* Fotoğraflar: Anadolu Ajansı (AA)
1920'ler ve 30'larda bazı aşırı örgütler ve gruplar tarafından suikasta kurban edilmiş dört Japonya Başbakanı vardır. Onun için biz böyle bir tarihi "Artık bitti gitti; bir daha olmaz" diye düşünürdük. Bu, birdenbire o eski karanlık hatıraları geri getirdi.
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü'nden Emeritus Profesör Selçuk Esenbel, Japonya'nın önceki başbakanlarından Abe Shinzō'nun bir seçim konuşması sırasında uğradığı suikast sonucu 8 Temmuz'da hayatını kaybetmesinin yarattığı etkiyi kısaca bu sözlerle tarif ediyor.
Abe Shinzō suikastının "bu tür bir siyasi istikrarsızlığın devamlılığına yol açacağını düşünmediğini" söyleyen Prof. Dr. Esenbel'e göre, eski başbakanın öldürülmesi, birkaç gün sonra gerçekleştirilen Danışman Meclis seçimlerinin sonuçlarını "psikolojik olarak" etkilemiş olabilir.
Japonya'da muhtemel bir anayasa değişikliğinin on yıllardır gündemde olduğunu, Abe Shinzō'nun da özellikle Japonya'yı pasifist bir devlet olarak tanımlayan 9. maddedeki olası bir değişikliği desteklediğini hatırlatan Esenbel, son seçimlerle birlikte Danışman Meclis'teki gerekli çoğunluğun sağlanmasıyla "bu konuda yeni bir kapının" açıldığının da altını çiziyor.
Peki, Japonya halkı muhtemel bir anayasa değişikliği hakkında ne düşünüyor? Japonya seçmenini Türkiye ve İtalya'ya benzer bir şekilde "ılımlı pragmatik merkez sağ eğilimli bir seçmen" olarak tarif eden Prof. Dr. Esenbel, "Fakat bu merkez sağ seçmen, 1945'ten önceki militarizme dönmeyi kesinlikle istemiyor" diyor ve ekliyor:
"Anketlerde görüyoruz ki çoğunluk anayasanın değişmesini istemiyor."
Abe Shinzō'nun Japonya ve dünya siyaseti vizyonunu ve Abe Shinzō suikastı sonrası Japonya siyasetini Prof. Dr. Selçuk Esenbel ile konuştuk...
Abe Shinzō ve "eski karanlık hatıralar"
Bildiğimiz gibi Japonya'daki silah yasaları bir hayli sıkı; fakat buna rağmen Abe Shinzō suikastının gerçekleştiğini görüyoruz. Shinzō'nun öldürülmesi Japonya için ne anlama geliyor?
Ürkütücü bir olay... Çünkü bildiğiniz gibi, Japonya 1945'ten önce emperyalist bir devletti ve sonuçta Nazi Almanya'sı ile de ittifak kurup İkinci Dünya Savaşı'na Asya'daki Batı sömürge ve imparatorluklarının topraklarını ele geçirmek için yayılmacı bir politika güderek girmişti.
Sonradan da çok büyük tahribata yol açan bir savaştı bu. Avrupa cephesinde 50 milyon kişinin ölümüne sebep olan İkinci Dünya Savaşı, Asya-Pasifik cephelerinde 25 milyon kişinin ölümüne sebep oldu. Bu ölümlerin 6 milyonu Çinli ve Japon askeriydi. Geri kalan 19 milyon ise sivil halk.
Japonya'ya atılan iki atom bombasıyla hükûmet en sonunda koşulsuz teslimiyeti içeren yenilgiyi kabul etti. Savaş sonrasının Japonya'sı demokratik bir anayasanın 1947'de kabul edilmesiyle, savaştan önceki sosyal ve ekonomik çelişkilerin büyük ölçüde bertaraf edilmesiyle, bugün bir Batı Avrupa düzeyinde istikrarlı bir parlamenter demokrasi olarak bir tarih yaşadı. Onun için bu suikast çok şaşırtıcı.
Şöyle ki, 1930'larda, o dönemin çelişkili ortamı dolayısıyla, fakir ve genç zengin arasındaki uçurumun çok büyük olması ve otoriter bir eğilimin yükselişte olmasıyla Avrupa'da olduğu gibi bu tür suikastlar maalesef neredeyse olağanlaşmıştı Japonya'da. 1920'ler ve 30'larda bazı aşırı örgütler ve gruplar tarafından suikasta kurban edilmiş dört Japonya Başbakanı vardır.
