Bir yıl önce savaş jetlerinin attığı bombalarla can veren 34 Roboskili Kürt kaçakçının anmasına katılmak ve ailelerini ziyaret etmek amacıyla Paris, Ankara ve İstanbul'dan gelen bir grup arkadaşla beraber Perşembe günü Diyarbakır'dan Şırnak'a doğru yola çıktık.
Geçen sene olduğu gibi bu yılki organizasyonu da Paris'te yaşayan Kürt Yönetmen Bülent Gündüz yapıyordu. Bu sefer yol arkadaşlarımız tiyatro ve dizi oyuncu Handan Yıldırım ve Ankara Üniversitesi Sinema Bölümü öğrencilerinden İpek, Gökhan ve Hasan idi.
Barış şimdi nerde...
Kaderin cilvesine bakın ki aynı gün Diyarbakır'da bir başka Şırnaklının, Şerafttin Elçi'nin cenaze töreni vardı. Hayatını Kürt mücadelesine vermiş ve bu uğurda bir çok bedeller ödemiş olan Diyarbakır milletvekilinin cenazesi Ankara'dan Diyarbakır'a getirilerek binlerin uğurlamasıyla doğduğu yere, eski Kürt Mirliği Bedirhanilerin başkentine, Cizre'ye uğurlanıyordu.
Diyarbakır kendi milletvekilini sonsuzluğa uğurlarken, seçim döneminde Şeraffettin Elçi'nin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a seslenerek ifade ettiği sözler akılma geldi "Bizim kuşak çözüm ve barış için oturup diyalog kurulacak son kuşaktır " demiş, gelecek nesille bu sorunu çözmenin zorluğunu da şu sözlerle ifade etmişti. "Bu soruna kafa yoran benim kuşağım Türklerle beraber yaşadık ama savaşın içinde doğan ve bu mantıkla büyüyen, Türk dendiğinde aklına sadece polis, jandarma, savcının geldiği, öfkeli ve içi hınçla dolu bir nesil var. Bu yüzden devlet duygusallığı ve şoven milliyetçiliği bir kenara atarak aklıyla hareket etmeli ve bu sorunu bizim nesille çözmeli" demişti.
Özellikle son bir yılda Türkiye siyasetinin girdiği yol ve yaşanan gelişmelerle beraber Şırnak'ın toprağına gömülen sadece bu insanların bedeni miydi, yoksa onlarla beraber barışa olan inanç da mı gömülüyordu diye düşünmeden ve kaygılanmadan edemedim doğrusu. Cenaze binlerce insanın uğurlamasıyla gönderilerken biz de yine aynı güzergahtan Şırnak'a doğru yola koyulmak üzere hazırlanıyorduk.
Uludere'den bizi almaya gelen minibüsün üzerinde sarı, kırmızı, yeşil renklerle yazılmış "34 Can Uludereliler" yazısı dikkat çekiciydi. Aracın sahibi genç şoförümüz Cüneyt, bu yazıdan dolayı defalarca engellemelerle karşılaşmıştı. "Yazı daha büyüktü ama baktım ki her seferinde kontrol noktalarında bana sorun çıkartıyorlar, ben de yazıyı biraz küçülttüm" diyerek duruma ironik bir açıklama yaparak gülmüştü. Malum, punto küçülse de sorun hala büyük...
Geçişler yasak...
Perşembe günü, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Şırnak'a varmak üzereyken, Cudi ve Gabar Dağlarının birleştiği Kasrik Boğazı'nda, Roboski'ye gitmek için bekleyen onlarca araçla karşılaştık. Roboski'den Ankara'ya kadar yüzlerce kilometre yolu yürüyerek aşan Barış Yürüyüşçüleri'nden Azra Mediha da vardı orada.
Onlardan öğrendiğimize göre Roboski'ye gidiyorum diyen bir çok kişi, köye varamadan geri çevrilmişti. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin imzalı bir yasaklama kararı söylentisi yayılıyordu ama işin aslı astarı nedir daha netleşmemişti; ama bizim için durum akşam saatlerinde İnceler Köyü Askeri Tabur noktasında netleşecekti.
