"America Right or Wrong: An Anatomy of American Nationalism" adlı kitabın yazarı Anatol Lieven, "ABD'de politikanın özgürlük, kanun hakimiyeti ve politik eşitlikçilik temelli yurtseverliğe arkasını dönerek radikal ve intikamcı bir milliyetçiliğe yaklaştığı" kanısındaydı. Lieven'a göre bu durum, 1. Dünya Savaşı öncesi Wilhelm Almanyası'nın en kötü eğilimlerini ve hatalarını anımsatıyordu. İki eğilimden ilki, yurtseverlik, Aydınlanma'nın evrensel ilkelerine dayanıyordu; çok daha saldırgan ve dışlamacı olan diğer eğilim ise ilhamını Protestan Reformasyonu'ndan ve Reformasyon'un tetiklediği din savaşlarından alıyordu. (1)
"Amerikan tezi" (yurtseverlik) doğası itibarıyla aklı ve kanun hakimiyetini yüceltirken, "karşı tez" (milliyetçilik) birçok bakımdan modern karşıtı, radikal, "yönetici elit ve hakim kültür"e yabancılaşmış, hatta paranoiddi. Bu eğilim ABD tarihi boyunca, sadece siyahlara değil, katolikler ve yahudiler dahil azınlık gruplarına karşı ırkçı da olmuştu.
Lieven'a göre iki eğilimin paylaştığı bir şey ise, "ABD'nin demokrasi ve özgürlüğe bağlılıkta benzersiz ve bu yüzden istisnai biçimde iyi oluşu"ydu. Dolayısıyla, her iki eğilim açısından da ABD istisnai biçimde güçlü olmayı hak ediyordu ve doğası nedeniyle zaten gücünü kötü amaçlar için kullanamazdı. Öte yandan, "çoğu değilse de pek çok ABD vatandaşı bu iki milliyetçiliği içlerinde farklı derece ve oranlarda birleştirirken, 1960'larda Cumhuriyetçi Parti'nin güneylileştirilmesi ile bu parti giderek artan ölçüde karşı tezi benimsemiş ve karşı tezle özdeşleşmişti."
Lobe'un "en tartışmaya açık ama sonuçta en ikna edici bölüm" olarak tanımladığı bölümde ise Lieven, ABD'deki Hıristiyan Sağ ve Hıristiyan Siyonist liderlerle yeni muhafazakârların, Slav milliyetçilerinin 1. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Çarlık Rusyası'nı Sırp radikallere bağladığı gibi, ABD politikasını İsrail'in sağcı hükümetlerine bağlamaya çalıştığını belirtiyordu.
Lieven'a göre, "Amerikan milliyetçiliği, İsrail milliyetçiliğinin şovenist bir çeşidi ile karıştığı ölçüde, ABD'nin Müslüman dünyayla ilişkileri açısından tamamen yıkıcı bir rol oynuyor ve terörizmi körüklüyordu."
Lieven ayrıca, ABD tarihinde "karşı tez"in politikada üstünlük kazandığı dönemler olduğunu, "ama her seferinde sarkacın geri gelerek milleti otoriter bir idarenin eline düşmekten ya da sürekli bir militan şovenizme kapılmaktan kurtardığı"nı söylüyordu.
Lieven, "yeni bir terörist saldırısının bir sürekli kuşatma haline yol açabileceği"ne de dikkat çekiyor ve "orta sınıf açısından küreselleşme ve ekonomik değişime ayak uydurmada süren gerilimin, karşı tezin öfkeli, kırık ve saldırgan saflarını kabartabileceği"ne ilişkin uyarıda bulunuyordu.
Yeni muhafazakâr Weekly Standard ve aşırı sağcı National Review dergilerinin eski yazarı, emekli albay Andrew Bacevich ise, "The New American Militarism: How Americans Are Seduced by War" adlı kitabında, Amerikalıların Soğuk Savaş'ın sonunda askeri güce evet dediğini, silahlara ve ordulara ilişkin şüpheciliğin ortadan kalktığını, ister liberal ister muhafazakâr, genel olarak bütün politik liderlerin askeri güce düşkünleştiğini söylüyordu. Bacevich, belirli bir grubu, hatta Bush'un kendisini suçlamanın, olgunun partiler üstü doğasını atlamak olacağını belirtiyordu. Hollywood, "askeri savunma aydınları", Jimmy Carter yönetimi ya da Bill Clinton, hepsinin olguya önemli katkıları olmuştu.
