Babası, annesi, büyükannesi, dedesi, dayıları, kardeşi... Sahne sanatları ve müziğin farklı alanlarında dönemin isim yapmış önemli kişilleri. Yani aileden sanatçı Adile Naşit. Tiyatroyu, oyunculuğu seçme nedeni de sadece bir tutkudan, sevdadan değil, kaçınılmazdı da.
O, seyirciyle bağ kurarak "ünlü" oldu. Hiç başrol oynamamasına rağmen büyük kitleler tarafından tanınıp sevildi.
Sibel Öz de yakın zaman önce İletişim Yayınları'ndan çıkan araştırma-inceleme kitabı "Oyuncu- Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti Yıldız: Adile Naşit"te sanatçının bu "anti-yıldız" durumunu ele alıyor. Kitap başta derinlemesine bir Adile Naşit portresi çizse de bir yanıyla da sanatçı Naşit Ailesi üzerinden bir zamanların Direklerarası'nı, tuluat tiyatrosunu, eski İstanbul'u, geleneksel Türk tiyatrosunu mercek altına alıyor.
Yazar Öz kitabını ve Adile Naşit'i bianet'e anlattı.
Üç günde ikinci baskıyı yaptı kitabınız. Bunu neye bağlıyorsunuz? Adile Naşit ile ilgili bir kitap aslında beklenen, eksik kalan bir kitap mıymış?
Evet, öyle görünüyor. İnsanlar çok büyük bir ilgiyle yaklaştı, kitabı "Nihayet!" diye karşılayan okurlar oldu. Bu durum tabi ki, Adile Naşit'e duyduğumuz derin sevginin göstergesi. Ancak öte taraftan Adile Naşit henüz uzak olmayan bir tarihte yitirdiğimiz bir değer olmasına karşın, pek çokları gibi hakkında çalışma yapılmamış olması bizi sinema tarihi ve yazını alanındaki boşluklarla da yüzleştiriyor.
Sinema filmlerinde farklı rollerde Adile Naşit.
"Araştırma dedektifliğe dönüştü"
"Uykudan Önce" çocuklarından biri olarak "kuzucuklar" kimliğinden sıyrılıp bu kitabı nasıl kaleme aldınız? Sıyrılmayı istediniz mi?
Açıkçası duygularımdan pek sıyrılabildiğimi düşünmüyorum. Ancak sonuçta bu bir akademik çalışma, yazmak ve araştırmak mesafe gerektiren bir iş. Zaten başlarda ne kadar ürksem ve korksam da sonradan bu durum ciddi bir anlama çabasına, meraka ve neredeyse dedektifliğe dönüştü. İşin içine girdikçe, mutlaka yazmak gerektiği, daha fazla bilgiye ulaşmak, daha iyi anlamak gerekliliğiyle bu sürecin acılı bir sorumluluğa da dönüştüğü söylenebilir.
Sibel Öz
Direklerarasında başlayan hikâye...
Bir zamanlar Direklerarası, Şehzadebaşı
Kitap üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm özellikle Adile Naşit'e odaklanmadan önce uzunca bir Naşit Ailesi portresi çiziyor. Bu portreyi çizerken okura Direklerarası, tuluat tiyatrosu, eski İstanbul, geleneksel Türk tiyatrosu, kanto nedir gibi soruların da yanıtını veriyor. Naşit Ailesi gibi her yönüyle sanatçı bir aile ile ilgili de literatürde eksiklikler var mıydı?
