"Kongre ve Pentagon'daki pek çok kişi bunun dünyanın ekonomik ve politik liderliği için ABD ile Çin arasındaki kaçınılmaz çarpışmayı hızlandıracağını düşünüyor. Ama birçok işadamı ve akademisyen de, artan zenginliği ve uluslararası bağlarının Çin'i daha demokratik ve küresel istikrardan yana bir güç haline getireceği kanısında."
Yazarlar, "Her ikisinin de tarihî dayanakları var" diye devam ediyordu. "Berkeley'deki Kaliforniya Üniversitesi'nden ekonomi tarihçisi Brad DeLong, İngiltere'nin 19. yüzyılda ABD'nin bir sanayi devi olarak öne çıkışı karşısındaki politikalarında yararlı bir paralellik görüyor. 1840 sonlarında ABD ve İngiltere'nin (o zaman dünyanın tek süper gücü) Kuzeybatı Pasifik'teki toprak anlaşmazlıkları ve aynı bölgedeki çok kazançlı kürk ticaretinden dolayı savaşın eşiğine geldiğini, sonraki yıllarda ise İngiltere'nin ABD'yi sindirmek yerine onunla uyuşmayı tercih ettiğini belirtiyor. DeLong, 1900'e gelindiğinde ise artık çatışma fikrinin, 'ticaret bağları ve ekonomik bağlar çok sıkılaştığı, politik sistemler çok uyumlu hale geldiği için aptalca' görüldüğünü söylüyor. Benzer bir biçimde, Çinlilerin ekonomik gelişimlerine ABD'nin köstek değil destek olduğunu zamanla görmeleri halinde dünyanın daha güvenli olacağı görüşünde."
Makalede, Nixon'dan beri ABD'nin Çin politikalarındaki yalpalamasının altı da çiziliyordu:
"Başkan Nixon'un 1970'lerin başında ABD'nin Çin'e açılmasına öncülük etmesinden bu yana her yönetim Pekin'i açık bir dost görme ile potansiyel bir düşman görme arasında bocaladı. Bush yönetimindeki bazı Asya uzmanları şimdi, ABD'nin Çin'e karşı geçen yıl 160 milyar dolara ulaşan ticaret açığının politik yansımalar olmaksızın sürdürülemeyeceğinden endişe duyuyor. Ayrıca, daha uyuşmacı Dışişleri Bakanlığı'nda bile, Çin'in enerji kaynakları peşinde oluşunun Burma ve Venezüella gibi yerlerde hoş olmayan hükümetleri güçlendirdiğine ilişkin endişe giderek artıyor."
"Çin'in niyetleri üzerine daha endişeli görüşlerin, uzun bir gecikme ve sıcak bir iç münazaranın ardından önümüzdeki hafta Pentagon'un Çin askeri gücü değerlendirmesinde açıklanması bekleniyor. Savunma yetkilileri raporun arabulucu inceleme süreçlerinde fazla yumuşatılmadığını ve Beyaz Saray ile Dışişleri Bakanlığı'ndaki bazı kişilerin ayıklanmasını umdukları bir dizi potansiyel çatışma senaryosunu içereceğini belirtiyorlar."
Makalenin yayınlanmasından bir hafta sonra, 4 Haziran 2005'te ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, International Institute for Strategic Studies adlı kuruluş (IISS) tarafından Singapur'da düzenlenen "Asya Güvenlik Konferansı"nda şöyle diyordu:
"Soğuk Savaş geride kalmış olsa da bu bölge maalesef hâlâ bazı eski düşmanlıkların yükünü taşıyor ve askeri bütçeler artıyor. Bunlar üstünde durulması gereken meseleler."
"Çin'in öne çıkışı bu dönemin önemli bir yeni gerçeğidir. Aslında dünya, barışçı çözümleri destekleyen bir Çin'i, çalışkan ve iyi eğitimli insanları uluslararası barışı ve karşılıklı zenginleşmeyi destekleyen bir Çin'i dostça karşılar. Ama Çin'e ilişkin içten bir tartışmada, bölge açısından önem taşıyan meseleler göz ardı edilemez."
"ABD Kongresi, ABD Savunma Bakanlığı'nı, Çin'in askeri stratejisi ve modernizasyonu üzerine yıllık rapor vermekle yükümlü kılıyor. Bakanlığın 2005 raporu yakında yayınlanacak."
"Başka şeylerin yanı sıra raporda şu sonuca varılıyor ki, Çin'in savunma harcamaları Çin yetkilileri tarafından bildirilenden çok daha yüksektir. Çin'in dünyadaki üçüncü büyük askeri bütçeye, kesin olarak da Asya'daki en büyük askeri bütçeye sahip olduğu tahmin ediliyor."
"Çin'in füze gücünü, füzelerinin sadece Pasifik bölgesinde değil dünyada pek çok farklı yere ulaşmasını sağlayacak biçimde, aynı zamanda da bu bölgedeki füze yetkinliğini artırarak genişlettiği görülüyor. Çin, aynı zamanda gücünü yansıtma yeteneğini artırıyor ve ileri askeri teknoloji sistemleri geliştiriyor."
Rumsfeld hemen ardından şu soruları yöneltiyordu:
"Çin'i tehdit eden bir devlet olmadığına göre insan merak ediyor: Yatırımların sürekli artması neden? Bu sürekli, giderek büyüyen silah alımları neden? Bu sürekli, büyük çaplı askeri konuşlandırmalar neden?"
Singapur konuşmasından üç gün sonra Reuters tarafından geçilen haberdeki veriler, Rumsfeld'in mide bulandırıcı pişkinliğini güncellenmiş rakamlarla ortaya serecekti. Haberde, 2004 yılında dünyada askeri harcamaların bir önceki yıla göre yüzde 5 artarak 1 trilyon doları aştığı ve bunda ABD'nin askeri harcamalarındaki artışın başrolü oynadığı bildiriliyordu.
İsveç merkezli Stockholm International Peace Research Institute'un (SIPRI) raporuna göre ABD 455 milyar dolarlık askeri harcamalarıyla (2003'deki 405 milyar dolara göre yüzde 12 artış) tüm dünyadaki askeri harcamaların yaklaşık yarısını temsil ediyordu. ABD'nin askeri harcamaları aynı zamanda bu ülkenin gayrisafi milli hasılasında yüzde 3.9'luk bir paya ulaşmıştı (1999'da yüzde 3.0). Çin'in askeri harcamaları ise 2004'de önceki 10 yılın ortalamasına göre azalarak 35 milyar dolara düşmüştü.
Öte yandan Pentagon'un 2005 Çin Raporu, Singapur konuşmasını izleyen günlerde de yayınlanmıyor, rapor ertelendikçe erteleniyordu. Singapur konuşmasından bir ay sonra, 5 Temmuz 2005'te Reuters tarafından geçilen haberde, raporun Bush yönetiminin görüşlerine uygun hale getirilmesi için çalışmanın genişletilmiş olabileceği bildiriliyordu. Haberde ayrıca, 1999'da yapılan kanunî düzenlemeye göre Kongre'ye 1 Mart'ta sunulmuş olması gereken raporun ne zaman yayınlanacağının belirsiz olduğu da ekleniyordu. (6)
Raporun yayınlanmasındaki rötar, sadece ABD yönetimi değil tüm "yurtsever koalisyon" içindeki Çin tartışmasının kritik bir düzeyde sürdüğü anlamına mı geliyor, yoksa Bush yönetiminin kristalleşmiş bir Çin politikası var da rapordaki uygunsuz yaklaşımların buna "uygunlaştırılması" çalışmaları mı devam ediyor? Çeşitli meseleler karşısında gösterilen tepkiler ve yapılan değerlendirmelerle birlikte ele alındığında, rötarın daha genel bir tartışmanın sonucu olduğu söylenebilir.
Japonya 1932-ABD 2001
Ip ve King Jr'ın makalesine geri dönüyoruz. Makalede bir de Asya Enerji Raporu'na atıfta bulunularak şöyle deniyordu:
"Çin üzerine farklı görüşler, ordu ve Wall Street yetkililerinin Çin'in ekonomik ve askeri yükselişinin etkilerine ilişkin görüşlerini paylaşmak üzere New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nde bir araya geldiği 2001 yılında da çok belirgindi. Toplantının düzenleyicisi, o zaman ABD Deniz Harp Akademisi'nde öğretmen olan Thomas Barnett, iki grubu birbirine yakınlaştıracağını umuyordu. Ama grupların karşıt görüşleri iyice pekişti."
"Şimdi yazar ve danışman olan Barnett, Wall Street katılımcılarının, 'Güvenlik meselelerine baktığımda Çin'le stratejik bir ortaklığın nasıl daha da zorunlu olduğunu görüyorum' dediğini söylüyor; ordu temsilcileri ise, 'Vay canına, bütün bu ekonomik rekabeti kavradığımda Çin'le savaş bir o kadar kaçınılmaz görünüyor' diyormuş."