Jim Lobe, içerdikleri farklı açı ve kavrayışların söz konusu kitapları özellikle 4 Temmuz (ABD'de Bağımsızlık Günü) hafta sonu için gerekli bir ikili haline getirdiğini vurgulayarak makalesini bitiriyordu.
Lobe'un makalesinde şöyle bir tablo ortaya çıkıyor:
Bugün ABD'de, bir taraftan ilhamını Protestan Reformasyonu'ndan alan, diğer taraftan ırkçılık temelli, intikamcı ve saldırgan bir milliyetçilik yükseliyor. Birçok ABD vatandaşı açısından bu milliyetçilik ile özgürlük, kanun hakimiyeti ve politik eşitlikçilik temelli yurtseverlik farklı derecelerde birleşmiş olsa da, "Amerikan karşı tezi"ni benimseyen, bununla özdeşleşmiş politik güç Cumhuriyetçi Parti'dir. Bu "karşı tez"in ordusu, küreselleşme ve değişime ayak uydurmada güçlük çeken orta sınıfın saflara katılmasıyla büyüyebilir.
Öte yandan, makalede "Protestan Reformasyonu" ve "ırkçılık"la beslenen bu şeyin neden dün değil de bugün yükselişe geçtiğine ilişkin bir sorgulama yok.
Peki yükselişteki militarizmin arkasında ne var?
* "Politik liderlerin askeri güce düşkünleşmesi."
Neden düşkünleştiler?
- "Soğuk Savaş'ın sonunda Amerikan halkı askeri güce evet dedi. Ayrıca silahlara ve ordulara ilişkin geleneksel Amerikan şüpheciliği ortadan kalktı."
Neden? Bir iç savaş ve iki dünya savaşının ardından "silahlara ve ordulara ilişkin geleneksel şüpheciliği" ortadan kalkmamış, askeri güce evet dememiş bir halk, neden Soğuk Savaş'ın sonunda teslim olup evet dedi?
Lobe'un makalesinde "neden şimdi" ve genel olarak "neden" sorularına cevap olabilecek önermeler yer almıyor.
Dondurulmuş milliyetçilik modelleri
Wang Chaohua'nın Mart-Nisan 2005 tarihli The New Left Review'da yayınlanan "İki Milliyetçiliğin Hikâyesi" ("A Tale of Two Nationalisms") başlıklı makalesinde ise milliyetçilik modellemelerine rastlıyoruz.
Örneğin, Benedict Anderson'a göre "deniz aşırı göçmeni milliyetçiliği"nin çağdaş bir tezahürü olan Tayvan milliyetçiliği, "ayrı bir öz kimlik" besliyor ve -18. yüzyılda On üç Koloni'nin İngiltere'den, 19. yüzyıl başlarında Latin Amerika devletlerinin İspanya ve Portekiz'den ayrılmayı amaçladığı gibi- imparatorluktan ayrılmayı amaçlıyor.
Gene Anderson'a göre Çin milliyetçiliği, "ana karaya yönelik Batılı ve Japon nüfuzuna direnen 'halk milliyetçiliği' ile Kuing devletinin taleplerinden çıkmış 'resmi milliyetçilik'i birleştiriyor." İlki, tüm dünyada ezilen halkların özgürlüğü için mücadele eden emperyalizm karşıtı hareketler içinde ortaya çıkmış; ikincisi ise, Osmanlı İmparatorluğu'nda Jön Türkler'de olduğu gibi, modern öncesi gelenekler ve geçmiş fetihler adına bir bölgenin denetimini ve gücün tesisini hedefliyor.