Kitabın ilk bölümünün Direklerarası ile başlayan kısmı benim en çok eğlendiğim kısım oldu. Özlediğim bir şeyler vardı orada. İstanbul tutkunu birisi olarak, o sularda daha uzun vakitler harcayabilirdim. "Bu hikaye Direklerarası'nda başladı" cümlesi, beni hem heyecanlandırdı, hem de başka dünyalara götürdü. Eski İstanbul'un aslında sadeliği içinde canlı bir sosyal hayatı da barındırıyor olması, çok renkliliği, Müslüman kesimlerin de gece hayatıyla içli dışlı oluşları, onca yoksulluğa rağmen insanların salonları doldurması, sahneyle kurdukları sahici bağlar, bizden farklı olarak bir tuluat gösterisini izlerken Sait Faik'in deyimiyle "patiskayı ıslatacak" kadar gülebilmeleri, kantocular... Bu dünyanın, özellikle geleneksel tiyatronun kültürel geçmişimiz olarak korunamamış olması, Direklerarası gibi özel mekânlarıyla birlikte kaybedilmiş olması beni çok düşündürdü. Naşit Ailesi ile ilgili bilgiler bölük pörçük, sinema ya da tiyatro alanından derli toplu çalışmalar yapılması, bilgi kirliliğinin giderilmesi gibi sorunlar var. Naşit Ailesiyle ilgili birtakım bilgiler olsa da, geleneksel tiyatromuzdan modern tiyatroya uzanan geçiş kavşağında çok önemli bir rol oynamış bu aileye dönük ciddi çalışmalar yapılmış olduğunu söylemek zor.
Naşit Özcan, Ses Dergisi, 7 Ağustos 1976 ve Naşit Özcan çok sevdiği Surpik Dudu kostümüyle.
Selim ve Adile Naşit kardeşlerin çocukluğu.
"Tiyatroyu seçmeleri bir tutku olduğu kadar kaçınılmazdır da"
Naşit Özcan döneminin önemli, usta oyuncusuydu. Genelde böylesi bir babanın çocuğu olarak sanatı seçmek -hele ki aynı dalı- risklidir. Adile Naşit -abisi Selim Naşit de belki babasının sanatının altında ezilmemeyi nasıl başardı sizce, nasıl sıyrıldı ve fark yarattı?
Aslında ailenin tümü sanatçı; babaları Naşit Bey, anneleri Amelya Hanım, anneanneleri Küçük Verjin, dede Yorgi Efendi, dayıları Niko... Soydan sanatçı olmak diye tanımlayabileceğimiz bir durum. Belki de bu yüzden Adile ve Selim Naşit için "sanatı seçmek" gibi bir durum söz konusu olmaz; onlar tiyatrosuyla, kantosuyla, sazıyla, sözüyle canlı bir sanat ortamının içine doğarlar. Çocukların oyunlarında tiyatro hep vardır; babalarının meşhur Sürpik-Haçik tiplemelerini taklit ederler. Naşit Bey de bu mükemmel taklitleri nedeniyle onlara Sürpik ve Haçik adlarıyla seslenir. Çocukluk oyunlarında dahi karakter canlandırma vardır. Öyle ki bu canlandırmalarda Adile Naşit, William Shakespeare'in "Hamlet" adlı oyunundan Ophelia karakterine hayat verir.
Naşit Özcan çocukları, Adile ve Selim ile "Yedi Gün Mecmuası" 22 Mart 1933 Sayı 2
Kısacası iki kardeş, Şehzadebaşı'nda bulunan Millet Tiyatrosu'nun üst katındaki evleri ile kulis arasında sahnenin tozunu yutarak büyür, tiyatroyu, sahneyi iliklerine kadar yaşarlar. Babaları Naşit Bey aslında onlara küçükken pek çok şeyi öğretir, ancak sonradan, biraz da yaşanılan sorunlar nedeniyle, "Gözüm arkada kalmayacak. Beni unutturmayacaksınız. Fakat ne diye bu işe merak saldınız? Ne diye sizler de benim gibi olacaksınız" der. Anlaşılıyor ki, Adile ile Selim'in tiyatro hevesleri Naşit Bey'in hoşuna gitse de, geleneksel tiyatronun geleceğinden endişe duymaktadır. Tıp mesleğini seçmesi konusunda direten babası ve amcası gibi, çocuklarını tiyatrodan alıkoymak istemez, ama öte taraftan kendisinin yaşadığı zorlukları yaşamalarını da istemez. Tuluatın ve geleneksel tiyatronun parlayan yıldızı sönmüşken ve bir dönem kapanıyorken, geçim yüküyle yorgun düşmüş Naşit Bey'in böyle düşünmesi tabi ki doğaldır. Yani Naşit Bey'in kızı Adile Naşit –ve tabi Selim Naşit- için tiyatroyu seçmek, baba, anne ve anneannelerinin yolundan yürümek, bir tutku olduğu kadar kaçınılmazdır da.