Onun için biz böyle bir tarihi "Artık bitti gitti; bir daha olmaz" diye düşünürdük. Bu, birdenbire o eski karanlık hatıraları geri getirdi.
"Japonya'da silah edinmek olağanüstü zordur"
Ben bunun bu tür bir siyasi istikrarsızlığın devamlılığına yol açacağını düşünmüyorum. Ama yine de eski bir başbakanın böyle gün ışığında öldürülmesi tabii gerçekten çok sarsıcı bir olay. Anladığım kadarıyla bu suikastı gerçekleştirmiş olan kişi [Tetsuya] Yamagami internetten ısmarladığı malzemelerle evde o tabanca ve tüfek arası öldürücü silahı yapmış.
Normal, profesyonel üretimde ortaya çıkan bir tabanca veya tüfeği Japonya'da almak olağanüstü zordur. Psikolojik testlerden geçmeniz, hastaneden rapor almanız gerekir. Ve tabanca söz konusu değildir. Ancak av tüfeği alabilirsiniz. Onu da gerekçelendirerek yapabilirsiniz.
Onun için o tarafı da tabii ki şaşırtıcı. Dolayısıyla, maalesef internetin getirdiği bir arka kapıdan dolanma imkânı yaratılmış olduğunu görüyoruz. Yani, malzemeleri tek tek, ayrı ayrı ısmarlayıp evde silah haline getirmiş bu şahıs.
Suikastın seçim sonuçlarına etkisi
Abe Shinzō, seçim kampanyası kapsamında bir konuşma yaparken suikasta uğradı ve hemen ardından Japonya'da Danışman Meclis seçimi yapıldı. Siz Abe Shinzō suikastının seçimlere katılımı ya da seçim sonucunu etkilemiş olabileceğini düşünüyor musunuz?
Etkiledi. Şöyle... Bence psikolojik olarak etkiledi. Çünkü zaten Liberal Demokrat Parti (LDP), onun koalisyon ortağı olan daha küçük azınlık partisi Komeito ve bir de onun dışında bir iki tane parti var.
Onların kazanması bekleniyordu. Yani, merkez sağ bir koalisyondan bahsediyorum. Zaten senelerdir, Abe Shinzō zamanında oluşturulmuş bir koalisyon bu ve onun başbakanlığının siyasi temeli.
Fakat oylamada beklentinin biraz üstünde geldi oranlar. Dolayısıyla bu şöyle bir kapıyı açıyor Japonya'da:
Japonya parlamentosu iki meclisten oluşuyor. Biri Temsilciler Meclisi, diğeri de Senato diyebileceğimiz Danışman Meclis. İkisinin seçimleri de farklı zamanlarda oluyor. Anayasaya göre, anayasada herhangi bir değişiklik önerisi için iki meclisin de üçte iki çoğunlukla bu değişiklik önerisini onaylaması lazım. Şu anda bunun Meclis'te sağlandığı görüllüyor. Ondan sonra bu önerinin ülke çapında seçmene sunulması lazım. Dolayısıyla, referandumda da üçte iki yüksek bir çoğunluk elde edilmesi gerekiyor.
Sırada anayasa değişikliği mi var?
Fakat birinci aşama Japonya'da çok zordu. Şu ana kadar her ne kadar merkez sağ, yani koalisyonun ortakları olan partiler gerek Temsilciler Meclisi'nde olsun gerek Senato'da olsun uzun süredir uzun soluklu bir şekilde çoğunluğu sağlamışsalar da anayasa değişikliği için gerekli olan üçte iki çoğunluğu hiçbir zaman elde edemiyorlardı.
Tabii şimdi kaygı verici nokta şu: Abe Shinzō zamanından beri, yani geçmişte de farklı başbakanların döneminden beri uzun soluklu bir gündem var Japonya siyasetinde. Merkez sağ, anayasanın bazı maddelerini değiştirmek istiyor. Özellikle 9. madde...
Bu, resmi olarak Japonya Devleti'ni pasifist (barışçı, barış yanlısı) bir devlet olarak tanımlayan çok özgül bir anayasadır. 1947'de İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra o ortam ve psikolojide ABD işgali yönetiminin amacı doğrultusunda yazdırılmış bir anayasadır.