Makalede Barnett'ın sözlerine atıfla altı çizilen kısacası şuydu: İş dünyası ve siviller Çin'le iyi ilişki, hatta "stratejik ortaklık" yanlısı; askerler ise bunu bir ihtimal olarak görmüyor ve sıcak çatışmaya hazırlanıyor.
Makalede sözü edilen Wall Street katılımcıları kimdi? ABD'nin en büyük devlet borcu satıcısı Cantor Fitzgerald'ın üst düzey yöneticileri. Wall Street'te alınıp satılan Amerikan devlet borcunun resmi temsilcileri konumundaki askerlerse, Ip ve King Jr'ın çizdiği tabloda kötümser, cahil ve sonuçta sorumsuz unsurlar olarak yerlerini almışlardı.
Makalede "barışçı sivil-savaşçı asker" kutuplaşmasını vurgulayan bu bölümden sonra gelen, Japonya tarihine ilişkin şu satırları da okuyalım:
"Tarih, ekonomik ilişkilerin ülkeler arasında çatışmaları engellemeye yaradığını, ama bunun tek başına yeterli olmadığını gösteriyor. Tokyo'daki Waseda Üniversitesi'nden Japon ekonomi tarihçisi Hideaki Miyajima (Harvard'da misafir öğretim üyesi), 1920'lerde Japonya'da düşük ithalat tarifeleri olduğunu ve ülkenin demokratik, sivil hükümetinin teknolojik farkın hızla kapatılması için Avrupa ve ABD şirketleriyle işbirliklerini teşvik ettiğini söylüyor. Japonya'nın tek büyük otomobil montaj tesisini General Motors ve Ford Motor yönetiyormuş. Japonya'daki 'zaibatsu'nun (sanayide faaliyet gösteren holdingler) yöneticileri Batı yanlısıymış. Pek çoğu çocuklarını Amerikan üniversitelerine gönderiyormuş."
"Ama bu Batı yanlısı elitler, militarizmin ve emperyal genişlemenin güçlerine direnemeyecek kadar zayıfmış. Miyajima, ekonomik bunalımın, ordunun gücünü aldığı geniş tarım nüfusuna orantısız bir darbe indirdiğini belirtiyor. Bu [darbe] ekonomik eşitsizliği artırıyor ve geleneksel iş elitine öfkeyi körüklüyor."
"1932'de ordu destekli sağcı milliyetçiler, hem Japonya başbakanını hem de iş dünyasının önde gelen temsilcilerinden, Massachusetts Institute of Technology eğitimli Mitsui Grubu yöneticisi Takuma Dan'ı öldürüyorlar. 1936-37'de ordu yönetimi eline alma işini tamamlıyor ve çelik, otomotiv, makine gibi askeri açıdan stratejik sanayi kollarında ithalatı ve yabancı yatırımları sınırlandırmaya başlıyor. GM ve Ford ülkeden ayrılmaya zorlanıyor; yerlerini Toyota Motor ve Nissan Motor alıyor..."
Japonya'nın yakın tarihine ilişkin bu satırlar, özellikle de 1932'deki "ordu destekli suikastler", kısa bir makalede ABD'deki iş dünyası-ordu kutuplaşmasıyla birlikte okunduğunda bazı şeyler çağrıştırıyor. Makalenin yazarlarının bu paralelliği de "yararlı" gördükleri, oraya peş peşe laf olsun diye koymadıkları ortada.
Okuru "militarist ve emperyal genişlemeci güçler"in neler yapabileceği üzerine düşünmeye çağırırken bağlamı böyle kuran, Japonya'daki ordu destekli 1932 suikastleriyle ABD'deki -2001'de daha da pekiştiği söylenen- iş dünyası-ordu kutuplaşması arasında paralellik ima eden bir makale, büyük ihtimalle The Wall Street Journal'da daha önce yayınlanmamıştır.
Belki 2001'deki Asya Enerji Raporu tartışmalarından sadece aylar sonra, 11 Eylül 2001'de uçakların çarptığı yerin tam da tartışmaların yapıldığı yer olduğu, tartışmadaki kutuplardan birinin (Wall Street) "evi" olduğu da makaleye eklenebilirdi. Hatta aslında İkiz Kuleler'de ölen her dört kişiden birinin Cantor Fitzgerald çalışanı olduğu; yani Barnett'in düzenleyicisi olduğu think tank çalışmasında ordu temsilcileri karşısındaki kutbu oluşturan şirketin çalışanları olduğu da...
Japonya 1932-ABD 2001 paralelliği kuran bir makalenin 11 Eylül olaylarını izleyen aylarda neden yazılmamış olduğu, neden ve hangi güdülerle dört yıl sonra yazıldığı, üstünde durulması gereken bir konu. Financial Times köşeyazarı Anatol Lieven ve emekli albay Andrew Bacevich gibi Wall Street Journal köşeyazarları Greg Ip ve Neil King Jr da neden şimdi militarizm ve milliyetçiliğe dikkat çekiyor?
2000'den itibaren Çin Raporu çalışmalarının yürütüldüğü National Defense University'de, 1996'da "Şok ve Dehşet"in ("Shock and Awe") kitabı yazılırken militarizmin yükselişi henüz başlamamış mıydı? (7) Bugün militarizme daha da gaz vermesinden endişe edilen raporun biçimlendiği "Milli Savunma Üniversitesi", o Clinton yıllarında endişe verici raporların hazırlandığı bir yer değil, ekonomik ilişkiler temelli barışa hizmet eden bir yer miydi? General Smedley Butler'ın 1933'te "savaş hazırlıklarının beyin takımı" (8) dediği şeyin bir parçası değil de, New York Times yazarı Thomas Friedman'ın 1999'da "görünmez yumruk" (9) dediği şeyin bir parçası mı?
Hadi öyleydi diyelim. Ya sınırsız ve sonsuz savaş stratejisinin "teröre karşı savaş"la alternatifsiz devlet politikası haline geldiği 2001 sonbaharında da militarizm, milliyetçilik gibi, hâlâ buzdolabındaydı da yükselişe geçmek için çıkarılıp çözülmeyi mi bekliyordu?
Öte yandan, Ip ve King Jr tarafından yansıtılan Japonya 1932 portresindeki milliyetçilik ve militarizm dinamiği, dün ya da bugün için, herhangi bir an için geçerli midir? "Çatışmaları engellemeye yaradığı" söylenen "ekonomik ilişkiler"den bağımsız, kendi başına böyle bir dinamik gerçekten var mıdır? Japonya'yı barışçı ekonomik ilişkilerden koparıp savaşa sürükleyen, "gücünü geniş tarım nüfusundan alan ordu"nun öncülüğündeki "militarizm ve emperyal genişleme güçleri", ne kadar gerçek bir etkendir?
Japonya'nın içe kapandığı ve korumacı politikalara yöneldiği dönemde tıpkı Japonya gibi içe kapanan ve korumacılığa yönelen ABD'de bu simetrik durumun dinamiği de mi aynıydı? 1929'daki Büyük Bunalım'ın ardından 1930'larda ABD'nin içe kapanması da mı "militarizm ve emperyal genişleme güçleri"nden kaynaklanıyordu?
"Emperyal genişleme"yi bir imparatorluk egosuna indirgeyen, bunu sermaye birikimiyle, bu birikimin temsilcileriyle, birikim açısından ortada duran hedefler ve sorunlarla hiç ilişkilendirmeyen bir bağlam, hele Miyajima gibi bir akademisyen tarafından kurulduğunda çok işe yarıyor. Bugünün günâh keçilerini dünün günah keçilerine atıfta bulunarak ("yararlı paralellik") yaratmayı kolaylaştırıyor; keçilerin gerçekliği tarihsel perspektif de eklendiğinde neredeyse tartışılmayacak hale geliyor.
Ip ve King Jr'ın Miyajima'ya atıfla çizdikleri Japonya 1932 tablosunda da milliyetçilik ve militarizmin yükselişi nasıl da olumsal: Düşük tarifelerden, GM ve Ford yönetimindeki otomobil fabrikalarından, demokratik ve sivil bir hükümetin ekonomik işbirliği teşviklerinden, bir anda içe kapanmaya, korumacılığa, faşizme. Neden? "Tarım nüfusu destekli ordunun militarizmi ve milliyetçiliği"nden; "Batı yanlısı elitlerin militarizmin ve emperyal genişlemenin güçlerine direnemeyecek kadar zayıf oluşu"ndan. Ama bu "zayıf Batı yanlısı elit"e karşı militarizm ve emperyal genişleme güçleri neden daha önce harekete geçmedi?
ABD Kongresi neyin temsilcisi?
