anlatılarını toplamış, üç yıl sonrasındaki “Misafir” kitabı ile bu seriye devam etmiştim.
Bu anlatılardaki mültecilerin çoğu Araplar ve Kürtlerden oluşuyordu. Türkiye sınırına yakın olan Ermenilerse hayatlarını kurtarmak, bombalardan kaçmak için bile soykırım anlatılarının olduğu bu topraklara dönmemişlerdi. Onlara ulaşmak, Halepsizler kitabındaki söyleşileri toplamak için Ermenistan ve Artsakh/Dağlık Karabağ’a gitmem gerekti.
Sadece bir röportajımı Antakya’da almıştım. Konuştuğum Ermeni kadının kayınvalidesi Arap Ortodoks’tu ve 1939’da bölgeden ayrılan, daha doğrusu kaçmak zorunda kalanlardandı. Geri dönmek zorunda kalmak da onun için gelininin seçtiği ifadeyle “apayrı bir his”ti. Bu his, İskenderun Sancağı üstüne çalışmaya başlama nedenlerimden biri oldu.
Kaç kişi ile görüştünüz?
Görüşme süreci uzun sürdü. Bu noktada çok fazla kişiye teşekkür etmem gerekiyor. Musa Dağ’da Misak Hergel, İstanbul’da Meline Temelci, Ancar’da Barkev Samuelian, Ermenistan’da Sofia Agopian’a ve Fransa’da Vahram Mardiryan ve Sevag Mardiryan olmasa bu kitap bu haliyle çıkmazdı, çıkamazdı.
Onların ve onlara ulaşmama yardımcı olanlar sayesinde Ahalinin Gidişi ortaya çıktı. Çünkü aile büyüklerine ulaşmak zor bir iş. Röportajları, özellikle de yurtdışında olanları çok kısıtlı zamanda yaptım, yapabildim. Üstelik o aile büyüklerini bir daha görebilir miyim, bilmiyorum bile.
O nedenle projeye ikna olmaları, güven duymaları gerekiyordu. Bunu sağladılar ve kendilerine bu kitabı borçluyum. Zaten Ahalinin Gidişi aslında Musa Dağlıların kitabı. 1939’dan önce doğan, sonrasında kalan ya da giden ama her zaman Musa Dağlı kalanların kitabı, Ermenistan’da konuştuğum Zaruhi Gabagyan’ın da dediği gibi “uyumadan önce her gece Musa Dağ’ın gözlerinin önünden geçtiği” 23 aile büyüğünün kitabı…
Yeni hayatlar kurmak zorunda kalanlar
Ne kadar zaman çalıştınız?
İlk röportaj Ağustos 2018’de Musa Dağ’da, sonuncuysa 2019 yılının Nisan ayında Fransa’da. Araya Sancak Düştü kitabının düzeltileri girdi. Çünkü ilk planım, 1939’da Türkiye’ye “katılmış” olan bölgenin yıldönümüne, bu kitabı yetiştirmekti. Sonra araya salgın süreci girdi. Böylece uzun bir aradan sonra iki kitabı bir arada çıkarttık. Bunun için de herkese teşekkür borçluyum.
Başta kapılarını açan Musa Dağlı ailelere, başından beri iki kitaba da desteğini esirgemeyen Aras Yayıncılık’a ve yine iki kitabın da editörü, tüm bu süreçte bana en büyük desteği veren Emre Can Dağlıoğlu’na…
Akılları, kalpleri hep Musa Dağ'da kalarak...
Size ne anlattılar? Anlatımlarına özlem mi hakim, bekleyiş mi?
Herkesin anlatısı farklı elbette ama benzeşen yanları da elbette var. Öncelikle tüm aileler için kırılma 1939. Ya gitmek zorunda kalmışlar, anavatanlarını geride bırakmışlar ya da akrabaları, komşuları, tanıdıkları gitmiş, yalnızlaşmışlar. Yani giden için de kalan için de çok ağır bir tablo var. Musa Dağ’da konuştuğum Boğos Gökçe’nin de dediği gibi aslında gidenler geri döneceklerini düşünerek gidiyor. Fakat öyle olmuyor.
Yepyeni bir hayat kuruyorlar, kurmak zorunda kalıyorlar. Akılları, kalpleri hep Musa Dağ’da kalarak… Ancar’dan Ermenistan’a gitmek için yola çıkanlar ayrıca bir zorluk yaşıyor. Çünkü orada tam bir düzen kuracakken yine yeniden her şey sil baştan. Üstelik bazılarının hakkında Taşnak oldukları kuşkusuyla açılan soruşturmalar, sürgünler oluyor, olabiliyor.
Geçmişten gelen acılarla kendilerine yaşatılanlarla nasıl başa çıkıyorlar?
Zor bir geçmiş var aile anlatılarında. Biz tarihin bu sayfasını, 1939’u ağırlıklı olarak, “Fransızların yardımıyla Lübnan’a giden Ermeniler” gibi okusak da bu yüzeysel bir anlatı. Fransızların yardımı doğru ama gittikleri yer çöl.
Ancar’ın Beyrut’a yakınlığı Şam’a yakınlığı kadar. Yani Lübnan’ın doğu sınırında. Bomboş bir araziye yerleştiriliyorlar. Çadırlar içinde kalıyorlar uzun zaman. Yolculuk sırasında da hastalıklar baş gösteriyor, günde 15-20 kişinin öldüğü dönemler oluyor. Ancar’a yerleştikleri dönemde de zorluklar devam ediyor. Neden gittiler denirse, bunun da en öne çıkan nedeni, sadece 25 yıl önce soykırım yaşamış olmaları.