9. madde, casus belli (bir ülkenin savaşa girme egemenlik yetkisi), yani Japonya Devleti'nin uluslararası bir çatışmaya katılacak askeri bir savunma gücü bulundurmasını yasaklıyor. Yani, bir başka deyişle, silahlı kuvvetlerin mevcudiyetini kurumsal olarak yasaklayan bir madde bu.
Ancak, daha sonraki Kore Savaşı, değişik siyasi iniş-çıkışlar ve dolayısıyla Soğuk Savaş ortamında sadece Japonya toprakları içindeki herhangi bir çatışmaya karşı kullanılabilecek bir savunma gücü var: Jietai veya Savunma Gücü. Ancak ülke içinde faaliyet gösterebilir. Bizim Türkçedeki tekabülünün jandarma olduğunu söyleyebiliriz belki.
Yani, yurtdışında herhangi bir hareket yapamayan, dolayısıyla uluslararası sularda veya karada kendini savunmak için bir çatışmaya giremeyen bir jandarma gücü var Japonya'nın. Gerçi, çok yüksek teknolojiye sahip, çok dikkate alınması gereken bir askeri güçtür bu ama jandarmadır.
Dolayısıyla, bunu değiştirmek istiyordu Abe. Çok açık bir şekilde bu pasifist ilkeyi yumuşatmak istiyordu. Merkez sağ ve daha aşırı sağ çevrelerin uzun soluklu bir gündemidir bu. Ama hiçbir zaman mecliste böyle bir öneriyi referanduma sunacak çoğunluğu elde edememişlerdi. Şimdi o çoğunluğu elde etmiş olmaları tabii ki birdenbire epey yeni bir kapı açıyor.
Şimdi, Başbakan [Fumio] Kishida acaba Abe gibi "9. maddeyi değiştirmemiz lazım. Artık bugünün dünyasında Japonya kendi silahlı kuvvetlerine sahip olmalıdır" gibi bir gündemi kuvvetle ittirecek mi? Yoksa daha temkinli mi davranacak? Başka bir sürpriz siyasetçi de ortaya çıkabilir ve bu hareketin sorumluluğunu alabilir. Yani, bir kapı açıldı orada ve bunu tabii değerlendirmek lazım.
Japonya seçmeni ne düşünüyor?
Bahsettiğiniz gibi bir referandum durumunda Japonya halkının tepkisi sizce nasıl olur? Böyle bir değişikliği kabul etme ihtimalleri var mıdır sizce eğer böyle bir referandumla karşılaşırlarsa?
Japonya halkı, yani Japonya seçmeni çok ilginçtir. Son 20-30 yılı incelediğiniz zaman görebilirsiniz ki Japonya seçmeni tıpkı İtalya ve Türkiye seçmeni gibi genelinde ılımlı pragmatik merkez sağ eğilimli bir seçmendir.
Diyelim ki belediye başkanlarını çok daha liberal ve sol partilerden rahatlıkla seçer ama genel seçimlerde daha muhafazakâr eğilim gösterir. Ve bu yıllardır böyledir. Yani, çok şaşırtıcı değil. Bazen o merkez sağ koalisyonun içinde bölünmeler olur. O bölünmelerden dolayı birkaç kere farklı partiler iktidara geldi ama genel eğilimi statükocu ılımlı merkez sağ yönündedir.
Fakat bu merkez sağ seçmen, 1945'ten önceki militarizme dönmeyi kesinlikle istemiyor. Savaş o kadar büyük bir yıkım yarattı ki Japonya'da... O militarizm dönemi, otoriter uygulamaların yükselişte olduğu 1930'lu yıllar, İkinci Dünya Savaşı'nın agresif, yayılmacı, emperyalist tecrübesi gibi tüm bunların çerçevesinde aynı seçmen, yani merkez sağa oy veren seçmen anayasa değişikliği gündeme geldiğinde son derece de şüphe gösteriyor ve geriye çekiliyor.
Şu ana kadar resmi bir referandum yapılmasa da muntazam olarak çeşitli kurumlar ve gazeteler tarafından bir anket yapma geleneği var Japonya'da; yani sürekli olarak bu tür gündemleri değerlendirmek için...
Oralarda, o anketlerde görüyoruz ki çoğunluk anayasanın değişmesini istemiyor. Çünkü 9. maddeyi değiştirirseniz, kadın-erkek eşitliğini tanıyan başka bir madde var, belki bu, onun değişikliğine de yol açabilir.