Bugün ABD ile Çin arasındaki iplerin gerilmesine neden ne? ABD Maliye Bakanı John Snow, Pentagon'dan aldığı yüreklendirme ve talimatlarla mı demeç üstüne demeç verip ısrarla yuanın dalgalanmaya bırakılmasını beklediklerini sadece Çinli meslektaşına değil de, hır çıkarmaya kararlı olduğunu herkese göstermek istercesine ABD kamuoyuna ve dünyaya ilan ediyor? Snow ABD Senatosu'nda "Çin'in harekete geçtiğini göreceğiz - ve beni bir kez daha buraya çağırmanız halinde, bu sözlerimi altı ay içinde yemek zorunda kalabilirim" diyerek bir tür iddiaya girme cesaretini nereden buluyor? Amerikalı komutanların desteğinden mi?
"Altı ay" iddiası nereden kaynaklanıyor?
Senatörler Charles Schumer ve Lindsey Graham tarafından sunulan, ABD'ye ithal edilen tüm Çin ürünlerine yüzde 27.5 tarife uygulanmasını öngören "Çin Parası Kanunu Tasarısı" ("China Currency Bill") nisan ayı başlarında ABD Senatosu'nda ezici bir çoğunlukla (67'ye 33) kabul edildi. 67 senatör neden tasarıya evet oyu vermişti? Yükselen milliyetçilik ve militarizm dalgasından etkilendikleri için mi? Senatörler hangi hedefleri temsil ediyordu? "Çin Parası Kanunu Tasarısı" neyi temsil ediyor?
Stephen Roach, 8 Nisan 2005 tarihli "Korumacılığın trampet sesleri" başlıklı makalesinde şöyle diyor:
"Saldırının başını ABD Senatosu çekiyor. Geniş tabanlı bir partiler üstü destek gösterisinde, 6 Nisan'da, Senato sessiz bir mutakabatla Charles Schumer (New York'tan liberal Demokrat) ve Lindsey Graham (Güney Carolina'dan muhafazakâr Cumhuriyetçi) tarafından teklif edilen Çin Parası Kanunu Tasarısı'nı geçirdi; bu kanunla ABD'de satılan tüm Çin ürünlerine yüzde 27.5 tarife uygulanacak. Schumer ve Graham, ABD ideolojik yelpazesinde, hayal edebileceğiniz kadar birbirinden uzaktır. Ama bir araya geldiler ve ABD ticaret açığının suçunun Çin'e yüklenmesi gerektiği konusunda birleştiler..."
Yürürlüğe girmesinden itibaren 180 gün içinde Çin parasının yüzde 27.5 oranında değerlendirilmemesi halinde yüksek tarifelerin uygulanmaya başlanmasını öngören kanun (Bakan Snow'un "altı ay iddiası"nın dayanağı) ve genel olarak ABD'de yükselen çift damarlı korumacılık, iş dünyasının "militarist ve emperyal genişleme güçleri karşısında güçsüz kalması"ndan kaynaklanmıyor. ABD'de korumacılığın, "küreselleşme ve ekonomik değişime ayak uydurmada gerilimi süren orta sınıf"ın kollanmasıyla da bir ilgisi yok. İthal Çin ürünlerine yüksek tarifeyi dolu bir silah olarak çekmeceye koyanların hedefi belli: Giderek büyüyen ve özellikle ticaret açığının şişirdiği ABD cari açığının bir noktada dolar egemenliğini sarsmaması için, ticaret açığının daha pahalı bir yuanla düzeltilmeye başlanması.
Peki, Çin, Hindistan ve diğer ucuz emek ülkelerine sermaye akışı sürdükçe, söz konusu açık bu ülkelere yönelik "paranın değerini yükselt" baskılarıyla ya da doların devalüasyonuyla gerçekten düzeltilebilir mi? Yoksa tek çözüm, Panagariya'nın da sözünü ettiği "sonsuz borçlanma" mıdır?
Peki bu tek çözüm için ön koşul olan küresel dolar egemenliği ve ABD borsalarında kote şirketlerin yüksek kârlılığı eşzamanlı olarak nasıl korunacak?
"Kötümserler"e karşı "ABD hegemonyasının sürdürülebilirliği"ni kanıtlamaya çalışan ve sorunların nasıl kolaylıkla üstesinden gelinebileceğini anlatan bir "partiler üstü" analizle bu sorulara odaklanacağız.
Ama önce, tıpkı "milliyetçilik ve militarizmin yükselişi" tablosunda olduğu gibi piyasayı, sermaye hareketlerini, ticareti devlet politikalarından soyutlayan "politikleşme" efsanesi üzerine birkaç not...
"Ticaret döngüsünün politikleşmesi" ne demek?
Lieven, Ip ve King Jr.'dan farklı olarak üretim, ticaret ve birikimle ilişkili olgular üstünde duran, devlet politikalarındaki yönelimleri "milliyetçilik ve militarizmin yükselişi" gibi şeylerle açıklamaya kalkışmayan Morgan Stanley ekonomisti Stephen Roach, buna karşılık bir başka efsaneye katkıda bulunuyor. Roach'a göre bugün bir "politikleşme" yaşanıyor.
9 Mayıs 2005 tarihli Ticaret döngüsünün politikleşmesi başlıklı makalesinde şöyle diyor:
"Çoğu politikacı 10 yıllık çıpanın Çin'e, Amerikalıları pazar paylarından ve işlerinden eden haksız bir rekabet avantajı sağladığını düşünüyor. Çin'in parasını değerlendirmesine yönelik baskı yükseliyor. Kongre, eğer [Çin] bunu yapmazsa ABD'de satılan tüm Çin ürünlerine tarifeler uygulamakla tehdit ediyor."
Makalede, "içeride tasarruf yapmayan ABD'nin büyümek için dışarıdan tasarruf fazlalarını ithal etmek zorunda olduğu"nu, "yabancı sermaye çekebilmek için büyük cari açıklar ve ticaret açıkları vermek zorunda olduğu"nu söyleyen Roach'a göre Çin'e yönelik baskıların altında "Amerikalıları pazar payından ve işlerinden eden haksız rekabet"e karşı korumacılık yatıyor. "Çözmeye çalıştıkları sorunun merkezinde" olan ve "suçu başkasına yüklemek isteyen" Amerikalı politikacılar ise bu korumacı politikaya yönelerek hata yapıyor, çünkü, "ABD tasarruf yetersizliğini tıkamak için birileriyle ticaret yapmak zorunda olduğu sürece, Amerikalı tüketicilerin ucuz ve kaliteli Çin mallarına erişimi bir avantaj oluşturuyor." Üstelik, "son 10 yılda Çin ihracatındaki büyümenin yüzde 62'lik bölümü, merkezleri dünyanın başka yerlerinde bulunan çokuluslu şirketlerin Çin'deki iştiraklerinden geliyor."
Roach, "Washington, Çin ticaretine sınırlama getirecek olursa kendine vereceği zarara şaşırabilir" diyor ve ekliyor: "Çin'i pataklama ayrıca daha geniş ölçekte küresel ekonomi açısından da ciddi riskler taşıyor. Son 35 yılda küresel ticaret dünya gayrisafi hasıla büyümesinin giderek güçlenen motoru oldu. Bu trend özellikle son yıllarda belirginleşti: 1997-2004 döneminde dünya mal ve hizmetindeki genişleme, toplam küresel gayrisafi hasıla artışının yüzde 38'ini oluşturdu."
Birincisi, Roach'a göre Çin parasına yönelik baskılarla uygulanmaya çalışılan korumacılığın, amaç açısından Çin tekstiline ya da Rus çeliğine karşı korumacılıktan bir farkı yok. Roach makalesinde, "büyüme için tasarruf fazlası ithal etme" ve "yabancı sermaye çekebilme için sürekli açık verme" zorunluluklarının doların konumu açısından yarattığı gerilimin üzerinde durmuyor, Çin'e karşı ticaret açığının "pataklama"yla düzeltilmesi çabalarını böyle bir gerilimle ilişkilendirmiyor.
Borçlanma ve dış kaynakla yaşama sürecinin bir noktada tersine dönebileceği ve yabancıların ellerindeki dolarları başka paralarla değiştirmeye başlayabileceğine ilişkin endişelerden, bunun zaten paralel bir süreç olarak ne zamandır yaşanmakta olduğundan söz etmiyor. Ona göre tüm Çin ürünlerine tarife uygulama tehdidi, doların küresel para konumunu ve istikrarını korumaya yönelik bir araç değil, çelik tarifeleri ve tekstil kotalarında olduğu gibi ABD ekonomisinin korunmasına yönelik bir araç.
Roach'un "ticaret döngüsünün politikleşmesi"nden kast ettiği de, ABD ekonomisinin dış rekabete korunması için küresel ticaret döngüsüne politik müdahele.
İkincisi, makalenin başlığından anlıyoruz ki ticaret döngüsü daha önce politize değilmiş. Roach ne diyor: "Oportünist politikacıların çalışanlarda biriken öfkeyi sömürmede böylesine etkili olmasına şaşırmamak gerek."
Böylece günâh keçisi avında "milliyetçiler" ve militaristler"in yanına bir de "oportünist politikacılar" ekleniyor.
"Piyasaları biçimlendiren sosyo-politik etkenler"
"Politikleşme" ve "oportünist politikacılar" vurgularında Roach yalnız değil.
