“anlattığımız ve hatırlattığımız hikâyelerdir bizden geriye kalan”
galiba kahramanlarını kendime benzettiğim için “arada kalanlar”a ve “onların yolculukları”na dair hikâyeleri ve onların anlatıldığı kitapları okumayı seviyorum. sanırım böyle hikâyeler ve o hikâyelerin dile getirildiği kitaplar da beni seviyor ve buluyor.
daha önce öykülerinden bildiğimiz menekşe toprak şöyle diyor ikinci romanı “ağıtın sonu”nda...
“şu dünyada bizden geriye ne kalacak ki, anlattığımız ve hatırlattığımız hikâyelerden başka. hoş onların ne kadar kalıcı olduğu da başka bir mesele ya. en geç on yıl sonra çevremizi anlamaya çalışan, bu dünyanın eskileri olacağız. belki de şimdiden öyleyizdir. çünkü bildiklerimiz ortadan kalkıyor. kediler, köpekler bile olmayacaktır yakın bir zamanda sokaklarda. zaten dikkâtimi çekti, o kadar azalmışlarki. üstelik çoluk çocuk da yok şimdilik.”
romanın kahramanlarından biri olan nevin’in ağzından çıkan bu sözler romanın asıl kahramanı fatma’nın halini, arada kalmışlığını, gelip geçiciliğini, dolayısıyla “derdini” de vurguluyor.
menekşe toprak’ı daha önce öyküleriyle tanıdık; “hangi dildedir aşk” ve “valizdeki mektup” onun öykülerini bize getiren ilk kitaplarıydı. sonra 2011’de yayınlanan “temmuz çocukları” romanı geldi. “ağıtın sonu” ise yeni çıkan ikinci romanı.
“temmuz çocukları”nda türkiye ve almanya arasında gidip gelen bir insan anlatılıyordu. bu romandaki, fatma da öyle. ama “fatma” gidip gelmiyor, o “arada kalan”, ya da “arada yaşayan” bir insana dönüşmüş. yalnızca bir “durma” anına tanıklık ediyoruz bu kez.
romanda fatma’nın dışında dedesi, ninesi, “faşistlerin vurduğu” babası hasan ali, genç yaşında başka birisiyle evlenmek zorunda kalan annesi, üvey kardeşleri erhan ve serkan, hala, enişte, kuzenleri, kısaca akrabaları; dışında çocukluk günlerinde yaşadığı mahalleden başlayarak, okulda, üniversitede, almanya’da ve türkiye’deki arkadaşları; barış, bartal, kerem gibi “yerli ve yabancı(?)” sevgilileri ve naira, orhan, nevin, bahar gibi yakın çevresinde yaşayan insanlar ve onların her birinin birbirinden ayrı ama bize “aşina gelen” hikâyeleri var.
“özgün birey”den küresel insana
roman iki bölümünde, o kahramanların birbirleriyle kesişen hikâyelerinden oluşuyor. kitapta “mekan temelinde” birbirinden ayrılan bölümlerdeki “episodik” anlatım, kimilerine verilen “numara”lar, kimilerine konulan “başlık”larla anlatılan o hikâyelerin her birinin birer bağımsız hikâye gibi okunmasını sağlıyor. hikâyelerin sonları ise bir başka hikâyenin kapısı açıyor. tüm bunlar menekşe toprak’ın öykücülüğünün daha ağır bastığını düşündürüyor bize.
o kahramanların çoğu dediğim gibi “oldukça tanıdık” insanlar. pek çoğunu tanıdığımı, tanıştığımızı düşündüm okurken, dahası “hah bu filanca” dediğim anlar da oldu.
bu benzerlikler bir yerde bir tarz, romanı ve anlatıyı anonimleştirerek özneyi kendimiz kılan unsurlardan birisi.
o insanları siz de çevrenizde görebilir, ya da tanıdığınız bildiğiniz birilerine benzetebilirsiniz. bu benzerlik, belki de küreselleşmiş dünyada “özgün birey”lerin aslında giderek birbirine benzeyen “küresel insan tiplerine” dönüştüğünün de bir kanıtı. buradan giderek roman türünün de bu dönüşüme koşut bir dönüşüme uğrayıp uğramadığını düşünmemiz ve tartışmamız gerekiyor belki de...
hikâyeden masala dönüş
bu dönüşüm romanda varolan bir başka unsurla, “öykülerin giderek ‘masallara’ dönüşmesi”yle de desteklenmiş. menekşe toprak romanında iki de masal anlatıyor.