2012'deki taslak tepkiyle karşılanmıştı
Nitekim Abe'nin Başbakanlık döneminde 2012'de kamuoyuna ilk sunulan Anayasa Revizyonu Taslağı büyük bir tepkiyle karşılandı. Bu taslakta, İmparator tekrar devletin başı olarak yetkili tanımlanıyor, birey hakları kısmına aile birliği kavramı eklenerek daha muhafazakâr bir eğilim sergileniyor. "Kültürel geleneklerin" korunması ifadesi altında, 1945 öncesinde Japon imparatorluğunun milliyetçilik ideolojisi için kullanılan Shinto devlet dini rituellerinin ve ibadet mekânlarının devlet bütçesi tarafından tekrar sağlanmasına yol açabilecek bir ifade var.
Dolayısıyla, genel olarak bu taslak liberal bireyin hak ve özgürlüklerini kuvvetle tanımlayan 1947 Anayasasından daha tutucu bir metni temsil ediyordu. Nitekim kamuoyu tepkilerinin karşılığında LDP, taslağı geri çekti ve Abe Shinzō'nun ifadesiyle üzerinde çalışmalar yapılabilecek bir "tarihi belge" olarak değerlendirme durumunda kalındı.
İmparator şu andaki anayasaya göre milletin devletiyle olan birliğinin sembolü. Devletin başkanı değil. Dolayısıyla, kendi otoritesi, yetkisi yok. Ama bu anayasa değişikliği isteyen çevrelerin faaliyetlerini yakından incelediğiniz zaman ve onların görüşlerini takip ediyorsanız İmparatoru tekrardan devletin başı yapmak eğilimi de var bazılarının içinde.
Hatta ve hatta anayasanın getirdiği bu sınırsız demokrasiye karşı olanlar da var. Yani, ciddi bir otoriter eğilim gösteren çevreler de söz konusu. Çoğunluk değiller ama mevcutlar. Seçmen bunu istemiyor.
Fakat tabii zaman seçmenin de görüşlerini etkileyebilir. Nesiller değişiyor sonuçta. Hele bu suikasttan sonra acaba bir potansiyel, referandumda seçmeni de anayasada değişiklikler yapmaya ikna edecek bir ortam doğar mı, doğmaz mı? Bunu artık bekleyerek göreceğiz. Belli değil şu anda.
Ben şahsen Japon kadın ve erkeklerinin 1947 özgürlükçü anayasasının yarattığı uzun soluklu istikrarlı bir demokrasi içinde yasamış olmaktan çok fayda görmüş oldukları için hemen vazgeçeceklerini sanmam. Fakat bildiğiniz üzere, referandumlar aslında hukuken evrensel ilkeleri korumak için çok kötü bir yöntem. Bir çoğunlukla hatalı bir hukuki sürece girilebiliyor.
Abe Shinzō sonrası Japonya dış politikası
Bir yandan da dünya gündemine baktığımızda Rusya'nın Ukrayna'yı işgaliyle başlayan savaşın devam ettiğini ve uzun yıllardır sürdürdüğü pasifist veya tarafsız duruşunu bir yana bırakan Avrupa ülkelerinin olduğunu görüyoruz. Japonya'da da böyle bir anayasa değişikliği ihtimali olduğunu düşünürsek, siz dış politikada bundan sonra nasıl bir Japonya öngörüyorsunuz?
Şimdi şöyle; bu anayasa değişikliği olsun ya da olmasın... 1980'lerden beri anlaşılır nedenlerden Japonya'nın daha proaktif bir dış politika gütmesinin ve ulus devletinin yetkilerine Batı dünyasındaki demokrasiler ölçüsünde sahip olmasının doğru olduğunu düşünüyorum.
Bu benim şahsi görüşümdür; ben bunu o kadar da anormal bulmuyorum. Çünkü ben 1930'lardan sonra, 1950'lerde tekrardan inşa edilmiş Japonya'nın erken döneminde orada yaşadım. Yani, 60'ların başlarında Japonya'daydım, üniversitedeydim. Dolayısıyla, aradan geçen yıllar boyunca olan siyasi, sosyal ve kültürel dönüşüme müşahede edebiliyorum.
80'lerde, Soğuk Savaş'ın bitişine yaklaştığımız yıllarda, Japonya'daki siyasetçiler daha açık bir şekilde şöyle dedi: "Tamam, militaristlere karşıyız. Çok kötü, korkunç bir tecrübe yaşandı ve ülkemiz yıkıma uğradı. Demokrasi taraftarıyız ve Batının müttefikiyiz. Bunu da kabul ediyoruz."