Bloomberg News'dan William Pesek Jr, 7 Temmuz 2005 tarihli makalesinde Bangkok'tan şöyle yazıyor:
"Japon yetkililere göre G-8 liderleri bu hafta İskoçya'daki görüşmeler sırasında, Çin'in 10 yıldır sürdürdüğü, dolara karşı 8.3'te sabit kur çıpasını gevşetmesini talep etmeyeceklerini söylemişler. G-8'de bunun değil de artan petrol fiyatlarının ekonomik sonuçları üzerinde durulmuş. Ama ABD, Avrupa ve Japonya'nın Çin'i yuan meselesinde birdenbire kendi haline bırakacağına gerçekten inanabilecek var mı? Bu konu ekonomiden çok politikanın meselesi haline gelmiş durumda ve işsizliği azaltmak için mücadele eden politikacılar Çin'i uygun günah keçisi ve kum torbası olarak görmeye devam edecekler."
Gene "işsizliği azaltma" (dolar egemenliğinin korunması değil) ve gene "politikleşme": "Bu konu ekonomiden çok politikanın meselesi haline gelmiş durumda."
ABD 1985 yılında Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya'ya Plaza Anlaşması'yla (Plaza Accord) dolarda devalüasyonu kabul ettirirken "ticaret döngüsü" saf ekonomik miydi? Söz konusu anlaşma, "ekonominin meselesi" miydi? (10)
Aşağıdakilerin hangisinde öyleydi?
* Başkan Nixon 1971'de doların altına çıpasını çözerken?
- 1944'te Bretton Woods Anlaşması imzalanıp IMF ve Dünya Bankası'nın temelleri atılırken?
* ABD'de 1933'te 30 saatlik çalışma haftası kanun teklifi ("Black Kanunu") çöpe atılıp bunun yerine New Deal uygulamaları başlatılırken?
* 1925'te İngiltere altın standardına dönerken?
* 1863'te Manchester Ticaret Odası eski başkanı Edmund Potter dokuma işçilerinin İngiltere dışına göç etmemesi için moral işyerleri açılmasını önerirken ve sonuçta bu öneri kabul edilip emek göçünün önü kesilirken?
* Ya da 21. yüzyılın hemen başında, Barnett, Asya Enerji Raporu'nda şu ibarenin altına imzasını atarken: "ABD Hükümeti, ABD askeri gücü aracılığıyla ve dünyanın yegâne askeri süper gücü olarak sahip olduğu Leviathan konumuyla, sistemin istikrarı açısından aslan payını sağlayandır."
Herhalde olsa olsa ticaret döngüsünün "politikleşmesi"nden değil, "politikliği"nden söz edilebilir.
"Politikleşme" konusunda 250 yıllık bir tabloyu özetleyen net bir değerlendirmeyi, bir piyasa adamının, yatırım danışmanı Henry C.K. Liu'nun Asia Times'a yazdığı makalede görüyoruz. (11)
Makale şöyle başlıyor:
"Döviz kur oranlarını piyasalara dayalı arz ve talebin belirlediğine ilişkin bir ekonomi ders kitabı efsanesi vardır. Ekonomi, arz ve talebi etkileyen piyasaları biçimlendiren sosyo-politik etkenleri hesaba katmama eğilimindedir."
Liu daha sonra 18. yüzyılda yaşananlara atıfta bulunarak şöyle diyor:
"... Amerikalılar sonunda ticaret ilişkilerindeki [İngiltere ile] dezavantajlara uyanmaya ve bir imalat sektörü yaratabilmek için Avrupa'dan (daha çok Fransa ve Hollanda) sermaye toplamaya başladıklarında, İngiltere, Amerika'da demir mamûl imalatını yasaklayan Demir Kanunu'nu çıkardı; bu, giderek zenginleşen koloni halkı arasında büyük rahatsızlığa neden olmuştu. Smith [Adam], yerli üretim ve serbest dış ticareti destekleyen bir karşı hükümet politikası savundu; bu politika 'laissez faire' olarak adlandırılacaktı (Bu tür ters düşüncelerle ilişkisi olamayacak İngilizler, İngilizce bir ad vermeyi red ettikleri için). Laissez-faire, sözlük anlamındaki gibi 'kendi haline bırakın' demek değildi. Bu, merkantilizme karşı etkin bir devlet politikası anlamına geliyordu. Neoliberal serbest piyasa ekonomistleri -diğer kötü özelliklerinin yanı sıra- 'laissez faire'i ticarete devlet tarafından müdahele edilmemesi gibi yansıtmalarında olduğu gibi, kötü tarihçilerdir."
Öte yandan, makalelerinde "politikleşme"den söz ederken Roach'un da, Pesek Jr'ın da kast ettiği şeyin belki farklı olduğu, onların sadece bunu yeterince açık ifade edemediği düşünülebilir. Onlar belki aslında, ticaret döngüsünün devlet ve sermaye temsilcileri açısından politikleşmesinden değil, bu döngüde yaşananların şimdi "öfkenin biriktiği çalışanlar"ın ya da genel olarak alt ve orta sınıfların politikleşmesine yol açmasından söz ediyorlar; bu tabana inişin yasama ve yürütmenin temsilcilerinde -"oportünizm"in de boy göstermesine yol açan- olağan dışı bir duyarlılık yaratmasından..
Gene de, başka, daha marjinal tepkilerde bunun izleri belki bulunabilir, ama ABD Senatosu'nun üçte iki çoğunlukla evet dediği Çin Parası Kanun Tasarısı'nın böyle bir duyarlılığın ya da "oportünizm"in ürünü olduğu söylenemez. Tasarıda amaçlananın "işsizliğin azaltılması" ile değil, tek kutuplu bir küresel politik-ekonomik sistemin sürdürülmesiyle ilişkili olduğunu, sözünü ettiğimiz "partiler üstü" analizde şimdi daha açık görebiliriz.
Partiler üstü analiz: "ABD hegemonyası sağlam temeller üzerinde"
Son günlerde rötar yapan sadece Çin Raporu değil. Çin Parası Kanun Tasarısı'nı hazırlayan senatörler Schumer ve Graham'ın ABD Merkez Bankası Başkanı Greenspan ve Maliye Bakanı Snow'la görüşmesinin ardından kanun tasarısı için nihai oylama da ertelenmiş durumda. Erteleme kararından kısa bir süre sonra Çin, tarihî bir kararla yuandaki 10 yıllık dolar çıpasını kaldırdı. Bu durumda Çin Parası Kanunu'nun artık ancak, yuan revalüasyonu istenen düzeyde yapılmadığı takdirde tekrar gündeme geleceği de düşünülebilir. (12)
Çin raporunun "uygunlaştırılması" ve çekmeceye koyulan dolu silahla ne yapılacağı üzerine tartışmalar süredursun, bu tartışmaların Bush yönetimi ya da yeni muhafazakârlar ekibiyle sınırlı olmadığını, çok daha geniş bir platformda yürütüldüğünü, Mart 2005 tarihli bir analiz ortaya koyuyor. Analiz, "Council on Foreign Relations" (CFR) adlı partiler üstü kuruluşun imzasını taşıyor. Tahsilat Konsorsiyumu ortağı ve 1999 NATO bombardımanının mimarı Madeleine Albright'tan (Clinton yönetiminde dışişleri bakanı) 1995 Dayton Barış Anlaşması'nın mimarı Richard Holbrooke'a (ABD eski BM büyükelçisi, Clinton yönetiminde dışişleri bakan yardımcısı), Carlyle Grubu'nun yöneticisi ve John Hopkins Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesi David M. Rubenstein'den (Carter yönetiminde iç politika danışmanı) London Business School Dekanı Laura D'Andrea Tyson'a, Newsweek International'ın editörü Ferit Zekeriya'dan ABD eski dışişleri bakanı Colin Powell'ın başdanışmanı Richard N. Haass'a, Citigroup Yönetim Kurulu Başkanı Robert E. Rubin'den (Clinton yönetiminde maliye bakanı) Time Warner yöneticisi Jeffrey Bewkes'e birbirinden elit yurtsever-küreselleşmeciler tarafından yönetilen CFR'ın dergisi Foreign Affairs, söz konusu analizi Çin Parası Kanunu Tasarısı için Senato'da yapılan oylamadan hemen önce yayınlamıştı.
David H. Levey ve Stuart S. Brown imzalı analizden alıntıları mümkün olduğunca geniş tutmak yararlı olacak, çünkü bu analizin, yurtsever koalisyon içinde esas alınan temel çerçeveyi yansıttığı söylenebilir.