Şırnak'ın girişinden çıkışına kadar üç ayrı askeri arama noktasından engellenmeden geçebildik. İnceler'e geldiğimizde oradaki görevli askerler, Hakkari yolu da dahil olmak üzere, Gülyazı Köyü'ne gidişlerin 28 Aralık gece 12'ye kadar güvenlik nedeniyle yasaklanmış olduğunu ellerindeki yasak kararlı yazıyı göstererek söylediler. "Bakın biz belgeli konuşuyoruz, sizin de varsa bakanlık ya da valilik onaylı bir belgeniz, geçmenize izin verelim aksi takdirde sizin güvenliğinizi sağlayamayacağımız için geçinize izin veremeyeceğiz" diyerek başka bir seçeneğimizin olmadığını söylediler.
Basın kartlarımızı çıkarıp gazeteci olduğumuzu söyleyince en kıdemli görünen asker, kartları alarak bilgilerimizi amirleriyle paylaşmak üzere telefonla uzun bir görüşme yaptı. Netice olumsuzdu. Bakanlık ya da Valilik imzalı bir görevlendirme yazısı ile gazetecilerin geçebileceğini aksi takdirde milletvekilleri ve belediye başkanları hariç kimseyi geçirmeyeceklerini söyledi.
Hadi bakalım, Paris'ten, Ankara'dan, İstanbul'dan gelip İdris Naim Şahin imzalı belgenin engeliyle karşılaş. Ne güzel sürpriz!
Gruptaki arkadaşlar yılbaşına kadar orada kalıp belgesel filmleri için görüntü almayı planlamışlardı ama bu durum herkesin planını altüst ediyordu. Benim ve Bülent'in basın kartları yabancı ülkelere ait olduğu için bu durum köye gidişimizi daha da zorlaştırmıştı. Bülent'in Sinepotamya adındaki prodüksiyon şirketini " Mezopotamya TV" olarak anlamış olan asker benim karttaki Amerika yazısını da kim bilir neye yorumlaşmıştır, Allah bilir!
Bir süre sonra Mazlum-Der Genel Başkanı Ahmet Faruk Ünsal ve arkadaşları da köye gitmek üzere bulunduğumuz noktaya geldiler. Ankara'dan gelen grup arkadaşlarımızla daha önceden tanıştıkları için durumu onlarla paylaştık ama maalesef onların girişimleri de sonuçsuz kaldı.
Yaklaşık bir saat süren bekleyişimiz olumsuz neticelenmişti. Ben BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kalpan'ı telefonla arayıp yasaklama kararını sorunca "Maalesef öyle bir yasaklamadan söz ediliyor, bu sıkıntıyı daha aşamadık, yarın sabah oraya geleceğiz, bakalım artık..." diye açıklama yapınca, ben de Diyarbakır'da görev yapan gazeteci bir arkadaşım Mahmut Bozarslan'a durumu ilettim.
Mahmut bana bir gün önce giden gazeteciler sorun yaşamadıklarını ama yaşadığımız sıkıntıyı Twitter'de paylaşacağını ve ertesi sabah erken saatlerde Roboski'ye gideceklerini söyledi.
Mahmut'un bizimle ilgili atmış olduğu twitler, Valiliğin böyle bir kararı olmadığını söyleyen başkaları tarafından dezenformasyon yaptığımız şeklinde yorumlanmıştı. İyi de biz neden dezenformasyon yapmak isteyelim ki... Ne diyelim, twitteri olan konuşuyor...
Biz de orada beklemekten vazgeçip Kalemli Köyü'nde hiç tanımadığımız bir ailenin sıcacık evine misafir olduk. Evin hanımı Taybet dokuz yıl önce Mahmur Kampı'ndan buraya gelin gelmiş. Ailesi hala Mahmur'da olan genç kadın, eşini ikna edebilse Mahmur'a geri gitmek istediğini söylüyordu ama eşini bir türlü ikna edemiyormuş. Çok sevecen ve misafirperver insanlardı.
