Çocukluğumun geçtiği ve üniversiteye başlayana kadar yaşadığım Adana, anılarımda hep en bambaşka olanı, en doğalı, içteni, çılgını, lezzetlisi…
Gece yarılarına kadar güvenle oynadığımız sokakları, saklambaç aralarında seyyar dürümcü abilerden satın alıp iştahla yediğimiz dürümleri, arkadaşlarımızın çiftçilik yapan babalarının çamurlu tarlalarında batıp çıkarak oynadığımız güzelim topraklarıyla Adana, hâlâ devam ettirdiğim dostlukların da ilk doğduğu yer.
Çocukluk arkadaşlarımdan olan Dilan ile sürekli buluşur, resim yapar; boyalarımızla, kalemlerimizle saatler geçirir, damda komşuların güneşte beklettikleri biber salçalarını gizli gizli parmaklardık. Yıllar sonra benim yolum İsveç’e, onun yolu ise Norveç’e düştü ama Dilan’ın resim yolculuğu hiç bitmedi; bitmediği gibi yetenekli de bir sanatçıya dönüştü. Şimdi, onun sanat anlayışını, ilham kaynaklarını ve yıllar içinde nasıl bir yolculuk geçirdiğini aktarmak için bu söyleşide yeniden buluştuk.
Dilan, öncelikle biraz kendinden bahseder misin?
Aralık 1981’de İzmir’de doğdum ama Adana’da büyüdüm. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adana’da bitirdim. Üniversite sınavları öncesi tek isteğim Adana’dan çıkmaktı. Şu anı bilemiyorum ama 90’lı yılların sonunda, bir genç için Adana biraz sıkıcıydı. Lisede dil bölümündeydim, bölümdeki dilimiz İngilizce olmasına rağmen ben Fransızca okumak istiyordum. İstanbul’u hiç sevemedim, böylece kendimi mutlu bir üniversite öğrencisi olarak Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde buldum. Amacım Fransızcayı çok iyi derecede öğrenip Fransa’da resim okumaktı.
Resim her zaman hayatımın önemli bir yerindeydi. Ben ilkokuldayken annem Meral Demiroğlu (Sarıoğlu)’nun Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Bölümü’ne başlaması ve daha sonra aynı bölümde hoca olmasıyla sanatın üretimine, sergilenmesine ve farklı ortamlarına tanıklık ettim. Alanın mutfağı ile tanıştım. Bugün hâlâ en sevdiğim kitaplardan biri, ilk defa ortaokulda okuduğum E. H. Gombrich’in Sanatın Öyküsü’dür. 2005 yılında üniversiteden mezun olduktan sonra Dijon’da yaklaşık bir yıl geçirdim. Bu süre zarfında Fransa’nın turistik olmayan tarafını gözlemleme fırsatım oldu. Orada bulunduğum dönem, tam da araba yakma olaylarının ve öğrenci grevlerinin yaşandığı, Nicolas Sarkozy’nin cumhurbaşkanı adayı olduğu dönemdi. Küçük, sevimli ve olaysız Dijon orada kalmayı istememe yeterli olmadı ve 2006’da Türkiye’ye döndüm. Dijon’da aldığım sanat tarihi ve felsefe derslerine, daha sonra, İngiltere’deki University of Arts London’dan kısa dönemli aldığım çizim, dijital art, baskı derslerini de ekledim.
Ve sonra İstanbul maceran başladı…
Evet, Fransa’dan dönmemle birlikte İstanbul’daki hayatım başladı. Bir süre çeviri bürosunda çalıştıktan sonra İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yüksek lisansa başladım. Göstergebilim üzerine çalıştım. Öğrenciliğim sırasında, 2009’da Yeditepe Üniversitesi’nin düzenlediği Göstergebilimde Buluşma X seminerinde sunduğum “Ferit Edgü’nün Üç Düş/Üş Öyküsüne Göstergebilimsel Bir Bakış” başlıklı çalışmam daha sonra hakemli İstanbul Üniversitesi Dilbilim dergisinde de yayınlandı. Tezimde görsel dili yazınsal dile dönüştürme isteğimi gerçekleştiremeyince eğitimimi tamamlamaktan vazgeçtim. Çalışma hayatım boyunca Garajistanbul prodüksiyon ve sanat yönetmeni asistanlığı, İngilizce öğretmenliği, Masumiyet Müzesi çalışanı gibi çeşitli iş alanlarında çalıştım. Bir taraftan da kitap çevirmenliği ve tiyatro afişleri yapıyordum; aslında çalıştığım alanlar sanattan hiç bağımsız olmadı. En sonunda 2016’da genel koordinatör olarak çalışırken işimden istifa ettim ve tam zamanlı resim yapmaya başladım.