Analiz şöyle başlıyor:
"Kendini Cassandra sananlar, başlangıcından beri Amerikan imparatorluğunun kaçınılmaz çöküşünü öngörüp duruyorlar. Önce Sputnik ve 'füze açığı' geldi, bunu Vietnam, Sovyet nükleer denkliği ve Japonya'nın ekonomik tehditi takip etti.. ABD'nin 1990'larda ekonomik ve politik gücünü yeniden tesis etmesi bu korkulara bir an için son vermişti. Ama son günlerde, ABD hegemonyasının sürdürülebilirliği açısından yeni bir tehdit ortaya çıktı: 'Yabancı sermayeye ve büyüyen dış borca aşırı bağımlılık.' Eski Maliye Bakanı Lawrence Summers, 'Dünyanın en büyük gücünün dünyanın en büyük borçlusu olmasında garip bir şey var' diyor."
"İmparatorluk" ve "hegemonya" sözcüklerinin daha ilk satırdan böyle pervasızca kullanılması okura dehşet verici gelebilir. Ama üstünde fazla durmamak gerek, çünkü "hegemonya", "egemen" sözcükleri analiz boyunca aynı pervasızlıkla defalarca kullanılacak ve evet, analiz zaten ilk satırından son satırına kadar dehşet verici.
Asıl üstünde durulması gereken, daha baştan tartışmaya konu olan "tehdit"in açık bir biçimde ortaya koyulması: "Amerikalıları pazar paylarından ve işlerinden eden haksız rekabet" ya da genel olarak Amerikan ekonomisinin yabancı ekonomiler karşısında korunmaya muhtaç olup olması gibi şeyler değil, "yabancı sermayeye ve büyüyen dış borca aşırı bağımlılık".
Yazarlara göre bu bağımlılık dolar egemenliği açısından bir sorun yaratmıyor ve "ABD hegemonyası sağlam temeller üzerinde duruyor." Bu temellerin ne olduğuna bakalım:
"ABD hegemonyası gerçekte sağlam temeller üzerinde duruyor: yenilikler [innovations] ve yeni teknoloji uygulamalarında öncülüğünü sürekli genişleten, yabancı merkez bankaları ve özel yatırımcılar açısından süregelen çekiciliğini sağlamlaştıran bir ekonomiye dayanıyor. Doların küresel para standardı olarak rolü tehdit altında değil ve dış borçların ABD'nin mali istikrarı açısından riski abartılıyor. Ekonomi elbette bir noktada doların değerinin düşmesine ve faiz oranlarında artışa uyum sağlamak zorunda kalacak. Ama bu trendler en kötü durumda ABD tüketici hayat standartlarının gelişimini yavaşlatacak; ABD'nin küresel öncü [pacesetter] rolünü baltalamayacak..
"ABD'nin 'net dış borcu' tartışması, Arjantin, Brezilya, Türkiye gibi ülkelerin görüntülerini çağrıştırıyor, yaklaşan bir ABD çöküşünün modeli olarak bu ülkelerdeki para çöküşlerini ve ekonomik krizleri akla getiriyor. Ama bu gelişen pazar vakaları ile küresel egemenin mevcut durumu arasında temel farklılılar var. ABD'nin dış borçları, küresel para standardını oluşturmaya devam eden kendi parası üzerinden [denominated] ve ekonomisi, küresel teknolojik yeniliklerin sınırlarını tutmaya, hızlı büyümesi ve yatırımcılara sağladığı yüksek gelirlerle yabancı sermaye ve göçmen işgücü çekmeye devam ediyor. "
Çıkış noktası: Doların değer kaybetmesi
Analizde, ABD açısından uluslararası net yatırım pozisyonu da (yabancıların elindeki ABD varlıklar ile ABD'nin elindeki yabancı varlıklar arasındaki farkın giderek açılması) ele alınıyor ve sanki verilerin altındaki farklı bir gerçeğin keşfine doğru adım adım ilerleniyor, son anda ise çıkış noktası hiç de keşif gerektirmeyen bir yerde bulunuyor: "Doların değer kaybetmesi. "
"Dış borç münazarasının merkezindeki istatistikler, net uluslararası yatırım pozisyonudur (NIIP): ABD'de yaşayanların sahip olduğu yabancı varlıklar eksi yabancıların sahip olduğu ABD varlıkları. ABD 1989'a kadar dünyanın geri kalanına borç veriyordu; 1980'de NIIP, GSYİH'nın yaklaşık yüzde 13'üne ulaşarak zirveye çıktı. Ama o günden beri kronik cari hesap açıkları ABD'ye dünya tarihindeki en büyük net borcu yükledi. Yabancıların ABD'den alacakları (10.5 trilyon dolar) ABD'nin dışarıdan alacaklarından (7.9 trilyon dolar) fazla olduğuna göre, NIIP şimdi ekside: 2004 başında -2.6 trilyon dolar ya da GSYİH'nın -24%'ü."
"NIIP'nin dökümü, bunun gerçekte temsil ettiği riskin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. İki bileşen bulunuyor: bir yabancı şirket tarafından doğrudan denetlenen faaliyetlerin değeri olan doğrudan yatırım ve mali borçlar, yani hisse senetlerinin, tahvillerin ve yabancı bankalarda tutulan birikimlerin değeri. 2004 başında ABD'deki yabancı yatırım tutarı 2.4 trilyon dolarken, ABD'nin dışarıdaki yabancı yatırım tutarı 2.7 trilyon dolardı. (Doğrudan yatırım nispeten sabittir; daha çok uzun vadeli kârlılık beklentilerindeki oynamalara göre değişir.) Denklemden doğrudan yatırım çıkarıldığında, ABD'nin elindeki 5.1 trilyon dolarlık yabancı varlığına karşı yabancıların elindeki 8.1 trilyon dolarlık ABD varlığı kalıyor. Bu son rakam ABD GSYİH'sının koca bir yüzde 74'ü -alarma geçmek için iyi bir neden veriyor gibi görünen bir istatistik. Ama yabancıların elindeki ABD varlıklarını GSYİH'ya oranlamak, ABD mali varlıklarının toplamına oranlamaktan daha az aydınlatıcı olacaktır. 2004 başında değerli ABD kâğıtlarının toplamı 33.4 trilyon dolara ulaşıyordu (dünya toplamının yaklaşık yüzde 50'si). Yabancı yatırımcılar 4 trilyon dolarlık ABD Hazine bonolarının yüzde 38'inden fazlasına, ama 6.1 trilyon dolarlık kamu kuruluşu tahvillerinin (Fannie Mae ve Freddie Mac tarafından çıkarılanlar gibi) ancak yüzde 11'ine sahipti; 6.5 trilyon dolarlık şirket tahvillerinin yüzde 23'üne, 15.5 trilyon dolarlık borç kâğıtlarının da yüzde 11'ine. Bu dış borçlar 1990'ların ortalarında GSYİH'nın yüzde 1.5'inden 2004'de tahmini yüzde 5.7'sine çıkan -yaklaşık 650 milyar dolar- cari hesap açıklarının sonucudur. OECD ekonomistleri, GSYİH'nın yüzde 3'üne denk düşen açıkların ABD net yatırım pozisyonunu 2010'da GSYİH'nın -40%'ına getireceğini ve bunun -63% civarında sabitleneceğini tahmin ediyor. Eğer açık bugünkü düzeyde devam ederse, NIIP'nin 2010 itibarıyla GSYİH'nın -50%'sine geleceğini ve sonuçta -100%'e ulaşacağını tahmin ediyorlar." (13)
"Ama bu tahminlerde, doların değerinin azalmasının ve faiz oranları ile varlık değerlerinde piyasa ayarlamalarının NIIP artışını dengeleyebileceği göz önüne alınmıyor. 2002 ve 2003'te doların euro ve yen'e karşı değer kaybetmesi büyük cari hesap açıklarına karşı NIIP'i sabit tutmuştur. Aynı şey muhtemelen 2004 için de geçerli olacaktır..."
"Asıl soru, ABD'nin kötüleşen net yatırım pozisyonunun ABD egemenliğinin ekonomik temellerini hangi ölçüde sarsabileceğidir. Bunun tam cevabı, cari hesap açıklarını ticaret açısından mı, ülke içi tasarruflar ve yatırım açısından mı, yoksa küresel zenginliğin bileşimi açısından mı açıkladığınıza bağlıdır. Gene de her bir durumda riskler iddia edilenden çok daha az korkutucudur. Ve kronik cari hesap açıkları, pek çok yönden, ölümcül yapısal zayıflıkları değil güçlü ekonomik temelleri yansıtmaktadır."
"Cari hesap açıklarına ticaret temelli bir yaklaşım bu açıkları, değerinin üstünde bir para ve ABD ekonomisinin güçlü yapısal ithalat eğiliminin pekiştirdiği, sağlam bir ekonomik büyümenin yan ürünleri olarak görür. Bu yaklaşım açısından ABD'nin inatçı bir cari hesap açığı olması, açığın ticaret yapılan ülkelerdekinden daha hızlı artması ve büyüyen gelirinin orantısız bir bölümünü ithal mal ve hizmetlere harcamasındandır."