bugüne dair koşutlukları olan içindeki kahramanların köyden çıkıp kentlere gittiği masallar bunlar. kitabı okuyup bitirdikten sonra “bizde neden ‘kent masalları’ yok” sorusu aklıma geldi ve buna bir “mim” koydum.
sonra romanın bütününü düşününce, aslında bunun bir “kent masalı” denemesi olduğunu fark ettim. belki de menekşe toprak’ın yazarlığının rotasını bu yöne çevirip, öykülendirmedeki becerisini küresel dünyanın günceliyle birleştirerek “kent masalları” biçiminde yeni bir tarzı bizlere kazandırmasında yarar var.
romandan aklımda bunlar kalmışken, menekşe toprak’la yaşadığımız günün bu yönlerini konuştuk.
vatanını kaybeden insanlar
iki farklı coğrafyada, dolayısıyla iki farklı kültürde uzun süredir yaşayan bir insan olarak bu toplumların bugün yaşadıkları arasındaki farklar ya da benzerlikler konusunda ne dersin? birbirlerine daha yaklaşıyorlar mı yoksa uzaklaşıyorlar mı?
örneklerden yola çıkarak yanıtlamaya çalışayım. türkiye’deki kentsel dönüşüm almanya’nın mikro çapta yüzleştiği bir mesele. çünkü almanya’da binalar her yirmi otuz yılda bir yıkılıp yerine yenileriyle ikame edilmiyor, ekonomisinin bir ayağı inşaata da dayanmıyor. ama mikro çaptaki dönüşümlerin bile sonuçları bizdekiyle aynı. berlin’den örnek vereyim:
kreuzberg semti hep türklerin merkezi olarak bilinegeldi. gerçekten de iki almanya’nın birleşmesinden önce türkiyeli göçmenler buradaki kirası ucuz, geniş çapta elden geçirilmemiş tarihi evlerde ya da sosyal konutlarda otururlardı. ama ne zamanki berlin başkent oldu, parlamentoya yakın olan kreuzberg de bir çekim merkezi haline geldi. zengin şirketler kreuzberg’deki tarihi evleri satın alıp onardılar, ev ve kira fiyatları hızla yükseldi.
sonuç: burayı memleketleri sayan dar gelirliler kiraları ödeyememeye başlayınca merkezin dışına taşınmak zorunda kaldılar. bu dönüşüm berlin’de henüz tamamlanmış değil, yoksulun merkezden şehrin dışına atılma süreci hâlâ devam ediyor. kreuzberg’de yaşayan ve kirasını ödeyemediği için evinden taşınmak zorunda kalan türkiyeli bir kadın bana şunu söylemişti: ben elli yıl önce türkiye’den buraya göç ederek zaten vatanımı kaybettim, şimdi kreuzberg’den taşınırken ikinci bir vatanımı daha kaybediyorum. işte beni ikinci kez vatanını kaybeden o kadının ya da ağıtın sonu’nda istanbul’da kentsel dönüşüm nedeniyle altmış yıllık evini yitiren naira hanım’ın hikâyesi ilgilendiriyor.
"yazar çağıyla ilgilenir"
yazarlar da içinde yaşadıkları günden ve yaşanan olaylardan etkileniyorlar. roman bir anlamda çağının tarihini ortaya koyan ve kaydeden bir tarih yazımı. senin iki romanın ve bazı öykülerin bu iki toplumda yaşayan insanların ‘güncel’ hikâyelerinden oluşuyor? romanlarla bir tarih yazımı konusunda ne diyorsun? bir yazar olarak böyle bir görev ya da sorumluluğun olduğunu düşünüyor musun?
yapılan son bir araştırmaya göre yoksullaşmayla birlikte dünya edebiyatında daha gerçekçi ve acıklı romanlar yazılmış son dönemlerde. 11 eylül 2001 olaylarından beri edebiyatla birlikte sinemada da böyle bir eğilim var.
ben edebiyattaki bu yönelimi “güncel”le ilgilenmek olarak değil de kendi çağıyla ilgilenmek şeklinde açıklamak isterim. örneğin 90’lı yıllarda sinemada teknolojiyle, insanın iç dünyası ile uğraşan çok sayıda film üretildi, matrix, chuck palahniuk’ın aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan fight club, 6. his gibi. thomas mann yıkılmaya yüz tutmuş alman burjuvazisini buddenbrooklar, büyülü dağ gibi eserleriyle ancak kendi döneminde yazabilirdi, çünkü mann’ın tanık olduğu toplumsal dönüşümlerdi bunlar. bugünün almanya’sının edebiyatında ise çok çeşitli konular göze çarpıyor: göç, iki almanya’nın birleşmesi, yaşlanmak vb.
