yazarın güçlü imgelemelerini, çarpıcı benzetmelerini, okuyanın gözlerini yaşartan bir duygusallık üzerine kurulu akıcı üslubunu önceki kitaplarından tanıyan okurlar, tüm çabası insandaki özü dillendirmek olan yazarın bu kitabında da kabaran ve bir anda kabından boşalıveren bir duyarlılıkla yazdığını bilmeliler.
yalnızlık (2)
yeni kitabında yaşama dair çeşitli kavramlardan ve anlardan yola çıkarak parça parça yazılar ile giriş yapan yazar, daha sonra içsel yolculuğunu derinleştiriyor ve bizi de kendisiyle sürüklüyor.
aslı erdoğan'ın en güzel işlediği konulardan biri olan 'yalnızlık' kavramı, onun yazarlığını belirleyen bir önemli mevki de aynı zamanda.
insanın kendini yalnız hissetmesi salt bir his değil ona göre, bir nevi yazarın sırtındaki kambur gibi dursa da, aslında yazar yalnızlık duygusunu baş edilmesi gereken bir karın ağrısı olarak değil, yararlanılması gereken bir kaynak gibi görüyor. bu da yalnızlığı bir his olmaktan çıkararak bir varoluş meselesi haline getiriyor. çünkü 'gerçek' yalnızlar yalnızlık durumundan kurtulmaya çalışmazlar.
yazarla ortak kaderi paylaşanları birleştiren bir duygudur yalnızlık. kadınları, gece yolcularını, sokak kedilerini...
ortadoğulu kadınlar
yalnızlar hep yalnızlardı ve kaçınılmaz bir son olarak belki de hep yalnız kalacaklar. savaşların orta yerinde kanayanlardır yalnızlar, bu düzende tutunacak pek de bir şey bulamamışlar, bulduklarında ise kendilerinden başka pek kimsenin de bunlara itibar etmediği kimseler...
fakat bu dramatik tablo, erdoğan'ı duyarlı bir yazar yapıyor. kadınlara dair duyarlı bir bakışı onun anlayan ve tartan kaleminden çıkarabiliyoruz.
yazarın öykü kitabı 'mucizevi mandarin'de ortadoğulu kadınlar için yaptığı gözlemler ilginçtir. ona göre bizler, ortadoğu bölgesinin tüm kadınları, yetiştiğimiz toprakların kültürü dolayısıyla ürkek bakışlı, her an hata yapacakmışçasına sakınımlı, temkinliyizdir. oysa avrupalı kadınlar öyle midir? onlar, sevgililerinin kollarında gayet rahat ve bu dünyanın tanrıçalarıymışçasına kendinden emin...!
"Dünyanın en zorlu savaşlarını kazanmışçasına konuşur erkekler, kör savaşçılar gibi biteviye nişan alarak, çantalarına, bozuk paralarına, erkeklerine, onları sokağın tekinsiz gecesinden koruyan her şeye sımsıkı tutunur kadınlar."
acı çeken bir yazardır o; çünkü o aynı zamanda acı çeken bir kadın...ilmekten ince ince süzülen bir duyarlılıkla çığlık çığlığa anlatılan bir kadınlık...
gecenin ağırlığı
...yazarın kaleme aldığı bir başka odak noktası ise 'değişim'. devinimli bir gelişmeden bahsediyor erdoğan. gelişme olmayan değişimlerden de dem vuruyor. her değişim, gelişme tadında olmasa da yaşanıyor diyor ve bunu öyle güzel aktarıyor ki, betimlediği karanlık gece anlarla, insanlarla, ölüm kusan kediyle yoğrulurken, kentin ağırlığı altında ezildiğinizi hissediyorsunuz.
dışlanmışlar, kıyıya vurmuşlar
biraz da gece ağırlık yapıyor üzerinizde; çünkü kentin ağırlığı altında canınız yanarken, bu biraz da gece yüzünden. aslı erdoğan'da kenti biçimlendiren gece. bir daha karanlık bir kente eskisi gibi bakamayacağız.
gece vakti, bir camın arkasından kenti izlediğimizde, altımızdaki sokaklardan geçenleri veya geçemeden kalakalanları düşünmeden edemeyeceğiz. bu kitabı okurken bir an, aslı erdoğan'ın yazılarını sokakta yazdığı yanılsamasına kapıldım.
dışlanmışların ve kıyıya vurmuşların arasında iken yazar, onlardan biri gibi... yazdıkları çok fazla içsel... o kadar çok yazarın iç dünyasıyla ilintili ki, onu tanımadan anlaşılamayacak izlenimini veriyor.
o yanınızda olmadığı için ise, kendi hayatınızdan noktalarla ilişkilendirmeye çalışıyorsunuz sözcükleri. bu ilişkiyi kurmak ise zor. söylemek gerekir ki, bu aslı erdoğan'ın 'en zor' kitabı. delice düşünmeye sevk eden, düşünmeyi başarabildiğinizde ise acı çektiren...(SV/AD)
(1) Yazarın büyük/küçük harf notu:
neden küçük harfle yazmak... eskiden saçma gelirdi, yani büyük harf kullanmama tavrı. sonra bir gün, küçük yazmış olduğum harfleri büyüğe çevirmek için uğraşırken aklıma bir anı geldi:
"ortaokuldayım, okula gitmem gerek. sabah olmuş, geç olmuş. saatler ağır aksak değil de deli dolu akıyor. ve okuldaki kurallara göre beyaz dışında bir renkten çorap giymemiz kesinlikle yasak. ve ben koyu renkli bir çorap giyip okula gidiyorum. okul kapısının önünde müdür, kızların bacaklarına bakarak çorapların renklerini denetliyor. yakalanıyorum. korkuyorum.
içim huzursuz, müdürün koca gövdesi, öfkeli bakışları...geri döndürülüyorum. eve git diyor müdür, beyaz giy de öyle gel. okul sınırları dahilinde her vakit aptallaşmış bir çocuğum, öfkenin karşısında sinen, haykırmasını bilmeyen. kös kös geri dönüyorum. hiçbirimizin işine yaramayacak bir disiplin kuralı olmasın büyük harfte direnmek?
yazıyı okuyanın anlamasını sağlayacak imlalar dışında ya hiçbir şeye ihtiyacımız yoksa? herkes istediği gibi yazsa? olmaz mı? geri dönmek zorunda kalmayayım?"