"Alternatif bir perspektif, çıkış noktasını, cari hesap açığını ABD'deki toplam yatırım ile ABD içindeki tasarrufun farkına eşitleyen hesap biçimi olarak alır. Bu açıdan bakıldığında düşük tasarruf, açıkların sorumlusudur. Korkulan, yabancıların tasarruf fazlalıklarını ABD'ye ihraç etmeye devam etmede ani bir isteksizliğe kapılmaları halinde ekonomik büyümenin sürmesi için gerekli yatırımın duracağı ve bunun ABD ekonomisini krize sürükleyeceğidir."
"Ama bu değerlendirme, ABD ekonomik hesaplarındaki tasarruf ve yatırımların değerinin altında olduğu göz önünde bulundurulduğunda daha az korkutucu hale gelir. Değerli kâğıtlardan, 401(k) planlarından ve konut değerlerinden elde edilen sermaye kazançları [capital gains], kişisel tasarrufların hesaplanmasının dışında tutulmuştur; bunlar eklendiğinde, ABD içindeki toplam tasarruflar GSYİH'nın yüzde 20'si civarındadır -diğer gelişmiş ekonomilerdekiyle hemen hemen aynı oranda. Ulusal hesap 'maddi olmayan' yatırımları da dışarıda tutar: işyeri eğitimi gibi bilgi yaratan faaliyetlere, yeni ürün geliştirme ve test etme faaliyetlerine, tasarım ve proje denemelerine, işyeri organizasyonuna ayrılan zamana yapılan harcamalar. National Bureau of Economic Research ekonomistleri, 1990'larda maddi olmayan varlıklara yatırımların hızla arttığını ve şu anda en azından tesis ve makineye yapılan fiziksel yatırımlar kadar büyük olduğunu tahmin ediyorlar: yılda 1 trilyon dolardan fazla, başka bir deyişle GSYİH'nın yüzde 10'una denk. Sonuç olarak, ABD ekonomisinin cüssesi ve büyüme oranı ciddi biçimde düşük tahmin edilmiştir. Dahası, maddi ve maddi olmayan yatırımlar hesaba birlikte dahil edildiğinde, GSYİH'nin bir parçası olarak tüketici harcamalarındaki bariz (ve çok eleştirilen) artışın istatistiksel bir nesne [artifact] olduğu görülür."
"Cari hesap açığına üçüncü bir yaklaşım, küresel zenginliğin büyümesi ve bileşimine odaklanır. Bu çerçevede uluslararası sermaye hareketleri cari bilançoyu belirlemektedir, tersi değil. Önümüzdeki yıllarda ABD'nin Avrupa ve Japonya'dan daha hızlı büyümesinin beklendiği ve Asya'da -özellikle Çin ve Hindistan'da- zenginliğin hızla büyüdüğü göz önüne alınırsa, yabancı yatırımcıların ABD mali piyasalarına koşmaya devam etmeleri anlaşılır bir şeydir. ABD açıklarının GSYİH'nın yüzde 5'ine ulaşacak kadar artmasına ve net yatırım posizyonunun şişmesine bu neden olabilir. Ama söz konusu artış yabancıların ABD varlıklarına yönelik iştahının sonu olmaz; ABD GSYİH'na göre tehlikeli biçimde yüksek görünen net yatırım pozisyonu oranları, küresel zenginliğin hızlı büyümesi nedeniyle sürdürülebilir olacaktır."
Bu noktada bir not düşüp öyle devam edelim. "401(k) planlarından ve konut değerlerinden elde edilen sermaye kazançlarının kişisel tasarrufların hesaplanmasının dışında tutulması" ne demek? Kast edilen, bir tür emeklilik fonu düzenlemesi olan 401(k) planlarına (14) çalışanların katkısı değil, fonlarda toplanan paralarla yapılan yatırımlardan elde edilen ve çalışanlara belirli bir pay olarak doğrudan dönüşü söz konusu olmayan sermaye kazançları olsa gerek. Mesela, petrol fiyatlarındaki olağanüstü artış sonucu 2004 yılında Standard & Poor's 500 endeksinin enerji sektöründe yüzde 148 kazanç sağlayan hedge fonlarına ("spiders") Carlyle, Blackstone ve Bain Capital gibi şirketler üzerinden yatırılan emeklilik fonlarından elde edilen sermaye gelirleri.. "Konut değerlerinden elde edilen sermaye kazançları"ndan kast edilen ise bir konutun alış değeriyle satış değeri arasındaki fark değil, ipotekli konut kredisi borçlarının menkul değer olarak paketlenip sermaye piyasalarında alınıp satılmasından ya da ipotekli konut kredisi refinansmanından elde edilen kazançlar olsa gerek.
"Merkantilist Asya, ABD'nin ithalatını finanse etmeli"
Analizde bunlardan sonra sıra, Asya hükümetlerinin "merkantilist gelişme stratejileri"ne geliyor:
"Ekonomist Michael Dooley, David Folkerts-Landau ve Peter Garber, son zamanlarda yayınlanan bir dizi makalelerinde -ihracat güdümlü büyümelerini desteklemek için değerinin altında kur oranlarına dayalı 'merkantilist' bir gelişme stratejisi izleyen- Asya hükümetlerinin ABD ithalatını finanse etmeye zorunlu olduğunu, çünkü ABD'nin bu ülkelerin en büyük pazarı ve doğrudan yatırımların temel kaynağı olduğunu belirtiyorlar. Ortak avantajları bulunan bu karşılıklı bağımlılığı ancak Asya'nın büyüme stratejilerindeki temel bir dönüşüm baltalayabilir -Çin, bir sonraki nesilde imalat ve hizmet sektörlerine geçmesi beklenen 300 milyon köylüyü hazmedene kadar da böyle bir şey mümkün görünmemektedir. Çin'in çok beklenen kur çıpası gevşetmesi bile bu yapsal dönüşümün gerekliliklerini değiştirmeyecektir."
"Çok gecikilmeden Asya'ya sermaye akışına bilişim teknolojileri devriminin bir sonraki aşamasına cevap veren özel akışlar eklenmelidir. Teknolojik devrimler uzun sürelere yayılan aşamalarda gerçekleşir. Bilişim devriminin kökleri 2. Dünya Savaşı'na gitmektedir ve bu devrim, bilişimle telekomünikasyonun Internet'i ortaya çıkaran birleşmesini yaratmak için anabilgisayar, entegre devre, mikroişlemci ve kişisel bilgisayarın geliştirilmesi yoluyla ilerlemiştir. ABD -açıklığı, yasal düzenlemelerinin ağır olmaması, esnek emek ve sermaye piyasaları, yeni iş oluşumlarına uygun ortamı ve yeni teknolojiyi destekleyen mali piyasası sayesinde- bu teknolojik dalganın her aşamasının hakimi olmuştur. Bilişim devriminin diğer sektörlere yayılması ise ABD'yle bağlantılı özel sermaye akışlarının yeniden canlanmasını yüksek bir ihtimal haline getirmektedir."
Analizde, büyüyen dış borç nedeniyle bir noktada ABD dolarının çökeceği ve ABD varlıklarının yabancılar tarafından elden çıkarılmaya başlanacağı ihtimali de ele alınıyor ve sonra olabilecekler hakkında görüşler öne sürülüyor. "Kur ve faiz oranlarının tedrici olarak ayarlanmasından daha az muhtemel olsa da", bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde ABD tarafında kim ne yapacaktır:
"ABD varlıklarının fiyatlarında göreceli bir düşüşe ve Merkez Bankası'nın muhtemel bir faiz oranı artırımına cevap veren ABD yatırımcıları (takas avcısı yabancı yatırımcıların da onlara eşlik edeceği düşünülebilir) o zaman yabancıların elindeki 4 trilyon dolarlarının bir bölümünü, varlık (şimdi değerinin altında) satın almak için ülkeye geri getirecek, bu da ABD hisseleri ve tahvillerinin fiyatlarındaki düşüşü yumuşatacaktır. Fonların büyük miktarlarda ülkeye geri getirilmesi ise doların düşüşünü ve faizlerdeki yükselişi yavaşlatır. Ardından gelen ekonomik gerileme [recession], doların daha ucuz oluşuyla er geç birleşerek ticaret dengesini iyileştirecektir. Küresel yeniden dengelenme ABD tüketicileri ve çalışanları açısından ızdırap verici olsa da, bu, deflasyon ve durgunluğa eğilimli Avrupa ve Japonya ekonomileri açısından daha da zor olacaktır. Böyle bir geçiş ayarlaması hoş olmazdı, ama bu, ABD hegemonyasının ekonomik temellerini ortadan kaldırmayacaktır."
Artık burada, kötü ihtimalin gerçekleşmesi halinde bedelin çalışanlar tarafından ödeneceği açıkça belirtiliyor. Ama çok şükür bu "ABD hegemonyasının ekonomik temellerini ortadan kaldırmayacak." Peki ama "fonları" kim hangi kaynakla "ülkeye geri getirecek?" Ticaret açığının bileşenleri olan borçların sahipleri daha da fazla borçlanarak mı? Yoksa dolarla üretip başka paralarla (şimdi dolara karşı daha değerli) satan yurtsever-küreselleşmeciler, yabancı ülkelerdeki yatırımlarını küçülterek, tasfiye ederek mi? Ya da kast edilen, ABD'de faizlerin yükselmesine paralel olarak borçların -tüketim ve yatırımların küçülmesi pahasına- içeriden satın alınması mı?