yazar da toplumun bir parçası, elbette kendisine dokunan bireylerin hikâyeleriyle ilgilenecek, ilgilenmeli de. buradan yola çıkarak yazarın toplumu analiz etme ya da tarihi yazma görevi olduğunu da söylemiyorum. tarihi romanlar, tarihî ya da tarihsel kişilikleri bugünün gözüyle yeniden yansıtma işine soyundukları ya da yazarın bakış açısına göre yeniden şekillendikleri için edebiyat bilimi tarafından hep üvey evlat muamelesi görüyor. ben bu türe ne okur, ne de yazar olarak heves ettim.
yaşamda ve yazında değişim
romanındaki fatma köye-kıra dayalı bir kültürden en batıya kadar giden ve köye-kıra sırtını dönerek batılı kültürü benimseyen bir yönelim içinde. romanında bunun bireyde yarattığı çatışmaları, bir anlamda hesaplaşmaları ortaya koyuyorsun. değişim, dönüşüm için mutlaka bir yüzleşme gerekli mi?
değişim için sadece bireyin değil toplumların da içsel hesaplaşma yapması şart galiba. bugün türkiye’nin temel sancısı da üstü kapatılmış sorunlarla hesaplaşmada gecikmiş olunması değil mi? almanya’da örneğin tarihle hesaplaşma ikinci dünya savaşından hemen sonra başlandı ve bu hesaplaşma hâlâ sürüyor. doksanlarda uluslararası bir futbol müsabakasında eline alman bayrağını almaya ürken ortalama bir alman’ın bugün aynı bayrağı rahatlıkla sallaması bana göre biraz da bu yüzleşmeyi yeterince yapmış olmasıyla da ilgili.
kentsel dönüşüm, yoksulluk, göç, emeğin bedelinin düşmesi, üretimden kopuk yalnız hizmet sektörü için çalışan insanların çokluğu, bu karşı direnişlerin kahramanların yaşamlarındaki değişik sonuçlarını ortaya koyuyorsun. bunlar küresel bir “dünya insanı”nın oluşması sürecinde geçilmesi, yaşanması gereken bir durum mu?
sanırım özellikle ağıtın sonu’nda anlatılan iki masaldan yola çıkarak da soruyorsun bu soruyu. çünkü masalların anlatmak istediği yitirilen değerin yerine yenisini koyamayan ya da yenisini yeterince içselleştirememiş bireyin çektiği sancı. açıkçası geleneğin nasıl korunabileceğine dair herhangi bir tezim yok, geleneğin mutlaka korunmasının savunucularından olduğumu da söyleyemem. istesek de istemesek de sürekli dönüşüyor ve değişiyoruz, geleneklerimiz gibi. sorun geleneğin doğal bir süreçte dönüşmesi yerine dayatmayla, zorla değiştirilmesi.
kentsel dönüşüm aracılığıyla evini ve mahalle kültürünü yitiren insanın da geçmişte anadili yasaklanmış bir toplumun da geleneğine zorla el konulmuştur. ağıtın sonu’nda işaret etmek istediklerim bunlar biraz da.
“bireyin aidiyet özlemi sürüyor...”
insanın temel meseleleri varoluşunun başından beri onu belirleyen, sevgi, aşk, korunma, şefkât, yaratma ve kendini gerçekleştirme, yarına bir şeyler bırakma, ve kendi benzerlerini oluşturma olarak şekilleniyor. küreselleşmiş dünyada da bunlar aynı şekilde mi sürüyor ya da sürecek? romanda tartıştığın gibi günümüzde sevgi ya cinselliğe ve cinsel tatmine, ya da korunma bir takım maddi olanakların sağlanmasına, yaratma sanal dünyada 140 vuruşta dile getirilenlere, yarına bırakma ise teknolojinin olanaklarına video ya da dijital fotoğraf makinelerin belleklerine indirgenmiş durumda... bu süreç bir anlamda insanın giderek birbirine benzer ‘robot canlılara’ (robotik?) dönüşmesi sonucunu mu doğuracak. ‘platonik aşk’, ‘ana kucağına dönüş arzusu’ artık yalnız romanlarda, filmlerde mi kalacak?
