“Uğruna sürgün edildiğin ana dilinle sesleniyorum sana; “Rojbuna te pîroz be...”
“Kendine iyi bak beni düşünme, su akar bulur yolunu!”
“Selam da sana hasret de sana... İyi ki doğdun iki gözüm”
“Bir menekşe kokusunda seni arıyoruz... İyi ki doğdun güzel adam”
“Özlemekmiş oysa sevmek… Rojbûna te piroz be herdû çavêmin”
“Seni hiç unutmadık iki gözüm saygı ve özlemle...”
“Suçu saz çalmakmış öğrendiğim kadar.. Rojbuna te pîroz be”
Türkiyeli sosyal medya kullanıcıları hemen her 28 Ekim’de sosyal medyayı Kürtçe veya Türkçe paylaşımlarla bir doğum günü kutlama meydanına dönüştürüyor. Şarkılar, şiirler, öfkeler, kızgınlıklar, özlemler…
Doğum günü kutlanan kişi Ahmet Kaya olunca, politik göndermelerin sonu gelmiyor, şarkılar da hiç susmuyor.
Sanatçı Ahmet Kaya, Şubat 1999’da “Önümüzdeki kasette Kürtçe şarkı yapıyorum, Kürtçe klip yapıyorum” dediği için Magazin Gazetecileri Derneği’nin Ödül Gecesi’nde linç edildi. Çok sevdiği yurdunu terk etmek zorunda bırakıldı, Paris’e gitti.
Yaklaşık bir yıl sonra “Hoşçakalın Gözüm” isimli albümünün kayıtlarını yaparken, kalp krizi geçirdi, 16 Kasım 2000'de hayatını kaybetti. Çok sevdiği ülkesinden, onu yalnız bırakan arkadaşlarından, kültüründen uzaktaydı, 43 yaşındaydı. 28 Ekim 1957’de Malatya’da doğmuştu Kaya, Paris’te ölmeseydi, bugün, 63 yaşını kutlayacaktı.
Şarkıları halen en çok dinlenenler arasında olan Kaya’yı bu kez ihraç edilen akademisyen İlkay Kara ile konuştuk.
Kara, doktora tezi olan “Bir Politik Anlatı Olarak Ahmet Kaya Şarkıları”nı kitaplaştırdı ve geçen yıl İletişim Yayınları aracılığıyla okurla buluşturdu.
Kaya’nın doğum günü vesilesi ile bir araya geldiğimiz Kara, “Yara hâlâ açık ama ben hep açık kalacağını düşünmüyorum. Yaralar iyileşir, acılar diner. Zamanla değil ama sağaltıcı çabalarla, kolektif gövdelere açılan yaraların iyileşmesi için sağaltıcı, iyileştirici politik çabalar, adımlar, pratikler gerekir” diyor.
"Milyonlarca insan Ahmet Kaya ile özdeşlik kuruyor"
Hemen herkesin bir Ahmet Kaya hikâyesi, anısı, şarkısı var gibi bu ülkede… Sizin de var mı? Onu ilk ne zaman dinlediniz?
Benim de var elbette ama bir tane değil, farklı zamanlar ve duygu hallerine denk düşen şarkılar, aralarında bir tekini seçemiyorum.
İlk dinlediğim zamanı çok iyi hatırlıyorum. İyimser Bir Gül albümüydü, henüz çok küçüktüm, babam almıştı. Hâlâ en çok sevdiğim şarkılardan biridir Adı Bahtiyar.
“Bodrum Konseri’ni izlemiştim”
Onunla veya ailesi ile tanışma şansınız oldu mu?
Ne yazık ki kendisiyle tanışamadım. Fakat canlı izleme, konserini dinleme şansım oldu. Bu konuda kendimi şanslı sayıyorum.
Kendisinin çeşitli röportajlarında anlattığı bir turnesi vardır, Kübalı müzisyenlerle birlikte yaptığı. İşte o turne kapsamında Bodrum’da, Bodrum Kalesi’nde verdiği konseri izlemiştim. Eşi Gülten Hanım'la ise tanışma şansımız oldu, evet.