Küresel ticaret, ödemeler ve sermaye akışlarında doların hakim konumunun emin, iyi düzenlenmiş ve iyi yönetilen mali piyasalara dayandığının da belirtildiği analizde, euro'nun dolara alternatif olup olmayacağı açısından ise şunun altı çiziliyor:
"Avrupa devlet tahvili piyasaları ABD Hazinesi piyasasından daha büyük olsa da beş büyük ülkeye ve bir dizi daha küçük ülkeye bölünmüş durumdadır ve bu, likiditeyi büyük ölçüde azaltmaktadır; Avrupa şirket tahvilleri ve hisse senedi piyasaları ise ABD'deki benzerlerinden daha küçüktür. Asya sermaye piyasalarının da hâlâ bebeklik çağını yaşadığı düşünülürse, doların ve ABD sermaye piyasalarının üstünlüğüne meydan okunması için daha uzun bir süre geçmesi gerekmektedir."
Analiz şu "sonuç"la tamamlanıyor:
"ABD, Charles de Gaulle'ün 'fahiş ayrıcalık' olarak adlandırdığı şeyden, kronik dış dengesizlikler oluşturarak küresel likidite sağlama rolünden temel kazanımlar elde etmeye devam etmektedir. Bunun sonucu olan, verimliliği artırıcı sermaye akışı ABD'nin ekonomik konumunu güçlendirmiştir. Bu iyimser prognozu sadece tek bir gelişme bozabilir: teknolojik dinamizmin, ticarette açıklığın ve ABD ekonomisine gücünü veren esnekliğin sona ermesi. Yani ABD hegemonyasına en büyük tehdit, yabancı yatırımcıların kararlarından değil, içerideki korumacılıktan ve izolasyonizmden kaynaklanacaktır."
Bu son paragraftaki "kronik dış dengesizlikler oluşturarak küresel likidite sağlama rolünden temel kazanımlar elde etme", Liu'nun ifade ettiği gibi de ifade edilemez miydi:
"Dünyanın birbirlerine bağlı ekonomileri artık bir karşılaştırmalı üstünlük yakalamak için ticaret yapmamaktadır; dolara denomine dış borçlarını ödemek ve kendi paralarının değişim değerini korumak amacıyla dolar rezervi biriktirmek için gerekli dolarları kazanabilmek üzere ihracatta rekabet etmektedir."
"Küresel ayarlama" çözümü: "Sen kemer sık, onlar gevşetsin"
Nisan başındaki Çin Parası Kanunu Tasarısı oylamasından kısa bir süre sonra, önerdiği çıkış yolu açısından değilse de temkinli, diplomatik uslubu açısından CFR analizinden ayrılan bir değerlendirme ise Financial Times yazarı Martin Wolf'tan geliyordu.
Wolf makalesinde, Çin Parası Kanunu Tasarısı'ndan ve Başkan Bush'un Ticaret Temsilcisi adayı Rob Portman'ın Çin ticaretine yönelik "daha agresif yaklaşım" taahüdünden söz ettikten sonra şöyle diyor:
"Önerilenler, tehlikeli değilse bile hatalıdır. Çok kutuplu bir ticaret sisteminde ikili açıklar ve fazlaların özel bir önemi yoktur. Bu küresel bir meseledir ve küresel çözümler gerektirmektedir."
Makalede Wolf'un mevcut duruma ilişkin dört önermesi var.
"Mevcut trendlerin sürdürülemez olduğu ve istenmediği"ne ilişkin birinci önermede, "Son 15 yılın ithalat ve ihracat trendlerinin devam etmesi halinde, 2003 sonunda GSYİH'nın yaklaşık dörtte birine denk düşen ABD net borcu 2014'de yüzde 120'ye ulaşabilir" deniyor. "Mevcut cari açık GSYİH'daki pay olarak sabitlense bile oran yüzde 80'e ulaşacaktır. Yabancı özel sektörün, dolara denomine bu kadar büyük alacağı mevcut Amerikan varlığı fiyatları üzerinden isteyerek taşıyacağını düşünmek zordur. Yabancı resmi sektörün ABD'ye bu ölçekte kaynak sağlayacağını ya da sağlaması gerektiğini düşünmek de zordur. 2002 - 2004 arasında yabancı resmi sektörün ABD cari açığını doğrudan finansmanı 718 milyar dolara ulaşmıştır. Aralık 2001'le Aralık 2004 arasında yabancı döviz rezervleri dolar olarak 1.68 trilyondan 3.73 trilyon dolara yükselmiştir. Goldman Sachs'a göre yabancı döviz rezervleri optimal düzeyinin 1.4 trilyon dolar üzerindedir. Hesaplamalar tartışmaya açıktır. Ama mesele değildir. Örneğin Çin, geçen yıl sonu itibarıyla 600 milyar dolar biriktirmiş durumdadır. Renminbi'nin [yuan] yüzde 30 oranında değerlenmesi GSYİH üzerinde yüzde 10'luk bir kayıp yaratacaktır. Washington merkezli Institute for International Economics'ten Morris Goldstein ve Nicholas Lardy'nin belirttiği gibi, bu politikanın bir anlamı yoktur. Kaynaklardan harcayarak büyüme mantıklı bir strateji olamaz."
Wolf, üçüncü önermede ise şöyle diyor:
"Küresel ayarlama, ülkelerin uzun vadeli sermaye girişine karşı cari hesap açıklarına gitmesini gerektiriyor. Küresel ayarlamanın bir şartı, büyük cari hesap fazlaları veren ülkelerde potansiyel çıktıya göre daha fazla harcama, cari hesap açıkları veren ülkeler için ise tam tersidir. Japonya ve Almanya'nın geçen yıl 172 milyar dolar ve 104 milyar dolar olan cari hesap fazlalarını azaltmaya çalışmaları yararlı olurdu. Ama büyük hareketin gelişmekte olan ülkelerde olması gerekiyor."
Bu sözlerinden sonra da bir "temel bilanço" tanımı yapıyor:
"Ödemeler dengesinde, cari hesap ve ülkeye giren doğrudan yatırımların toplamı olarak bir uzun vadeli 'temel bilanço' tanımlayalım. 2004'de dünyadaki tüm gelişen ekonomiler için bu göz alıcı bir 523 milyar dolar, Asya'nın gelişen ekonomileri için 280 milyar dolar, Çin için 111 milyar dolardı (ya da bu ülkenin GSYİH'sının yüzde 7'si). ABD'nin cari hesap açığını önemli ölçüde azaltması halinde gelişen ekonomilerin uzun vadeli temel bilançosundaki bu fazlalarda keskin bir düşüş yaşanacaktır."
Dördüncü önerme ise şöyle:
"Ayarlamanın küresel gerçek çıktı açısından asgari maliyetle yapılabilmesi için kur oranlarında değişiklikler gerekiyor. Çin'in uzun vadeli ödemeler dengesi temel bilançosundaki fazla, GSYİH'sına oranla büyüktür. Ama Çin pekçok bilanço fazlası ülkesinden sadece biridir ve Japonya'yla Almanya daha önemlidir. Çin gene de önemlidir, çünkü politikalarında değişiklik yapması, gelişen pazar ekonomilerinde, özellikle Asya'dakilerde daha geniş ölçekli değişiklikleri tetikleyebilir."
"Ama temel mesele şudur ki, ABD sadece çıktısına oranla talebi azaltmakla kalmamalı, cari açığını azaltırken [ekonomik] faaliyetleri üst seviyelerde tutmak için aynı zamanda çıktıyı ticarî mal ve hizmetlere kaydırırken talebi bunlardan uzaklaştırmalıdır. Akademik analizcilerin, ABD'nin gerçek kur oranında büyük bir düşüşe ihtiyacı olduğu sonucuna varmalarının nedeni budur. Gerçek kur oranında ihtiyaç duyulan değişikliği yapmanın tek etkili yolu, dolarda büyük bir düşüş ile birlikte ticarî mal ve hizmetlerin ülke içindeki fiyatlarında bir sıçramadır. O zaman bunun tersi de, gerçek kur oranlarını yükselten ülkelerde meydana gelecektir."
Wolf'un ulaştığı sonuç şu:
"Konuşmaya başlayın. ABD istediğini Çin'e bağırarak elde edemez. İhtiyaç olan, makroekonomik politikalarda, yapısal reformlarda ve kur oranı rejimlerinde daha geniş bir mutabakattır. Bu tartışmanın şimdi başlaması gerekiyor. Küresel ekonomik istikrar ABD'yi giderek derinleşen bir borca sokarak sonsuza kadar sürdürülemez. Bu şimdi rahat gibi görünse de, yıkıma giden yoldur."