Bunu diyen merkez sağ aynı zamanda Japonya Devleti'nin hâkimiyet haklarının da tekrardan tamamlanması taraftarı bir duruş sergilemeye başladı. Çünkü "silahlı kuvvetler bulunduramaz" demek siz, bir devlet olarak hâkimiyet hakkınızdan feragat ediyorsunuz demek. İlelebet 1960 Japonya-ABD Askeri Savunma Anlaşmasına bağımlı olmak demek oluyor.
ABD İttifakı Japon merkez sağ kesiminin pragmatizm ilkesinin başat temelidir. Ancak, bu ilişkiyi Savunma Anlaşmasından, Japonya-ABD İttifakına dönüştürmeyi 1996 yılında başaran Japon hükûmetleri, İttifakta Japonya'nın eşit olarak ABD ile işbirliği yapmasını öngörüyor.
Ne demek oluyor bu?
Diyelim ki bir ülke size saldırdı. Yani, tatsız bir olay ama öyle bir şey olabilir. Bir ülke - diyelim, Japonya halkının en kaygı duyduğu Kuzey Kore - size bir saldırıda bulundu. Siz o saldırı karşısında kendi sınırlarınızın dışına çıkarak ülkenizi savunamıyorsunuz. Böyle bir yetkiniz yok. Kendi vatandaşınızı savunmak için savunma gücünüzü kendi sınırınızın ötesine yollayıp düşmanı ileri bir cephede karşılayıp ülkenizi koruyamıyorsunuz.
Savaş yapma yetkisi, tatsız bir konu olmasına rağmen bir devletin hâkimiyet hakkının bir parçasıdır. Öyle bir yetkidir bu ve aşağı yukarı bütün demokrasilerde de vardır. Japonya şimdi onu tekrar kazanmak istiyor. Başbakan [Yasuhiro] Nakasone'den itibaren, zaman zaman [Junichiro] Koizumi bir kere kesinlikle 2000'li yılların başında bunu artık açıkça dile getiriyordu.
Abe Shinzō'nun "vizyonu"
Abe Shinzō, bunu resmen siyasi bir gündem haline getirmişti, diyebiliriz. Yani: "Bu, şart. Biz, 9. maddeyi değiştirmek zorundayız. Çünkü dünya hızlı bir şekilde dönüştü." Soğuk Savaş bittikten sonra, ABD bir ara dünya lideri oldu. Tek süper güç oldu. E, o bitti.
Yani, ABD belki hala dünyanın en ileri süper gücü diye tanımlanabilse de Rusya var, Çin var, bölgesel güçler var, Kuzey Kore gibi... Özellikle bayağı hasmane tavırlar içinde olan ve nükleer kapasitesini geliştirmiş olan değişik bir rejim o. "Dolayısıyla, böyle bir dünyada biz kendimizi savunabilme yetkisine sahip olmalıyız." Bunu çok açık bir şekilde söyledi.
İkincisi, Abe Shinzō neden önemliydi başbakan olarak? Çünkü Japonya Dışişleri Bakanlığını ve de başbakanlığı harekete geçirerek önemli bir jeopolitik stratejiyi geliştirdi. Bu kelimeyi sevmiyorum ama vizyon kelimesini kullanacağım: Bu, Abe Shinzō'nun vizyonuydu:
ABD ile işbirliği içinde ama Soğuk Savaş dönemindeki gibi "ABD söyler, Japonya Başbakanı başını eğip onu takip eder" gibi bir ilişki değildi bu. Abe, "Değişen dünyaya yeni bir jeopolitik stratejiyle karşılık vermemiz lazım" dedi ve Hint-Pasifik Okyanusu ittifakı ve bölgelerarası işbirliği vizyonunu geliştirdi. O buna inanıyordu. Bence bu gerçekten takip edilmesi gereken bir gelişme.