Chaohua'nın "milliyetçilik çeşitlemeleri"nde iki ana damarı ise "göçmen milliyetçiliği" ile "romantik milliyetçilik" oluşturuyor: "Dünya tarihine Amerikan devrimi ile giren ve koloni emperyalizminin mevcut düzenini hedef alan göçmen milliyetçiliği"nde yerel kimlik, "daha sonra ekonomik ve diğer politik haklara destek veren proto-demokratik hak talepleri temelinde inşa ediliyor." Öncelik sırası: Proto-demokratik talepler ve daha sonra egemenliğe ilişkin politik ve ekonomik haklar. Bu milliyetçilikte etnik özelliklerin herhangi bir önemi yok.
"Habsburg ve Osmanlı imparatorlukları gibi hanedanlık devletlerinin çözülmeye başlamasıyla ortaya çıkan, etnik ve dilsel özelliklere hitap eden romantik milliyetçilik"te ise "yöneten ile yönetilen arasındaki kültürel benzerlikler politik meşruiyetin gerekliliği haline geliyor." Bunda öncelik sırası: Etnik özellikler, dil, kültür, bireysel değil toplu biçimde algılanan politik haklar -ya da toplumsal reformlar. Lobe'un makalesinde Lieven'e atıfla sözünü ettiği "Amerikan tezi" ile Chaohua'nın "göçmen modeli"nin hemen hemen aynı olduğu söylenebilir.
Ama iki makale arasında, asıl yaklaşımda bir ortaklık var: İki makalede de, milliyetçiliğin dinamikleriyle, farklı sınıfların üretim, ticaret ve birikimdeki rolleri, konumları ya da hedefleri arasında herhangi bir bağlantı ima bile edilmiyor. Milliyetçilik, toplumsal sınıf diye bir olgu varsa da, bu olgunun üstünde bir şeydir.
Milliyetçiliğin yükselişi, hangi milliyetçilikte neyin öne çıktığı gibi şeyler de, sınıfların rolü, konumu ya da hedeflerinden bağımsız şeylerdir. Herhalde olsa olsa, modellerden biri ya da diğeri ansızın uykudan uyandığında bazı sınıflar bunun saflarını kabartabilir. Hangi modelin nerede ne zaman yükselişe geçeceği, adeta olumsaldır (sadece, Lieven'a göre işleri normale döndüren bir "sarkaç" var; bu sarkaç herhalde, olumsal sapmaları er geç normale döndüren yurttaş sağduyusunu simgeliyor). Olumsal olmayan, belirli bir anda dünya tarihine giren -ve homojen bir toplumun statik hedeflerinden kaynaklanan- farklı milliyetçilik modelleridir. Zaman ve yer açısından olumsal olan bir şey, kavramsal açıdan -modellenebilecek kadar- mutlaktır.
ABD-Çin Komisyonu sunumlarında kristalleşen münazara
ABD'de sınıflar üstü milliyetçiliğin olumsal yükselişini ve dondurulmuş milliyetçilik modellerini şimdilik bir kenara koyup, üretim, ticaret ve birikimde dünyada yaşananlara bir kuramın eşliğinde göz atalım. Ülkeler arasında ticaretin ve birbiri ile ticaret yapan ülkelerde toplam üretimin ve ticarî kazancın büyümesi açısından, bu büyümenin sürdürülebilirliği açısından temel bir kuram olarak ortaya atılmış ve yaklaşık 200 yıldır serbest ticaret savunucuları arasında kabul gören "karşılaştırmalı üstünlük"(2), ne zamandır hararetli tartışmalara konu oluyor.
Bu tartışmalara biraz odaklanmak, daha sonra "ABD'de milliyetçilik ve militarizm"e farklı açılardan bakmamızı sağlayabilir. Hatta belki bunun sonucunda, "otoriter bir idare"den ya da "sürekli bir militan şovenizm"den kurtulmada "sarkaç"a bel bağlanamayacağı da görülebilir.
Karşılaştırmalı üstünlük kuramının tartışmanın tam ortasına kurulduğu bir münazara, ABD-Çin Komisyonu'na ("US-China Economic and Security Review Commission") 19-20 Mayıs 2005 tarihlerinde bir dizi uzman tarafından yapılan sunumlarda kristalleşiyordu.