Resimlerinde genelde neleri işliyorsun, nasıl teknikler kullanıyorsun?
Resimlerimin temelini oluşturan evler, hayatın içinde yer alan pek çok öğeyi simgeliyor. Kaotik kent görünümü, gecekondular, çarpık kentleşme, doğasızlık işliyorum daha çok. Şirketlerin, patronların açgözlülüğünün yok ettiği geleceğimiz kafamı meşgul eder en fazla. İşlediğim konular karamsar olmasına rağmen resimlerimin insanı iyi hissettiren bir yanının olduğuna inanıyorum -en azından aldığım tepkiler bu yönde. 2019’da Londra’daki 207. Royal Institute of Painters in Water Colours sergisine kabul aldım. Başka pek çok karma sergiye katıldıktan sonra ilk kişisel sergimi 2023’te Adana Ressamlar Derneği Kaman Sanat Galerisi’nde açtım.
Norveç'e nasıl gittin?
Yine 2019’da eşim ile tanıştım. Böylece Norveç maceram başladı. Çok zorlu bir süreçti; pandemi döneminde evlendim. İstanbul gibi kaotik bir şehirden 200 haneli ufak bir Norveç köyüne taşındım. 2021’den beri eşim ve üç kedimizle burada yaşıyorum.
Sevdin mi Norveç’te yaşamayı?
Norveç’te yaşamak herkese göre değil ama özellikle biraz iç kısımda kalan, şehirlere uzak olan dolayısıyla ulaşımın kolay olmadığı köyümüzde yaşamak ekstra zor. Ben kendimi şanslı hissediyorum ama çoğu Norveçlinin bile ilk sorduğu “sıkılmıyor musunuz?” oluyor. Bu sakin yaşam resimlerimi de etkiledi. Resimlerim sakinledi, evler seyreldi, manzara ön plana çıkmaya başladı. Ağaçlar evlerin arkasında hayatta kalmaya çalışmıyor artık.
Peki Norveç’te sanatını icra edebiliyor musun? Sanata, sanatçılara bakışları nasıl sence, gerek devlet desteği gerekse halkın ilgisi olarak?
Yaşadığımız yerin konumundan, ulaşım pahalılığından ve yeni bir dile adapte olmaktan dolayı Norveç’in sanat dünyasını tanımam çok yavaş ilerliyor. Ancak bulunduğumuz bölgede resim yaptığımı söylediğimde aldığım tepkiler oldukça pozitif. Hatta yakın zamanda yaşadığımız bölgenin yeni sanatçısı olarak kendimi yerel sanatseverlere tanıtacağım bir sunum yapacağım! Genel anlamda halkın sanata ilgisi büyük, Norveç’te hayat pahalı olmasına rağmen henüz duvarında resim olmayan bir ev görmedim. Devletin de çeşitli destekleri mevcut; bunlar eğitim desteği, proje desteği, süreli veya süresiz gelir desteği, vb. olabiliyor; bunun yanı sıra devlet sanat vakıflarına da ayrıca destek oluyor. Ancak eğer kendinize bir isim “yaratmadıysanız” başka bir işle uğraşıp maddi anlamda kendinizi sağlama almanız gerekiyor.
Norveç’le ilgili en çok sevdiğin şeyler neler peki; bir de Türkiye’yle ilgili özlediğin şeyler?
Norveç’le ilgili havası, doğası ve suyu dışında en sevdiğim şeylerin başında söze güven ve dürüstlük geliyor. Yüzde 100 değil tabii bu dediğim, sonuçta insandan bahsediyoruz ama söyleneni veya söylediğinizi kanıtlama gereği yok denecek kadar az. “Yok öyle bir şey” veya “olur mu canım” gibi tavırlar veya “köprüden geçinceye kadar ayıya dayı diyeceksin” gibi bir tabir yok dillerinde. Öte yandan burada ilk öğrendiğim de beklemek oldu. Şehirlerde hayat biraz daha hızlı ama ufak bir köyde yaşıyorsanız hayat oldukça yavaş. Bu durum sağlık sistemini de etkiliyor maalesef. Türkiye’nin pratikliğini özlüyorum. Tabii 5,5 milyon ile 85 milyonu kıyaslamak pek adilce olmuyor. Türkiye’de hızlı olmak zorundasın, çok insan var, “vakit nakittir.” Bir de Türkçenin “ellerine sağlık,” “afiyet olsun,” “hayırlı olsun,” vb. deyimlerini, ifadelerini özlüyorum.
Ben de en çok bunları özlüyorum, bir de “kolay gelsin” demeyi!
(SVA/RT)