İki sene önce bu zamanlarda Güney Afrika'nın Durban şehrindeydik. Durban'ın günde en az beş kez değişen havasına; sabahları güneşli, öğleden sonra rüzgarlı, akşama doğru serin, gece gümbürdeyen yağmurlu, sabaha yeniden güneşli hallerine uyum sağlamaya çalışıyorduk.
Almanya'dan Durban'a gittiğimizde gün ışığı birden bire tam beş saat kısalmıştı. Almanya'nın uzun yaz günlerinde saat onda kararan hava (!) birden saat beş de kararmaya başlamış, kararan havayla yurtlarımıza tıkılmış olma gerçeği daha da üzerimize çökmüştü.
Durban güvenli bir şehir değildi. Ne de olsa seksenlerin ortalarına kadar iç savaşın hüküm sürdüğü, politik değişimin çatışma ile kendini en sert biçimde gerçekleştirdiği şehirlerden biriydi. Nüfusu çoğunlukla Apartheid döneminin bir mirası olarak kırsal kesimde oturan Siyahlardan oluşuyordu.
Bir de 19. yüzyılda Hindistan'dan iş gücü olarak getirilen Hintliler vardı. Zamanla burjuvalaşan Hintlilerle Siyahlar arasında, Siyahlarla Beyazlar arasında hepsinin birbirleriyle aralarında henüz aşılamamış görünmez duvarlar vardı.
Bütün bunların üzerine AIDS ülkeyi fena halde vurmuş, iş gücü, aile, eğitim, sağlık ülkenin tüm sosyo-ekonomik dengelerinin alt üst olduğu feci bir tablo ortaya çıkmıştı.
Tüm bunların ortasında biz çoğunlukla 'Beyaz' olarak nitelenemeyecek ama beyazımsı bir grup uluslar arası öğrenci olarak sürekli uyarılıyorduk, yalnız şehir merkezine gitmememiz, geceleri kampus içinde her zaman yanımıza bir güvenlik görevlisi isteyerek yurda dönmemiz, bir saldırı/tecavüz durumunda hemen gerekli numaraları aramamız vs. konularında...
Bu haleti ruhiye içerisinde imdada yetişen tek ve en önemli şey müzikti.
KwaZulu Natal Üniversitesi'nin kampusunda öğlen saatlerinde ve Çarşamba günleri caz kulübünde caz konserleri veriliyordu. Konserler, kurumuş, cılızlaşmış sosyal hayatımıza can veren tek kaynaktı.
Tüm Afrika'dan ve hatta Avrupa'dan caz sanatçıları dinleme lüksüne sahip olduğumuz Çarşamba günleri, bizi, cazın insanın içini kıpır kıpır eden, insanı yerinde durdurmayan tınılarıyla tanıştırdı.
Girişin ve içkilerin çok cüzi bir ücret karşılığı olduğu bu bar benzersiz bir nefes alma alanı haline geldi Durban'da kaldığımız dört ay boyunca.
Caz Afrika'da bambaşka çalınıyor, bambaşka dinleniyordu. Okulun etrafındaki kafeteryalarda çıkan amatör grupların yaptığı cazı dinlerken oturmak ne mümkün? Tınıyı duyan Afrikalı kadınlar önce fırlıyordu yerinden, müziğin ritmine uygun, küçük ve yuvarlak hareketlerle başlıyorlar dansetmeye; vücudu oraya buraya anlamsızca sallamaktan ziyade müzikle ilişkilenen, vücuduyla müziği hisseden bir dans...
İşte bu atmosfer içinde, grup halinde şehir merkezine gittiğimiz bir gün Abdullah İbrahim'in bir best of'unu almıştık Ercü'yle.
Albümün üzerindeki resim, yüzüyle ne çok şey anlatan ama aynı zamanda ne ketum bir resimdi. Hikayesini daha sonra öğreneceğim Abdullah İbrahim, ağır ve sessiz bir ifadeyle bakıyordu dinleyicisine ve o tek ifadeyle sürgünün, müziğin, mücadelenin hikayesini anlatıyordu.
CD'yi alıp, kaldığım yurda döndüğümde hava yağmura durmuştu. İbrahim'in CD'sini taktım ve gümbür gümbür gürledi hava, yer gök birbirine karıştı tropik bir yağmur başladı, müzikle bereket aynı anda indi dünyaya.
Öğrencisi olduğum için kendimi çok şanslı addettiğim hocam Prof. Ari Sitas; Kıbrıslı, Güney Afrika'ya gönül vermiş, Apartheid'dan özgürlük mücadelesine giden meşakkatli sürecin önemli isimlerinden; bir sosyolog, aktivist, şair, oyun yazarı ve müzisyen.
Sitas, Abdullah İbrahim için "Sansasyonel bir müzisyen, Güney Afrika cazının dönüm noktası" diyor. Sitas'a göre İbrahim 1960'lar ve 70'ler boyunca Afrika'nın slumyard'larında, yani 1920'li 30'lu yıllarda madenciliğin merkezleri etrafında oluşan, Beyazların arazisi üzerine kurulan Siyah gecekondu yerleşimlerinde filizlenen Marabi müziği ile 'cazda klasik modernitenin simgesi haline gelen bebop' (Joachim Berendt'e göre) arasında bir bileşim yakalamayı başardı.
Sitas'ın bahsettiği yıllar en verimli dönem, Abdullah İbrahim'in müstakbel eşi Sathima Bea Benjamin ile birlikte Güney Afrika'nın ağırlaşan Apartheid koşullarından dolayı ülke dışına çıktığı, önce Avrupa'ya gidip Duke Ellington tarafından keşfedildiği oradan Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD) gittiği ve sonra da Afrika'ya dönüp Swaziland'a yerleştiği yıllara denk düşüyor.
Swaziland Abdullah İbrahim'in de bir dönem sürgün yeri oluyor, Güney Afrika'nın ırkçılık karşıtı mücadelesinde diğer politik faaliyetlerin sürgün yeri olduğu gibi.
İbrahim 1974'de Cape Town'a dönüp 1976'ya kadar Afrikalı müzisyenlere çalışıyor. Soweto Direnişi sonrasında Apartheid karşıtlığının simgesi haline gelen ünlü Mannenberg adlı parça bu dönemin ürünü. 1976'da ırkçı hükümetin baskıları karşısında tam bir demokratik rejim gelinceye dek Güney Afrika'yı terk ettiğini açıklayan İbrahim ABD'ye gider. Dönüşü 1992 yılından önce olmayacaktır.
1990'lı yıllar Abdullah İbrahim için Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde gerçekleştirilen filarmonik orkestralar eşliğinde konserlerle doludur ve 1998'de yayınlanan African Suit ile 2000 yılında çıkan African Symphony albümleri müzik eleştirmenlerinden tam not alır.
1934'de Cape Town'da doğan ve ilk olarak Afrika Metodist kilise müziği ve slumyard'lardaki marabi müziğiyle büyüyen Abdullah İbrahim kulağına yer eden tüm seslerden, tüm dünyada edindiği deneyimlerden bir Afrika caz ekolü yarattı.
Ari Sitas'ın da altını çizerek söylediği, 'konserlerin harika adamı, sol eliyle piyanoyu çok iyi çalabilen nadir piyanistlerden Abdullah İbrahim', bas gitar ve bateriden oluşan triosu ile 12 Ekim'de şehri İstanbul'da... Kaçırmayın derim. (TS/BA)