Wolf'un önerdiği çıkış yolu, dolarda düşüş ile birlikte ABD içindeki ticarî mal ve hizmetlerin fiyatlarında sıçrama, CFR analizindeki "doların değer kaybetmesi" ile "çalışanlar açısından ızdırap verici olacak ekonomik gerileme" bileşiminden farklı değil. Ama Wolf, diplomatik uslubunun da ötesinde hiç değilse şunun altını çiziyor: "Kaynaklardan harcayarak büyüme mantıklı bir strateji olamaz."
Dünden bugüne "güçlü dolar" politikası
ABD dolarının küresel para konumunu koruma politikası elbette Bush yönetimine özgü değil. Ama politikanın sürekliliği, bu alanda da günâh keçileri yaratılamayacağı anlamına gelmiyor. CNN'in ekonomi yazarlarından Justin Lahart, Aralık 2003'te güçlü dolar politikasından söz ettiği makalesinde şöyle diyordu:
"1990'larda dolar uyarı işaretleri verdiğinde Maliye Bakanı Robert Rubin'in yapması gereken tek şey, 'Güçlü bir dolar milli çıkarlarımızın gereğidir' cümlesini kurmaktı ve sanki sihirli bir el değmiş gibi para doğruluverirdi. O günler geride kaldı. Başkan Bush pazartesi günü gazetecilere 'Bu ülkenin ekonomik gücü açısından yararlı bir güçlü dolar politikamız var' dedi ve dolar düştü..."
Lahart, Rubin'in şu sözlerini de aktarıyordu:
"Güçlü bir para, Amerikan tüketicileri ve şirketlerinin ithal malları ve hizmetleri daha ucuza alabilmesi, enflasyon ve faiz oranlarının düşük kalması anlamına geliyor. [Güçlü para] aynı zamanda Amerikan sektörlerini üretkenliği ve rekabetçiliği artırmaya zorlar. Bu faydalar, paramıza daha fazla güven duyulması sonucu yabancı sermaye girişinin artmasıyla kazanç sağlar. Zayıf bir paranın etkisi bunun tam tersi olacaktır."
Hemen sonra Lahart, Clinton yönetimiyle Bush yönetimi arasındaki farkın altını çiziyordu:
"Bu tür görüşler, Amerikalı imalatçıların çıkarlarını -son zamanlarda vazgeçilen- çelik tarifeleri ve Çin'e parasını dolara çıpalamaktan vazgeçmesi için baskı yapma gibi yöntemlerle korumaya çalışan mevcut yönetimin görüşleriyle örtüşmüyor. O halde Beyaz Saray'ın güçlü dolar politikası ne anlama geliyor? Buna tam bir cevap geçen baharda Maliye Bakanı John Snow'dan geldi. Snow, 'Paranın iyi bir değer koruyucu olması istenir; insanların ellerinde tutmayı arzuladığı bir şey olması istenir' dedi. Başka türlü ifade edersek, insanların dolardan, çıkış kapılarına hücum edecek kadar nefret etmemesini istersiniz. Güçlü dolar politikası, dolardaki inişin düzen içinde olmasına çalışma politikasının ancak biraz ilerisinde bir şey haline gelmiştir."
Eski maliye bakanı Rubin'in başkan yardımcısı olduğu CFR tarafından yayınlanan analiz, "güçlü dolar" politikası açısından Clinton ve Bush yönetimlerini kalın bir çizgiyle ayırma çabasındaki Lahart'ı çürütüyor:
"ABD hegemonyası gerçekte sağlam temeller üzerinde duruyor: yenilikler [innovations] ve yeni teknoloji uygulamalarında öncülüğünü sürekli genişleten, yabancı merkez bankaları ve özel yatırımcılar açısından süregelen çekiciliğini sağlamlaştıran bir ekonomiye dayanıyor. Doların küresel para standardı olarak rolü tehdit altında değil ve dış borçların ABD'nin mali istikrarı açısından riski abartılıyor."
Öte yandan, 2005 başlarında yayınlanan makalesinde ABD İskân Bakanlığı eski bakan yardımcısı (George H.W. Bush yönetiminde) Catherine Austin Fitts ne diyor:
"1990'ların ortalarında Robert Rubin, Lawrence Summers ve Franklin Raines'ten oluşan bir ekonomi ekibinin öncülük ettiği Clinton yönetimi tarafından 'güçlü dolar politikası' denilen bir şey kurumsallaştırıldı. Bu politika Bush yönetiminde de korundu ve yönetimin ilk döneminde, George Tenet, Jerry Hawke ve Charles Rossotti de dahil politika geliştirici konumundaki anahtar oyuncuların çoğu yerinde tutuldu. Birbirine muhalif politik partilerin denetimindeymiş gibi görünen yönetimler arasındaki geçişin pürüzsüzlüğü dönen dolapları gizlemekte ve ekonomik-politik gücün merkezileşmesinin stratejik doğasını göstermektedir. Güçlü dolar politikasının gerçekte ne olduğunu anlamaya çalışma oyunu giderek Orwelyen bir hâl almış olsa da, temeller oldukça basittir. Artan oranda kirli parayla finanse edilen, olağan dışı ve giderek yükselen düzeyde borçları tüketicinin ve vergi ödeyenlerin sırtlamasını isteyerek doların değerini diğer paralara göre yüksek -ekonomi kurallarının mazur gösterebileceği düzeyin çok üstünde- tuttuk. Bu, ülkedeki gerçek mali özkaynakların [real financial equity] tümünün elitler tarafından offshore'a ve şirketlere taşınmasına olanak sağladı. 'Özkaynakların kaybolması'nda ABD yalnız değildir. Bu, küresel bir özkaynak-merkezileştirme ve varlık-denetimi sürecinin bir parçasıdır."
Fitts, "güçlü dolar politikasını karakterize eden mali manipülasyonlar ve piyasa manipülasyonları"nı ise şöyle sıralıyor:
* Dört maliye bakanı denetlenmiş bilanço vermeyi reddetti ve 4 trilyon dolar tutarında "belgelenemeyen ayarlama" bildirdi. (15)
* Clinton ve Bush yönetimleri, ABD'de üretkenliği ve istihdamı artıracak politikaları, istihdamı ülke dışına taşırken borç ve göç kotalarını artırma planı karşısında red ettiler.
* Clinton ve Bush yönetimleri, ABD'de evleri ATM makinalarına dönüştüren ve sahtekârlıkların artan düzeylerde damgasını vurduğu bir ipotekli konut kredisi piyasasına yol açan federal kredi politikalarını savundular.
* Clinton ve Bush yönetimleri, büyük kaynaklar hükümetlerden ve merkez bankalarından tüm dünya ölçeğinde şirketlere geçirilirken, değerli metal fiyatlarını baskı altında tutmak için merkez bankaları (özellikle ABD Merkez Bankası) ve değerli metal bankalarıyla (JP Morgan-Chase, Citibank ve Goldman Sachs dahil) birlikte altın ve gümüş piyasalarını manipüle ettiler.
- ABD emeklilik fonları ile 401(k) ve IRA (Bireysel Emeklilik Hesabı) emeklilik tasarrufları, hisseleri geniş bir tabana yayılmış şirketlerdeki (Enron, Worldcom, Tyco gibi) bir dizi muhasebe ve diğer mali dolandırıcılık olayı sonucu değer kaybetti.
Fitts, ABD Savunma Bakanlığı ve İskân Bakanlığı kasalarındaki toplam 3.3 trilyon dolarlık -açıklanamayan- eksiğin 11 Eylül 2001'den kısa bir süre önce medya tarafından sorgulandığını da anımsattığı makalesinde, 11 Eylül'ün dikkatleri para hareketlerinden uzaklaştırdığını ve "11 Eylül olaylarının, 'güçlü dolar politikası'nın merkezindeki bir mali devlet darbesinin üstünün örtülmesine yaradığı"nı belirtiyor.
10 yıllık çıpa kalkıyor
21 Temmuz 2005'te Çin 10 yıldır sürdürdüğü dolar çıpasını kaldırdı ve yuanı dalgalanmaya bıraktığını açıkladı. Maliye Bakanı Snow'un "iddia"yı kazanması anlamına da gelen bu adımla birlikte yuan dolara karşı yüzde 2.1 oranında değerleniyordu. Yuan revalüasyonuyla doların Japon yeni karşısında değeri de azalıyordu.
Yuan-dolar kur oranını sabit tutmak için aradan geçen 10 yıl boyunca Amerikan tahvillerine sürekli yatırım yapan, dolar rezervi Haziran 2005 itibarıyla 711 milyar dolara ulaşan Çin'in bu tarihî adımına ABD Merkez Bankası Başkanı Greenspan'ın Kongre'deki açıklamaları eşlik ediyordu. Ne dünya ne de Türkiye basınında fazla yer bulan, Milliyet gazetesinde de küçücük bir habere sıkışan bu açıklamalarda "kademeli faiz artırımları"nın gere