Naşit Bey ve Amelya Hanım (Jaklin Çelik, "Bir zamanlar Kanto", Taha Toros).
"Bir insanın, anne babasının verdiği ismini kullanamaması ağır bir durum"
Belirttiğiniz gibi aslında babanın dışında ailenin kadınları da dikkat çekici. Annesi kantocu Amelya Hanım, büyükannesi kantocu Verjin. Döneminin iki önemli kantocusu olmasına rağmen neden isimlerini daha az duyduk?
Türkiye'nin Batı tiyatrosuyla tanışmasında (Müslümanların, özellikle de Müslüman Türk kadınlarının sahneye çıkmaları yasak olduğundan) gayrimüslimler önemli bir rol oynamış. Pek çok Ermeni ve Rum sanatçının İstanbul'un eğlence hayatında olmazsa olmaz bir yeri var. Nitekim vodvillerde düet yapan Adile Naşit'in annesi Amelya Hanım gibi, anneannesi Verjin Hanım da dönemin sahne hayatında popüler bir kantocu. Verjin Hanım hakkında, Naşit Bey'e kıyasla bilgi yetersizliği olsa da, Amelya Hanım'dan daha fazla bilgiye rastlıyoruz.
Küçük Verjin, oğlu Niko, kızı Amelya ve torunu Selim Naşit.
Sonuçta Verjin, ömrünün sonuna kadar kendi adını kullanmıştır. Amelya Hanım ise Naşit Bey ile evliliği sonrası Emel adını kullanır. Biliyoruz ki soyun babadan devam etmesi, eş edinilen kadından doğacak çocukların da "katıksız" birer Türk veya Müslüman olabilmeleri açısından tarihte isim, din değiştirme örnekleri yaşanmıştır. Kuşkusuz burada baskın kültürün temsilcisi toplumun önyargıya, dışlamaya ve giderek nefrete varabilen yaklaşımlarından kurtulma, savunma psikolojisi de rol oynamakta. Bir insanın, anne babasının verdiği ismini kullanamaması psikolojik olarak ağır bir durum. Amelya Hanım hakkında annesi Verjin Hanım kadar bilgiye rastlayamıyor oluşumuzu, çok baskın olmayan kişilik özellikleri, Naşit Bey'in gölgesinde kalmış olması, etnik kimliği ve kadın olmasıyla açıklamak mümkün.
Dönemin ünlü kantocularından Küçük Verjin.
"Anti-yıldız, sistem içi karşıt bir duruştur"
Hiç başrol oynamayıp büyük kitlelerce tanınması, genel güzellik ölçülerine uymaması gibi nedenlerle bir anti yıldız Adile Naşit. Siz anti yıldız kavramına nasıl ulaştınız? Yıldız sistemi içinde bir anti yıldız oluşu Adile Naşit'in kendi tercihi miydi?
Yıldız, sinema endüstrisinde vazgeçilmez bir öğe olarak, kolektif arzunun sosyolojik, psikolojik, kültürel ve cinsel temsilini sağlayabildiği oranda zirvede kalır. Bu süreci aslında her zaman sanatsal yetenekler belirlemez. Popülerliği besleyen temel etken, seyirci beğenisini ve beklentisini gözeten yapımcıların manipüle ederek oluşturdukları bir "imaj" üretimidir. Yani yıldızların varlık nedeni popüler sinema ve onun tüketici kitlesidir. Anti-yıldız tanımlaması ise yıldız sisteminin ortadan kalkmadığı ve popüler kültürün hâkim olduğu mevcut koşullarda, endüstriyel işleyişin parçası olan yıldızın dışında ya da karşısında konumlanmış olmayı ifade eder.
Adile Naşit "Cümbüş Palas" adlı oyunun bir sahnesinde Muammer Karaca ile.