Ahmet Kaya gibi bir sanatçının şarkıları üzerine bilimsel bir çalışma yapmanın zorlukları oldu mu?
Açıkçası fazlasıyla oldu. Hayatını kaybettikten 20 yıl sonra dahi dijital müzik platformlarında en çok aranan olma halini sürdüren bir müzisyenden söz ediyoruz.
Milyonlarca insan dinliyor, çok seviyor, güçlü özdeşlikler kuruyor. Bunun üzerine bir de politik tutumunu ekleyin, anadil talebi nedeniyle yargılanmış, sürgüne gitmiş ve orada yaşamını yitirmiş bir politik figür aynı zamanda. Tüm bu sevgi ve saygı bağının endişelendirdiği zamanlar oldu. Kendi kurduğum özdeşliklerin çalıştığım konuya mesafelenmeme engel olduğu zamanlar oldu.
Fakat beni rahatlatan da hep sizin ilk sorunuzda söylediğiniz şeydi. Herkesin bir Ahmet Kaya hikâyesi var, bu da benimki. Ve aslında tam da beni zaman zaman endişeye boğan sevgi halini anlamaya çalışmak. Kendi hikâyem, benim elimi güçlendiren şey bu anlama çabası için işe koştuğum kavramsal set oldu.
Açık Yaranın Sesi, 2016 yılında savunduğum Bir Politik Anlatı Olarak Ahmet Kaya Şarkıları başlıklı doktora tezimden evrildi.
Orada yapmaya çalıştığım Ahmet Kaya şarkıları aracılığıyla zamanın kültürel-politik atmosferini, kolektif duygu yapılarını tartışarak Kültürel Çalışmalar alanına ufak bir katkı sunmaktı.
“Yara halen açık ancak iyileşebilir”
Kitabınızın adı “Açık Yaranın Sesi”ne sizi yöneltenler neydi? Kitabı ilk gördüğüm ve okuduğum andan itibaren o yaranın açık, hep açık olduğunu, olacağını düşünürüm. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Uzun bir yoldan geçerek buraya vardığımı söyleyebilirim. Az önce söylediğim gibi kitap doktora tezime dayanıyor.
Çalışmaya başladığımda aklımdaki Türkiye’de politik müzik üzerine bir tez yazmaktı. Böylece Türkiye’de toplumsal muhalefetin kültürel pratiklerine ve kolektif duygu yapılarına ilişkin bir tartışma yapmayı hedefliyordum.
Çalışmaya devam ettikçe böylesi geniş bir alanı bütünüyle teze sığdıramayacağım daha da belirginleşti. Bu tartışmayı ancak temsil edici bir odak etrafında yürütebilirdim. Bu noktadan sonra Ahmet Kaya şarkılarına evrildi. Bu bir yeğleme elbette ama bence temsil edici olduğunu rahatlıkla iddia edebilmemi sağlayan nedenleri var.
İlki Kaya’nın şarkılarını söylediği zamandır. 1980’lerin ortasından 2000 yılına dek profesyonel müzik hayatını sürdürdü Kaya. 12 Eylül darbesi ve sıkıyönetimin hemen sonrasına tekabül ediyor ve oradan 1970’lerdeki, müzisyenin kendisinin de bir parçası olduğu devrimci mücadelenin nasıl göründüğü, oraya nasıl bakıldığını sorma şansımız var.
‘Yaralar iyileşir, acılar diner’
Devamında ise 1990’ların başından itibaren, yine kendisinin de bir parçası olduğu, yeni mücadele biçimleri ve hattı, insan hakları mücadelesi, Kürt siyasal hareketi ile yeni bir politik dizilimin gerçekleştiğini biliyoruz. Dolayısıyla bu kesit 1970’lere, geriye doğru bakma şansı verirken bir yandan da toplumsal mücadelenin yeni hattına bağlanıyor. Benim için önemli nedenlerden biri budur.