"Dönüşte bir çayımızı için"
Sabah erkenden Mahmut telefon açtı, askerlere "Arkadaşlarımıza izin vermediniz, haber oldunuz " deyince "Dün izin yoktu ama bugün geçebilirler" cevabını almış. Cüneyt de erkenden arayıp askerlerden "İzin çıktı, gazeteci arkadaşların gelebilir" yanıtını alınca bizi almaya geldi.
Biz de misafirperver ev sahiplerimizle vedalaşıp minibüse bindik. Araç tıklım tıkıştı. Galiba 30-35 insan vardı ve hepsi de Roboski'ye gitmek üzere Uludere'den gelmişlerdi.
Önceki gece geçişimize izin vermeyen aynı asker noktasına vardığımızda, hakkımızda telefonla bilgi alan asker "Bizi haber yapmışsınız!" deyince "Ama siz de bizim haber yapmamıza engel olmuştunuz" şeklindeki cevabıma gülerek "Neyse dönüşte buyurun, bir çayımızı için" diyerek kontrol yapmadan minibüsün geçmezine izin verdi.
Köy yolu üzerinde inşaatı devam eden bir baraj görünce minibüsteki yolculardan biri Şırnak'ta yedi barajın inşa edildiği bilgisini vererek, barajların tamamlanmasıyla kaçakçıların da işinin zorlaşacağını, devletin enerji üretmekten ziyade bu toprakları sular altında bırakarak hem kaçakçılığı hem de PKK'nin işini zorlaştırmak istediğini iddia ediyordu.
Ağıtlara yenileri eklenmiş
Köye vardığımızda oldukça büyük bir kalabalığın halı saha meydanında toplandığını gördük. Acılı aileler ellerinde çocuklarının fotoğraflarıyla gelen herkesle tokalaşıyorlardı. Simaların çoğu bir önceki yıldan tanıdıktı ama geçen zamanın acılarının yükünü pek de hafiflettiği söylenemezdi.
Geçen seneki ağıtlara yenileri eklenmiş, yüzlerindeki ifadeler sertleşmiş, saçları daha da ağarmış, kayıplarının acısı yüreklerinde oluşan öfkeyi daha da büyütmüştü. Geçen bir yıllık zaman içinde ne Meclis tarafından hazırlanan rapor tamamlanmış ne de acılarına merhem olacak resmi bir açıklama yapılmıştı. Zira daha bir hafta önce Başbakan hala ölenlerin tamamının sivil olup olmadığı yönünde yapılan araştırmaların netleşmediğini söylüyordu.
BDP Eş Başkanları ve milletvekilleri de oradaydı, önceki gün Şerafettin Elçi'yi on binlerle beraber görkemli bir cenaze töreniyle son yolculuğuna uğurlamışlar, bir acıdan diğerine koşuyorlardı. Onların dışında gelenler arasında bir çok sanatçı, aydın ve yazar da bulunuyordu.
Mardin Bağımsız Milletvekili ve Demokratik Toplum Kongresi Eş Başkanı Ahmet Türk "Kürtler, inkarı kabul etmiyor. Halk ve millet olarak artık tanınmak istiyor. Bununla birlikte kardeşçe yaşamak istiyor. Kürtler Ortadoğu'da hem istikrarın, hem de istikrarsızlığın gerekçesidir. Kürtler tanınırsa, Ortadoğu'ya istikrar ve demokrasi gelir. Yeni acıların yaşanmaması için insanlığımızla, aklımızla hareket edelim" diyordu.
BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş da "Katliam emrini Erdoğan verdiği için üstüne gidemiyorlar. Eğer o emri vermemiş olsaydı, kim bilir bir kaç kişiyi harcayacaktı. Daha önce de generalleri içeri atmadı mı? Erdoğan'ın suçu büyüktür. Karakol, onların sivil olduğunu, kaçakçı olduklarını belirtmesine rağmen Genelkurmay Başkanı, Başbakan ve Hava Kuvvetleri Komutanının, grupta PKK'nın üst düzey bir komutanı var diye vur emri verdiler" diyerek 34 Kürt kaçakçısının Türk savaş uçakları tarafından öldürüldüğünü ifade ediyordu. Selahattin Demirtaş, ölümlerden sorumlu tuttuğu Başbakan Erdoğan'ın bu emri Bodrum ve Fethiye'de için veremeyeceğini söyleyerek "Eğer bu zulmün nedeni Kürtlerin bir Kürdistanının olmamasından kaynaklanıyorsa, o zaman Kürt halkı bu eksikliği gidermek için çaba sarfetmeli ve Kürdistan meselesi olan Roboski Katliamı'nın hesabını sormalıdır" diyordu.