Türkiye maalesef bazen kendi bölgesindeki çalkantılar dolayısıyla burnunun ötesindeki gelişmeleri göremiyor. Ama Avrupa da göremiyor bana sorarsanız. Yani, dünya stratejisi ve dünya siyaseti tekrardan okyanuslara kaymış vaziyette. Atlantik Okyanusu, Pasifik Okyanusu ve Hint Okyanusu'na hâkim olan ekonomik ve siyasi güçler... Ki bunu tanımlayabiliriz:
Bir, Anglo-Sakson dünyası diyebiliriz. Yani; Avustralya, Yeni Zelanda, ABD Kaliforniya sahası dolayısıyla... İngiltere, Başbakan Boris Johnson zamanında bu işbirliği stratejisine katılmak için adımlar attı. Büyük bir ihtimalle İngiltere'yi de buraya sayabiliriz. Hindistan ile flört ediliyor. Hindistan olabildiğince bu okyanuslar arası işbirliğine davet ediliyor.
Japonya kendisi açısından çeşitli nedenlerden dolayı, tarihi nedenlerden dolayı İkinci Dünya Savaşı'na rağmen ilişkilerinin özellikle nispeten olumlu olan Malezya, Endonezya ve Güneydoğu Asya ülkeleri, yani ASEAN ülkeleri ve Güney Kore ile beraber bu deniz aşırı bölgeler arasında işbirliği topluluğu kurulması için büyük çaba gösteriyor.
Hint-Pasifik Okyanusu ittifakı
Bir başka değişle ne oluyor? Doğu Afrika, Hint Okyanusu, Pasifik Okyanusu, aşağıda Avustralya, Yeni Zelanda, İngilizce konuşan halkların oturduğu bölgeler... ABD, Japonya, Güney Kore, Güneydoğu Asya ülkeleri ortak ilkeler etrafında işbirliği yapacaklar.
Doğu Afrika sahil ülkelerini de eski Fransa /İngiltere imparatorluklarının parçası olmuş olan bölgeleri içeren Anglo Sakson ülkeleri/Hindistan/ Japonya/Güney Doğu Asya/ Güney Kore arasında istihbarat, askeri işbirliği, savunma politikasına dayanıyor.
Bu ortak ilkeler, rejim farklılıklarına rağmen, temel hukuk devleti, uluslararası hukuk kuralları, demokratik değerlere saygı, serbest ticaret, savunma ve güvenlik konularında işbirliğini içeriyor.
Japonya Dışişlerinin "Hür ve Açık Hint–Pasifik Okyanusu" bölgelerarası işbirliği stratejisi herhangi bir "düşman" veya "hasım" belirtmiyorsa da, Avrasya kıtalar arasında kara üzerinde gelişen Rusya/Çin nüfuz alanlarına rakip bir dünya stratejisi olduğu çok belli. Japonya tarafı dünya ekonomisinde yükselen Çin'in yakın zamanlarda gösterdiği otoriter eğilimlerine karşı bu Hür ve Açık Hint Pasifik Okyanusu projelerinde "kurallara uyumlu davranılırsa" koşuluyla, Çin ile işbirliğine de açık olduğunu belirtiyor.
Bu stratejiyi bir nevi ulusötesi bir "sur" olarak düşünün. Deniz üzerine inşa edilmiş bir savunma duvarı gibi... Bir savunma, bölgelerarası işbirliği... Aynı zamanda ekonomik işbirliği, aynı zamanda da siyasi işbirliği...
Ben bu gündemi uzun süredir dikkatle takip ediyorum. Abe Shinzō somutlaştırdı bunu. Yani, lafta kalmadı bu iş. Afrika, Hindistan, Güneydoğu Asya'ya yatırım götürdü, çok proaktif bir şekilde kendisi o bölgedeki değişik devlet başkanları ve başbakanlar ile çok yakın ilişkiler kurdu. Yani, bu hareketin sözcüsüydü. O açıdan bence onun öldürülmüş olması sarsıcı bir olay. Çünkü bir dünya dönüşümünde yeni bir bölgelerarası işbirliği hareketinin lideriydi Abe Shinzō. Ben şahsen üzüldüm.
Şimdi Abe Shinzō'nun pabuçlarını tekrardan birisi doldurabilir mi? Onun yerine birisi gelir mi, gelemez mi bilmiyorum. Ama bu Hint-Pasifik Okyanusu işbirliği vizyonu takip edilmesi gereken bir vizyondur.
Japonya siyasetinde kadın temsili
Son olarak, yeniden Danışman Meclis seçimine dönecek olursak; seçimlerde 181 kadın adayın yarıştığını ve bu adaylardan 35'inin meclise girdiğini görüyoruz (yüzde 28). Siz bu bağlamda kadınların Japonya siyasetindeki temsilini nasıl değerlendirirsiniz?