Bir diğeri de yine az önce laf arasında geçti, bu kadar yaygın, bu kadar çok sevilmesi, dinlenmesi... Bunu anlamak için gösterilen çabanın Türkiye’de toplumsal hareketler üzerine olduğu kadar, onun dinleyicileri içindeki belki birinci halka dinleyebileceğimiz kent yoksulları hakkında düşünmek anlamına geliyor.
Son olarak da yaşam öyküsüdür elbette. Bu neden, tam da söylediğiniz şeyin bir kısmını doğruluyor aslında. Yara hâlâ açık ama ben hep açık kalacağını düşünmüyorum. Yaralar iyileşir, acılar diner.
Zamanla değil ama sağaltıcı çabalarla, kolektif gövdelere açılan yaraların iyileşmesi için sağaltıcı, iyileştirici politik çabalar, adımlar, pratikler gerekir. Çünkü bu yaraların nedeni politiktir. Eğer kastettiğiniz yaranın bıraktığı iz ise buna da tarih diyoruz zaten.
Birçok yazar kendi ülkesinde olan biteni, eşitsizlikleri, adaletsizlikleri “romanlarıyla” dünyaya duyuruyor. Bu anlamda Ahmet Kaya’nın da Türkiye’de yaşananları bugüne ve yarınki kuşaklara aktardığını düşünüyor musunuz?
Şarkıların çok güçlü aktarım araçları olduğu doğru. Siz roman dediğiniz için onunla kıyaslayabilirim, yazılı olandan çok daha güçlü. Sese ve söze dayanması sebebiyle birlikte dinlemeye uygun olması, ritm ve melodik tekrarın akılda kalmayı kolaylaştırması gibi sebeplerle.
Yaygınlaşma gücü de daha fazla. Dolayısıyla sözel içeriği o şarkı söylenmeye devam ettiği sürece yaşayabiliyor. Ahmet Kaya şarkılarında ise durum bir parça farklı bence. Fark şarkılarındaki anlatının düne ait olmaması.
Sizin yaranın hâlâ açık olduğunu söyleme sebebiniz de bu sanırım. Şarkılardaki en belirgin temalara bakalım. Hangisi dün yaşandı ve bitti? Muhaliflere dönük şiddet mi? Tutukluluk, cezaevleri mi? Kürt sorunu mu? Yoksulluk mu? Hepsi farklı biçimlerde ve araçlarla sürüyor. Belki de burada bu şarkıların yaptığı zamanında yaşananları bugüne anlatmaktan çok, bu süreğen toplumsal sorunların nasıl tecrübe edildiğine dair bir repertuar sunmak. Yarattığı duygulanım hallerinin ifadesi olmak.
“Ahmet Kaya şarkılarında birden fazla katman var”
Ahmet Kaya’nın toplumun birbirinden farklı hatta birbirinden zıt kesimlerce sahiplenilmesini neye bağlıyorsunuz?
Söz Ahmet Kaya’ya geldiğinde en çok tartışılan şeylerden biri bu sanırım. Kendi politik duruşu çok net. Ağır bir bedel ödeyecek kadar net ama bu bedeli ödemesine sebep olan politik konumuna düşmanca yaklaşan kesimler dahi dinliyor. Açıkçası ben bu kapsayıcılığı şarkılarda birden fazla anlam katmanı olmasına bağlıyorum.
Bir yandan devlet şiddetini resmeden imgeler var. Cezaevleri, polis, karakollar, aranmalar, kaçaklık hali, jop hatta bekçi ama bu imgeler öyle bir öyküleyici mantık içine yerleşiyor ki anlamları çoğullaşıyor.
Birileri devrimci tutsaklara yazılmış şarkılar olarak dinlerken birileri daha genel olarak hayatta güvende olamama halinin izini buluyor, başka birileri Arka Mahalle’deki tekinsiz varoluşun şarkısı olarak dinliyor.
Başka birçok önemli neden de kent yoksulluğuna dair çok güçlü anlatılar olması. Kenar mahalleli olmanın ne hissettirdiğine, yoksulluğun, yoksunluğun yarattığı duygu hallerine dair anlatılar olması. Şarkılar “birilerinin”, “oradakilerin” yoksulluğunu anlatan ya da onlara seslenip bir gelecek vaadi sunmaktan çok, bu yoksulluğun, kenarda kalma halinin nasıl tecrübe edildiğini anlatan içeriden bir sesleniş niteliğinde.