Halkların Demokratik Kongresi adına BDP Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü de "Biz Türkler olarak, Türkiye'de demokrasi mücadelesini Kürtlerin sırtına yükledik. Türkiye'nin batısı da artık zulme ve katliama karşı ayağa kalkmalıdır ve kalkacaktır. Kürtler asla yalnız yürümeyecektir" ifadeleri de büyük ilgi gördü.
Kına tepsisi duruyor hala
Sanatçı Ferhat Tunç'un Dersim katliamı sırasında bir kadının yakmış olduğu ağıdı okumaya başlamasıyla acılı anneler de ağıt yakmaya başladılar. Dersim ve Roboski'nin acıları ağıtlarda buluştu ve orda bulunanlar o duygusal ortamın atmosferine dayanamayarak gözyaşlarına hakim olamadılar.
Cuma hutbesinden sonra binlerce insan " ziyaret" dedikleri mezarlığın olduğu alana doğru yürüyüşe geçtiler. Ben kalabalık birikmeden mezarlığa çıktım zira birazdan mahşeri bir kalabalık toplanacak ve adım atılacak yer kalmayacaktı.
Gözüme ilk çarpan şey geçen seneden kalan daldaki kına tepsisiydi. Renkleri solmuş ama olduğu yerde hala duruyordu. Siyah mermerden yapılmış mezarların her yeri de renkli yapma çiçeklerle süslenmişti. Bir de çiçeklerin arasına kurbanların resimleri de konulmuştu. Fotoğraflardaki simalar o kadar küçüktü ki o görüntüye yürek dayanmıyordu gerçekten...
Bir süre sonra binlerce insan, mezarlığın olduğu alanı doldurmaya başladı. Herkes kendi çocuğunun mezarı başına gidip mermerden yapılmış soğuk mezar taşlarını okşayıp öperek evlatlarına, kardeşlerine olan özlemlerini ağıtlarla dile getiriyorlardı.
BDP'nin Eş Başkanları ve milletvekilleri, Aslan Encü'nün mezarı başında toplandılar.
Aslan Encü atılan ilk bombanın isabet ettiği talihsiz gençlerden. Annesinin anlattığına göre oğlundan geriye sadece bir tek eli kalmıştı. İşte o acılı anne "Benim oğlum gitti ama sen de oğlum sayılırsın" diyerek mezara seslenip "Bak oğlum, kimler gelmiş. Allah senin ömrünü onlara versin, yolları açık olsun" diyerek Selahattin Demirtaş'a sarılıp "Oğlum sizlerle yeniden dirildi, Aslanım sizlerde can buldu, sizler de benim evlatlarımsınız" diyerek dualar etmeye başladı.
Ve Barış Bebek...
Mezarlıkta hemen yanımda kucağında bebeğiyle genç bir kadın duruyordu. Adı Semire Öncü'ydü; kucağındaki beş aylık bebeğin adı ise Barış Hüsnü Encü.
Küçük Barış'ın annesi sekiz yıl boyunca çocuk sahibi olamamış, eşi Hüsnü, bombardımanda ölmeden iki ay önce o Barış'a hamile kalmış. Hüsnü bu ölüm yolculuğuna Semire'nin diretmeleri üzerine çıkmış. Bu yüzden genç kadın hala kendini affedemiyor. "O gece gitmesi için onu ben zorladım, Adana'ya sağlık kontrolleri için gidecektik ve bunun için bize para lazımdı, başka da seçeneğimiz yoktu" diyerek gözlerinin içine oturmuş pişmanlık ve vicdan azabını eşinin ölümünden yedi ay sonra doğan küçük oğluna sarılarak gidermeye çalışıyordu. "Kendimi çok suçladım ama suçlu ben değilim ki, o bombaları ben atmadım, bilseydim, gitmesine asla izin vermezdim" diyor ve oğlunun varlığıyla teselli olmaya, hayata yeniden tutunmaya başladığını söylüyordu.