Aralarında bu topraklara ziyaret amaçlı veya başka nedenlerle gelenler var mı?
Var. Sonuç hayalkırıklığı elbette. Köydeki evlerinin yok edildiğini görenler var. Taşları başka binalar inşa edilmek için satılmış. Aile mezarlarının yok olduğunu görenler var.
Kiliselerinin inşaatının yarım kalışına hüzünlenenler, mülklerin nasıl da el değiştirdiğini, çocukluklarını geçirdikleri yerlerin nasıl değiştiğini görenler… Zor tabii. Musa Dağ’da yaşamak uğruna direnen insanların çocukları, torunları bu insanlar. Gidiyorlar ve dönemiyorlar. Ziyaret için geldiklerindeyse bu değişime tanık oluyorlar. Ağır bir yük…
Unutulmuşluk ve unutturulmuşluk
Onların hissiyatını en yakından bilen dinleyen birisiniz, anlattıkları sizde ne izlenim bıraktı?
Musa Dağ’ın bende bıraktığı izlenim unutulmuşluk ve unutturulmuşluk. Bugün bölge sadece turizmle anılıyor. “Hoşgörü şehri” vurgusuyla iç ve dış turizm çekmeye çalışan Hatay’ın turistik bir köşesi gibi. AB sürecinde Vakıflı ilgi odağıydı fakat artık yerli turistin önceliği de, kaynakların son dönemlerde daha çok aktarıldığı eski Ermeni köyü Hıdırbey.
Ve turizm dışında Musa Dağ anlatısı artık yok gibi. Bu buruk bir unutturulma hali. Burası bir direnişin sembolü ve hâlâ Türkiye yazım dünyasında hak ettiği yeri bulmadığına inanıyorum. Eğer bizler direniş üstüne, direnişin bu topraklardaki tarihi üstüne konuşacaksak Musa Dağ’ı atlamamalıyız, atlayamayız.
Son olarak herkesin merak ettiği soru bir gazeteci olarak rutin meslek hayatına devam ederken böyle özel ve önemli çalışmaları yapmaya nasıl zaman buluyorsunuz?
Özel ve önemli bulduğun için teşekkürler ama bu bir görev benim için, bizler için. Hepimiz pek çok şey feda ediyoruz hayatlarımızdan bu meslek uğruna. Fakat kendi adıma en büyük “fedakârlığım” sadece iş dışı saatlerde bu işlere odaklanmak yani izin günleri, yıllık izinler, özel günler gibi.
Bundan ibaret. Hal bu ki bu meslek uğruna geçmişten bugüne çok daha büyük fedakârlıklar yapanlar var.
İşlerini en iyi şekilde yapmak için işsiz kalanlar, haklarında çok sayıda soruşturma bulunanlar, yargılananlar, özgürlüklerinden olanlar ve öldürülenler… Zaten yapmaya çalıştığım her işte de pusulam bu oldu. Kendi adıma Hrant Dink’i anmak, her ne kadar o günkü anmalar çok değerli olsa ve her sene muhakkak katılmaya çalışsam da, 19 Ocak’tan ibaret değil. Her gün…
Araksi Silahlı: "Beni evlatlıklık verdikleri için kaldım""1932'de Vakıf'ta doğdum. Benim evim kilisenin karşısında. Yedi çocuğum var. Her biri bir tarafa dağıldı. İkisi Fransa'da, ikisi Almanya'da... "Bizim çocuklar soyadlarını Fransa'da [Mardiryan olarak] değiştirdiler. Biz burada Silahlı'yız. Onlar orada Mardiryan. Aslımız Mardiryan'dır. Ben 13 yaşında nişanlandım, dört sene nişanlı kaldım, 17 yaşında evlendim. 18-19 yaşında da anne oldum. Bizim ailemiz de Silahlı'ydı. Kocam da. Akrabayız da, komşuyuz da... Amca çocukları değiliz ama daha uzaktan akrabayız. "Ahali gitmişti. O zaman ben çocuktum daha. Hatırlıyorum. Eşyalarını da götürmediler. Panos Çapar: "Keşke tüm Ermeniler kalsaydı""1932, 1 Temmuz doğumluyum. On iki yaşındayken kilisede göreve başladım. Mugannilik "Koroda okudum, papaz yardımcılığı yaptım. Osmanlı döneminde, 39'a kadar okulumuz "Okulda hep Türkçe okudum. 1945'te ilkokulu bitirdim. Şükrü Kanatlı Mahallesi'ndeki okula gittim. Daha okula 20 gün gitmiştim ki hoca askere çağrıldı, okul kapandı. İkinci sene Hı- "Baba" dedim, "artık askere gideceğim." Gittim, iyi de oldu. Geldim koca adamım, öğretmenime saygım var. Ferhat Tuncer vardı Hıdırbey'de öğretmen. Ortaokul öğretmenim oydu. Arsuzlu. Benim kadar Türkçe bilmez. |
Serdar Korucu hakkında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi'nde felsefe öğrenimi gördü. Çeşitli televizyon kanallarının haber merkezi ve haber programı bölümlerinde editör/yapımcı/danışman olarak çalıştı. Ulusal/uluslararası medya mecralarında dezavantajlı gruplar ve nefret söylemi üzerine haber, röportaj ve özel dosyalar hazırladı. Yayımlanmış çalışmaları: Yabancı Gazetecilerin Gözüyle Kürt |
(EMK/AÖ)
Fotoğraflar: Serdar Korucu Arşiv