Bu haliyle E.P. Thompson’ın kavramını ödünç alarak söyleyebilirim ki plebyen kültürle temas halinde, onunla kesişiyor, kimi zaman içeriyor. Plebyen kültür doğrudan sınıf bilincine tekabül etmez, bu daha çok “göreneksel”dir, bir tecrübe ufkudur. Bu temas da sorduğunuz kapsayıcılığın, yaygınlığın temel nedenlerinden bence.
Tüm bunlarla birlikte güçlü lirik yapıyı ve başvurduğu edebi kaynakların bu yapıya kattığı gücü de hesaba katmamız gerekir mutlaka.
Ahmet Kaya’nın şarkılarını incelediğinizde dönemin Türkiye’sinin politik hattı üzerinden ne söylersiniz?
Ahmet Kaya’nın kayıtlı eserlerini yarattığı ve müzikal konumunu inşa ettiği dönem 1980’lerin ortası. Sıkıyönetim sonrasının Türkiye’si.
Nurdan Gürbilek bu dönemi aralarında büyük bir yarılma olan iki farklı hakikat rejimini betimleyerek tartışır. Bir yanda yeni bir iktisadi rejimin, ANAP’ın temsil ettiği iktisadi rejimin vitrinlerindeki çeşitlenme ve çoğalma, iştah ve girişim, merkezsiz ve kendiliğinden görünen bir söz patlamasının yarattığı kültürel ortam diğer yanda ise yasaklanmış, söz hakkı verilmeyen, cezaevlerine kapatılmış, sınırları devlet şiddetiyle çizilen alan. Ahmet Kaya bu yarılmanın içinde söylemden sürülenlerin hikâyelerini şarkılara taşıyor.
İlk albümlerinde cezaevi, tutsaklık çok öne çıkan bir tema. Çünkü askeri darbenin ardından tutuklanan binlerce devrimcinin hâlâ cezaevlerinde olduğu, annelerin hâlâ cezaevi kapılarında çocuklarını aradığı/beklediği fakat bunların kamusal olarak asla konuşulmadığı bir dönem. Söylemden sürülenler derken söz ettiğim bu.
90’ların başından itibaren ise yeni politik dizilişlerin karşılığını görüyoruz. Yükselen insan hakları mücadelesi, Cumartesi Annelerinin mücadelesine açık yanıtlar görüyoruz, Beni Bul şarkısı örneğin ya da 1994’te, Kürt hareketinin yükselişiyle albümünün adı artık Şarkılarım Dağlara. Dolayısıyla darbe sonrası dönemden 1990’ların sonuna dek toplumsal muhalefetin durumunu ve konumunu izlemek mümkün.
Tutsak alınmış, sabır ve bekleyiş halinde, bir yandan hücrede olmanın hareketsizliğiyle başetmek zorunda ama orada bulunmasına sebep olan şeye, “çiçekler içinde bir ülke” inancına da sıkıca bağlı, fakat bütün bunların doğal olarak getirdiği efkarı, kayıplarının yasını içeriyor. Sonra mücadelenin yeni biçimleriyle yeniden sokağa çıkıyor. Ses tonu yükseliyor, daha öfkeli ve meydan okuyan bir edaya bürünüyor.
İlkay Kara hakkında Orta öğrenimini Anıttepe Lisesi'nde, lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla İlişkiler ve Tanıtım Anabilim Dalı'nda "1970'lerde Türkiye'de Radikal Medya" başlıklı teziyle yüksek lisans derecesi, "Bir Politik Anlatı Olarak Ahmet Kaya Şarkıları" başlıklı teziyle doktora derecesi aldı. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde araştırma görevlisi olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'in "Bu Suça Ortak Olmayacağız" bildirisini imzaladığı için 1 Eylül 2016'da 672 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. |
(EMK/AÖ)