Münazaradaki taraflardan biri, ABD eski maliye bakan yardımcılarından Paul Craig Roberts, sunumunda serbest ticaret şartlarının bugünün dünyasında artık mevcut olmadığını ve sermayenin karşılaştırmalı üstünlüğün olduğu alanlara değil, mutlak üstünlüğe doğru aktığını belirtiyordu. Münazaradaki bir diğer taraf, Columbia Üniversitesi ekonomi profesörlerinden Arvind Panagariya ise hem Roberts'a, hem de bir dizi başka uzmana karşı kendi savlarını ortaya koyuyor ve serbest ticaretin yaşamaya devam ettiğini söylüyordu.
Önce Roberts'ın söylediklerine kulak verelim:
"İşi başka ülkelere verme [offshore outsourcing] ekonomistler ve politika geliştiriciler tarafından yanlış anlaşılıyor. Bu olgu, karşılaştırmalı üstünlük temelli ticaretin ortak yararlarının bir uzantısı olarak algılanıyor. Karşılaştırmalı üstünlüğün iki koşulu vardır, ki bugün her ikisi de mevcut değildir. Birinci koşul, uluslararası ölçekte sermayenin ticarî mallara göre hareketsiz olmasıdır. Diğeri, ticaret yapan ülkelerin malların üretiminde farklı fırsat maliyetlerine sahip olmasıdır (Ekonomideki fırsat maliyeti kavramı aynî bir ölçüdür; örneğin, bir yarda kumaş üretmek için üretilmeyen üzümün miktarı). Sermayenin hareketsizliği, bir ülkenin sermayesinin yabancı bir ülkede mutlak üstünlük aramak yerine karşılaştırmalı üstünlüğü ülke içinde aramasını sağladığı için gereklidir. Eğer düşük -ve yüksek- maliyet ülkeleri uzmanlaşmadan ve ticaretten ortak yarar sağlayacaksa, bir malı üretmede başka bir mala göre farklı iç maliyet oranları gerekmektedir.
David Ricardo, tüm ticarî malları en ucuza üretebilen bir ülkenin neden daha pahalıya üreten bir ülkeyle ticaret yaptığı sorusunu incelerken karşılaştırmalı üstünlüğü keşfetmiştir. Ricardo'nun cevabı, bir malı başka bir mal açısından üretmenin fırsat maliyetinin iki ülke arasında farklı olduğudur. Her ülkenin göreceli üstünlüğe sahip olduğu üründe uzmanlaşması halinde toplam çıktının artacağını gösterebilmiştir. Sonra da, ülkelerin bir ürünü diğeriyle değiştiği şartlarda artan çıktının paylaşılacağını göstermiştir. Ricardo'nun örneğinde, iki ülkede şarap ve kumaş üretmenin farklı firsat maliyeti oranları, coğrafya, iklim ve topraktan kaynaklanmaktadır. Oysa modern üretim işlevleri elde edilen bilgiye dayanmaktadır. Bu tüm ülkelerde aynı biçimde işler. Bu üretim işlevleri, karşılaştırmalı üstünlüğün dayandığı farklı fırsat maliyeti oranlarına yol açan, ülkelere özgü farklılıkları yansıtmaz.
Serbest ticaretin dayandığı şartların bugünün dünyasında artık mevcut olmadığını söylediğimde ekonomistler ya atlatıyorlar ya da dikkati başka şeylere çekiyorlar. Ticaretin şartlarındaki değişimden, yurtdışındaki üretkenlik artışlarından ve Ricardo'nun zamanında bile etkenlerin hareketliliğinin hakim olduğundan söz ediyorlar. Hızlı Internet'in yükselişini ve birinci dünya sermayesine büyük miktarlarda ucuz işgücü sağlayan dünya sosyalizminin çöküşünü, daha önce ticarî olmayan malları ticarî mallara çeviren düşük taşıma maliyetleri ile eşdeğer görüyorlar.