Semire'nin yanında yeğeni Bahar Encü de duruyordu. Bahar 23 yaşında, oldukça zeki ve güçlü bir kız. Liseyi İstanbul'da, Özel Çamlıca Lisesi'nde burslu olarak okumuş ama babası ve annesinin zamansız ölümü, üniversite okumasına engel olmuş, evin büyüğü olduğu için köye dönmek, kardeşlerine bakmak zorunda kalmış.
Annesi ve kardeşini bir yıl arayla kaybetmiş olmanın acısının yükü onu hem güçlü hem de çok yanlız kılmıştı. Bahar kardeşlerine hem annelik, hem babalık hem de ablalık yapıyor şimdi. "Kardeşim, Semire Teyzemi çok severdi, ben evde ona yemek hazırlardım ama o kaçakçılığa her gittiğinde dönüşte mutlaka teyzeme uğrar, orada yemeğini yedikten sonra eve gelirdi" diyerek kardeşinin ona, "Biliyor musun, teyzemden annemin kokusunu alıyorum bu yüzden onu bu kadar çok seviyorum" dediğini anlattığında gözü doluyor ve uzaklara dalıyordu. Bahar Açık Öğretim Fakültesi'nin Adalet bölümüne devam ediyormuş. Hedefi hukuk okuyup avukat olmakmış. Neden avukatlık sorusunda "Adalete olan inancımız sarsıldı, belki bu yolla kendi davamıza kendimiz bakarız diye hukuk okumak istiyorum" diyor. Hayatta onca acı ve güçlüğün üstesinden gelen Bahar için avukatlık mesleği hiç de uzak bir hayal değil!
Felek Encü: Suçum susmamam
Dönüşte Aslan Encü'nin ailesi bizi yemeğe aldı. Gittiğimiz her evde oldu gibi bu evde de büyük bir hüzün vardı. Aileler artık daha açık bir şekilde çocuklarının parçalanan bedenlerinden söz edebiliyorlardı. Anlatımlar o kadar etkiliydi ki hiçbirimiz yemek yiyemedik. Onların anlatımı beni biraz şaşırtmıştı ama daha sonra kendime kızmıştım. Neden şaşırıyordum ki, bu insanlar anlattıkları şeyleri yaşamış, sınırda çocuklarının parçalanmış bedenlerini elleriyle toplamış, bunu yapmak zorunda kalmışlardı. Onlar neden bunu yaşamış ve onların yaşadıklarını biz neden dinleyemiyorduk peki?
Aynı günün akşamı Hüsnü ve Savaş Encü' nün annesi, Erkan ve Masum'un babaannesi olan Aye Encü'nin evine de gittik. Hüsnü'nün oğlu bebek Barış bütün aile için bir sabır kaynağına dönüşmüş adeta.
Felek 34 kişinin yaşça en küçüğü olan 7.sınıf öğrencisi 13 yaşındaki Erkan'ın annesi.
Kendine bilgisayar almak için amcalarıyla birlikte o gece sınıra gitmiş ve bir daha geri gelememiş küçük Erkan. Genç annenin yüreğinde hala büyük bir öfke ve acı var. Yedi aylık hamile olduğunu ve doğacak çocuğunun da erkek olacağını söyleyerek "artık çocuklarım üzerinden hayal kurmak istemiyorum çünkü geleceklerinden umutlu değilim. Biz çocuklarımızı büyütüyoruz ama devlet onları öldürüyor. Erkanım çin çok hayal kurdum ama onu benden çok haksız bir şekilde aldılar" diyerek o bombalarla beraber hayatları ve psikolojilerinin darmadağın olduğunu ifade ediyordu.