Anti-yıldız, sistem içi karşıt bir duruştur. Bu anlamda yaşamı ve sanatıyla alternatif olabilmiş sanatçıyı ifade ettiğini söyleyebiliriz. Anti-yıldız da sistemin içinde ve bir parçası olarak yer almak durumundadır ve sistemin içinde olduğu için yıldız kadar ünlüdür ancak sinemada yer alışı bir sanat idealine bağlanmıştır. Görünür olmak ve şöhret anti-yıldız için sistem içi olmanın getirdiği kaçınılmaz sonuçlardır. Buradan Adile Naşit'e geldiğimizde, ticari bağlamdan çok köklü bir sanatçı idealiyle davrandığını, tutarsızlığa düşmeden tüm yaşamını sanata bağladığını ve bu şekilde seyirciyle bağ kurarak "ünlü" olduğunu görüyoruz. Onun yaşamında şöhret amaç değil, adeta emek süreciyle seyircinin verdiği bir paye olmuştur, seyircinin gönlünde başka türlü yıldızlaşmıştır. "Oyuncu" kitabı, bu "başka türlü"lüğü, Adile Naşit'e karşı hissettiğimiz şeyi anlamaya ve tanımlamaya çalışan bir kitap.
Oyuncu Güzin Özipek ve Adile Naşit'in gençlik yıllarında.
Çok az filmde anne rolü dışına çıkabilmiş bir sanatçı Adile Naşit. Aklıma ilk gelen Tarık Akan'a aşık olan şıpsevdi bir karakter geliyor sadece: "Ah Nerede?" Oysaki Ertem Eğilmez, "Adile Naşit'in oyunculuk yeteneğinin yüzde yirmisini kullanabildik" diyor. Adile Naşit kitabı için alt başlık "anti yıldız" olsa da ana başlık olarak "Oyuncu" ismini seçmenizdeki neden neydi?
Adile Naşit'in yaşamıyla sahnede oynadığı rol arasında çok az mesafe olduğunu görüyoruz. Onu tanıma şansı bulmuş olanların anlatımlarına göre; Balmumcu'daki evinin kapısı çalındığında o kapıyı açan Adile, sahnedeki Adile'yle davranış, üslup, kılık kıyafet vs açısından örtüşüyor. Canlandırdığı roller, kendisinden pek çok şey taşıyor. Zaten bundan dolayıdır ki, kitabın sonunda yer alan filmografisinde de görüleceği gibi, bir süre sonra tüm filmlerinde kendi adını, Adile'yi kullanmaya başlıyor. O, bir oyuncu. Babası gibi komik, ama bu "komik" kavramı çok katmanlı bir kavram. O ülkenin komiği, toplumun tümünün duygularını ifade edebilen, toplumun tümünü sarıp sarmalayabilen, bu toplumu (onu tanıyanların deyimiyle) güldürmeyi vazife edinmiş bir sanatçı. O, gerçek anlamda oyuncu. Perdenin asla, hiçbir şart altında kapanmaması gerektiğini düşünen, "oyun"u kişisel yaşamının önüne koyan bir "oyuncu". O bir oyun kurar ve hepimiz ona inanırız. Daha iyi bir dünya olacağına, güzel günler göreceğimize, birlikte güzel olduğumuza, biz'e...
Gerçek isminin Adela olduğunu ve anne tarafından Rum-Ermeni olduğunu biliyoruz Adile Naşit'in. Kitapta, "Adile Naşit Türkiye gibi çoğul, tek başına herhangi bir etnik kökene indirgenemeyecek kadar da çok. O ne sadece Türk, ne sadece Rum, ne sadece Ermeni." diyorsunuz. Kitapta da Ermeni kimliğine özellikle mi çok vurgu yapmayı tercih etmediniz?
Ben Adile Naşit'i incelerken ve anlatırken, objektif tutumu yitirmemeye gayret ettim. Herhangi bir şeyi öne çıkarma ya da geri itme tutumuna uzak durmaya, sadece olanı/gerçeği anlamaya çalıştım. Adile Naşit'in neredeyse soy ağacını çıkardım. Gördüğüm şey şu oldu; Adile Naşit, tıpkı hayattaki duruşu gibi, ne sadece Türk'tü, ne sadece Ermeni'ydi, ne de sadece Rum'du. Adile Naşit hepsiydi, bu yüzden hepimizdi. Bu yüzden çok güzeldi. (AÖ)