anne sütünü emdiğiniz, anneye dokunduğunuz sürece insanlar arası sevginin, şefkatin yok olacağına inanmıyorum. almanya’da benim tanıdığım gençler arasında daha uzun süren, sadakati ve birlikteliği talep eden ilişkilerde bir eğilim olduğunu görüyorum. bu ille de bir toplumsal onay biçimi olan evlenme akdiyle gerçekleşmiyor. ben bu kitapta bir yere ait olamayan fatma’nın özelinde bireyin aidiyet özlemini, arayışını anlattım.
türkiye’de son bir yıl içinde 200 kadının sevgilisi, kocası ya da bir akrabası tarafından bazen aşk bazen namus adı altında öldürülmesi ya da duygusal olarak ihmal edilmesi de bir aidiyet sorunu ile ilgili. kadının karşısında geleneksel iktidarını kaybetmek üzere olan erkeğin korkularını, buhranını ve buhran karşısında aciz devlet politikalarını görüyorum. çağın dayattığı yeni erkek rolünü üstlenmeyi bilmeyen erkeğin acizliğini ve onun karşısındaki mutsuz kadını…
“ağıtın sonu”nda da gördüğümüz gibi küreselleşme giderek ara/orta sınıfı, bir anlamda küçük burjuvayı, ortadan kaldırıyor, bu aynı zamanda insanın da ortadan kaldırılması anlamına mı geliyor. yoksa ‘yoksul ve varsıl’ iki cins robottan oluşan bir dünya mı bekliyor bizi? bunu radikal'deki söyleşinin sonunda belirttiğin bir ‘distopya’yı kafasının içinde gezdiren birisi olarak yanıtlamanı istiyorum.
bu konuyu fantastik ya da ütopik-distopik edebiyat alanına bırakmak isterim şimdilik. çünkü bu tür edebiyat en uç düşünceleri, geleceğe dair korkuları tartışmak ve anlatmak için geniş olanaklar sunuyor yazara.
kadının hikâyesini anlatmak
bir kadın yazar olarak daha çok kadınları, üstelik de kadınların açısından ve gözünden bakarak ve kadın kahramanlar aracılığıyla anlatıyorsun. önceki romanında da öyleydi. kadınlar tüm bu süreçleri daha içerden ve sıkıntısını daha çok çekerek yaşıyorlar. dolayısıyla yükün büyük bölümü aslında kadınların sırtında. şimdilerde ‘direniş pratikleri’nin temel unsuru durumundalar; ama tersine karar süreçlerinde yoklar ya da yok sayılıyorlar.
kadın gözüyle bu saptamaya katılıyor musunuz, bir edebiyatçı olarak, edebiyat dünyasında da aynı şeylerin yaşandığını düşünüyor musun? burada bir dönüşüm, değişim olmayacak mı?
dikkat edersen hem gezi direnişinde hem de direnişe karşı konulan söylemler geniş çapta kadın bedeni üzerinde yürüdü, yürüyor. polisin tazyikli suyu karşısında dimdik ayakta kalan ve sadece türkiye’de değil, bütün dünyada bir ikon haline gelen kırmızılı kadın ve bunun karşısında gezi eylemlerine katılanlar tarafından kabataş’ta taciz edildiği iddia edilen başörtülü kadın.
kabataş’taki bu şiddet efsanesi adeta gelişkin bir sado-mazoşist erkek fantezisi gibi. siyah, deri eldivenli, başları bandanalı, üst bedenleri çıplak erkekler, idrar… bu, metropollerde ancak bu tür fantezileri yaşamak isteyenlerin bilebileceği özel gece kulüplerinde yaşanabilecek bir fanteziyken, bugün bütün toplumun dilinde. kadın bedeni üzerinden hoyratça en uç pornografi üretiliyor bu ülkede ve ben bunun karşısında sadece çok derin bir utanç duyabiliyorum.
edebiyatta kadın olma meselesine gelince: eminim edebiyatının yeterince anlaşılmadığını, okunmadığını, metinlerinin yerli yerince değerlendirilmediğini dillendirebilecek pek çok yazar vardır ki bunda yazarın cinsiyeti fazla rol oynamıyor. türkiye’de bir edebiyat eleştirisinin olmadığı, eleştirinin geniş çapta tanıtımlar üzerinde yürüdüğü, yazarın camiadaki nüfuzu oranında tanıtımların yapıldığı aşikâr. ama ben şikâyet etmek istemem. çünkü şikâyet aynı zamanda bir iktidar talebidir. böyle bir iktidar talebimin olmasını istemem. (ms/nv)
ağıtın sonu, menekşe toprak, iletişim yayınları, 2014, 205 sayfa