Erkan'ın babası korucu gazisi. 1998 yılında bir mayına bastığı için sağ gözü kör olmuş.
Ailenin erkekleri kaçağa gitmiyor ama kaçakçılığa gidenlere katırlarını kiraya veriyorlar.
Felek, Erkan'ın ölümünden sonra köyün okuluna bakmaya dayanamadığını söyleyerek "Kızlarımı bile okula zor gönderiyorum, oğlumun arkadaşlarını görünce dayanamıyorum" diyerek oğlunu sık sık rüyasında gördüğünü ve onu çok izlediğini vurguluyor.
Geçen süre zarfında hak arama davasında köyde en fazla ön plana çıkanlardan biri de Felek olmuştu ve bu yüzden hakkında dört defa tutuklama kararı çıkarıldığını belirtiyor. "Peki suçun ne?", diye sorunca " Suçum susmamam" diye cevap veriyor.
Felek üç ayda bir çocuklar için verilen 50- 100 TL ödeneğin de mücadelelerini sürdürdükleri için kesildiğini belirterek "Üzerimize kayıtlı araçlar varmış, o yüzden kesmişler, oysa daha önce de araçlarımız vardı" şeklinde konuşarak o paraya muhtaç olmadıklarını ifade ediyor..
Kendileriyle ilgili olumlu bir haber çıkar umuduyla köyde bütün evlerde televizyonlar sürekli açık. Gözleri ve kulakları hep orda. Yeni bir haber, onlarla ilgili yeni bir klip, bu olayın unutulmadığını gösteriyor ve umutlarını diri tutuyor bir şekilde.
O akşam bütün televizyonlarda Roboski'inin yıldönümü ile ilgili haber ve programlar vardı. HaberTürk kanalında AkKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner ve CHP Milletvekili Levent Gök program konuklarıydı.
Evdeki herkes başta pür dikkat televizyonu izlerken Metiner'in "30 yıl sonra da olsa biz bu işi çözeceğiz" açıklamaları ve konuyla ilgili olumlu bir açıklama yapmaması, bu durumu CHP döneminde geçmişte yapılan katliamlarla temize çekmeye çalışması çabaları karşısında Felek "Bu admaların açıklamaları acımızı daha da derinleştiriyor" diyerek televizyonun sesi kısıp Emine Erdoğan'ın köye gelişini anlatmaya başlıyor.
Emine Hanım'a "Bizim buralarda bir ölüm olduğunda, kurulmuş düğünler varsa bile iptal edilir, ama burada 34 can aynı anda bombalarla katledildi. Sizin eşiniz Başbakan. Ulusal yas ilan edebilirdi ama çocuklarımızın ölümünden dört gün sonra bütün Türkiye hiç birşey olmamış gibi yılbaşını kutladı. Acımızı görmediler. Ben kızınız yaşındayım ama bu acıları bize yaşattınız " dediğini anlattı.
Bir süre sonra Felek ve Semire'nin eltisi Reyhan da yanımıza geliyor. Oğlu Masum 16 yaşındaymış ve onun da tıpkı diğerleri gibi umutlarının tükenmeye başlamıştı...
Roboski kanayan bir yara gibi hala acıtmaya ve vicdanları sızlatmaya devam ediyor. Ne geçen zaman ne de yetkililerin açıklamaları o insanların acısını azaltmış değil. Oralarda yaşayan insanların koruculuk dışında başka seçenekleri olmadığı için büyüyen her çocuk kaçakçılığa gitmeye devam ediyor. İşte o çocuklar babalarının, ağabeylerinin kendi ülkelerinin savaş uçakları tarafından nasıl bombalanarak öldürüldüğü gerçeğiyle büyüyor.
Bütün bunlara rağmen Hüsnü Encü'nün ölümünden sonra doğan ve bugün beş aylık olan oğluna Barış isminin konmuş olmasının ne kadar anlamlı ve önemli olduğunu düşünüyorum. Bir mucize gibi doğan Barış bebek gibi umarım bu topraklara da bir mucize gibi barış gelir...