Bu iyi. Çünkü ben eskiyi hatırlıyorum- Japonya'da kadınlar siyasi açıdan son derece tutuktu. Yani, geleneksel, ataerkil kültür vs. eleştirisi köklüdür Japonya'da. Öte yandan, kadının konumunu değerlendirmek için başka nedenler de var. Tabii ki Türkiye ile mukayese edilemez ama Türkiye'ye nazaran Japonya'daki kadınların bir kere yüzde 90'ı lise mezunu, yüzde 50'ye yakını da üniversite mezunudur. Yani, çok okumuş yazmış bir kitleden bahsediyoruz.
Kadınların çalışma hayatına daha aktif bir şekilde katılmaya başlaması ekonomi dönüşümün bir gereksinimi olarak 80'li ve 90'lı yıllarda başladı.
İlginçtir; Abe Shinzō, kadınların aktif bir şekilde topluma, siyasete ve çalışma gücüne katılmalarını istiyordu. Hatta çok ilginç bir slogan da icat etmişti Abe Shinzō'nun kendisi: "Parlayan kadınlar." Yani, toplumun içinde böyle bir ışık huzmesi saçan, kamuoyunun önünde görülebilir parlayan kadınlar istediğini söyledi. Ve bunu çok teşvik etti. O açıdan çok önemli bu dönüşüm.
Kadınların siyasete katılımını inceleyen, uluslararası platformda üretim yapan çeşitli sosyal bilimciler var. Amerika Birleşik Devletleri veya Kuzey Avrupa ülkeleriyle mukayese ettiklerinde Japonya'yı hep çok muhafazakâr ve geri bulurlar genel değerlendirmede. Fakat bu açıdan son yıllarda, son yirmi yıldır önemli bir dönüşüm yaşandı. Şu anda bu sonuç bence önemli bir sonuç. Yani, Japonya'da bir kırılma noktasına gelindiğini ve kadınların siyasette daha görünür olduğunu gösteriyor.
Tabii daha da ilginç olan, kadınların siyasete giriş kapısının merkez sağ olması. Bence o tarafı enteresan. Çünkü merkez sağın kadınların katılımını kabul etmesi önemlidir. İlericiler ve solcular zaten bunu söylüyor. Ama merkez sağ istiyorsa kadın-erkek eşitliğini o zaman o topluma mal olacak, etkisi olacak bir görüş olur. Ben bunu önemsiyorum. Yani, önemli bir eşiğe gelindiğini düşünüyorum.
"Demokrasi vurgusu önemli"
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bahsettiğim Pasifik Okyanusu Stratejik Vizyonu, hiçbir zaman bir düşmana karşı olarak tanımlanmıyor. Yani, bu stratejik vizyon "biz şu devletlere karşı böyle bir eğilim yapıyoruz" diye tanımlanmıyor.
Abe Shinzō bunu hep şöyle tanımlamıştı: Ortak bir serbest ekonomi düşüncesi olan, serbest ticaret isteyen ülkeler, ama onun yanı sıra "Ben ticaret yaparım, para yaparım. Ama rejimlerden bana ne? Diktatörlükler de otoriterlikler de olabilir" gibi bir görüşten farklı olarak hukuk devletine inanan, parlamenter demokrasiyi benimsemiş, onu geliştirmeye çalışan rejimlerin ittifakı. Bu önemli. Yani, bu ittifak böyle bir askeri ya da "Biz Batı'ya karşı tavır koyuyoruz" şeklinde bir tutum değil.
Geçmişte de örneği var. Yani, 1900'lü yıllarda İngiliz İmparatorluğu ile Japonya benzer bir ittifak kurmuşlardı. Sanki onun hafif, arka kapıdan bir canlandırılması gibi geliyor bana bu. Ama tabii ki pek söylenmese de ifade edilmese de Avrasya kıtasında hâkim olan ve diyelim ki otoriter karakteri olan rejimlere karşı bir rekabet unsuru yaratmak istediği de çok aşikâr.
Yani, parlamenter demokrasilerin işbirliği demesi bence çok önemli bir mesajdı. Nitekim Ankara'daki Japonya Büyükelçisi de "Gelecekte Türkiye de böyle bir topluluğun bir üyesi olsa ne iyi olur" filan gibi görüşler ifade etti bize bir konuşma yaptığı zaman. Yani, "demokrasilerin işbirliği olmalı" denmesi bence önemli. (SD)