Bu yaklaşımların hiçbiri meseleyi kavramıyor. Ricardo, karşılaştırmalı üstünlüğe göre uzmanlaşmanın olabilmesi için uluslararası ölçekte sermayenin göreceli hareketsizliği şartını koymuştur. Aksi takdirde bir ülkenin sermayesi, dışarıda mutlak üstünlüğün olduğu yere akacaktır. Amerikan şirketleri iç pazara üretim için yabancı emeği yerli emekle değiştirdiğinde sermaye mutlak üstünlüğe akıyor.
Etkenlerin hareketliliği, Ricardo'nun zamanından şimdiki gibi işi başka ülkeye vermeye gelene kadar niteliksel olarak farklıydı. Yabancı yatırım, tarifelerden, kotalardan ve yüksek taşıma maliyetlerinden sakınmanın bir yoluydu. Yabancı yatırım, iç pazar için dışarıda üretime yönelik değildi. Ford ve GM Avrupa'da Avrupalılara satmak üzere otomobil üretiyordu, Amerika'ya ihraç etmek üzere değil.
Ekonomistler iç pazar için dışarıda üretimin ticaret olduğunu varsayıyorlar, çünkü mallar ABD'ye ithalat olarak giriyor. Ama bir şirket Amerika'daki fabrikasını kapattığında, Amerikalı çalışanları işten çıkardığında, sermayesini ve teknolojisini dışarı taşıdığında ve aynı ABD pazarı için aynı malı üretmede yabancı işgücü kullandığında neyin ticareti yapılıyor? Bu, bir ülkenin kumaşta diğerinin şarapta uzmanlaştığı ve kazançları paylaştıkları geleneksel anlamda ticaret değildir.
Amerikan emeğinin, daha fazla sermaye ve daha iyi teknoloji ile çalıştığı için ucuz yabancı emekten korkmasını gerektiren herhangi bir şey olmadığına ilişkin eski serbest ticaret tartışması, ABD şirketlerinin aynı sermaye ve teknolojiyi yabancı emeğe sağladıkları bir ortamda, artık geçerli değildir. Sermaye ve teknolojinin uluslararası hareketliliği ve yerden bağımsız olarak aynı biçimde işleyen üretim işlevlerine ulaşılması, ücretlerde ve hayat standartlarında küresel bir eşitlenme olana kadar birinci dünya emeğinin ticarî mal ve hizmetlerde [ucuz emekle] değiştirileceği anlamına gelmektedir.
Aslında dışarı iş vermeyle ilgili gerçeklere o kadar çok ekonomistin arkasını dönmesinin bir nedeni, gelir ve zenginliğin uluslararası ölçekte yeniden dağıtılmasına olumlu bakmalarıdır.
Emek İstatistikleri Bürosu [BLS] iş istatistiklerinin açıkça gösterdiği gibi, ABD artık ticarî mallar ve hizmetlerde yeni iş yaratmamaktadır. Verilerde, yukarı doğru hareket sağlayan, daha yüksek üretkenlik ve daha fazla katma değer içeren işler yoktur. En saygın mühendislik okullarımız, bilgisayar ve elektrik mühendisliği alanlarında işe almalarda görülen belirgin düşüşü bildiriyorlar. Business Week ABD şirketlerinin şimdi AR-GE, tasarım ve yeni ürün geliştirme [innovation] işlerini dışarı verdiğini bildiriyor.
BLS raporlarının yayınlanmasından sonra her ay değerlendirdiğim gibi, ABD ekonomisi 21. yüzyılda şimdiye kadar sadece ticarî olmayan hizmetler alanında iş yaratabilmiştir. Northeastern Üniversitesi'nden ekonomistler ve Edwin S. Rubenstein tarafından yürütülen bağımsız çalışmalar (Boston Globe'da 20 Şubat 2005'de Charles Stein tarafından aktarıldı), hizmetler alanında açılan yeni işlerin çoğunun yeni kanunî ya da kanun dışı göçmenlere gittiğini ortaya koyuyor. Eğer bu araştırma sonuçları doğruysa, burada doğmuş Amerikalılar açısından istihdam artışı 21. yüzyılda durmuş demektir.
21. yüzyılda Amerikan emeği, yeni işlerin sadece ticarî olmayan hizmetlerde açıldığı bir üçüncü dünya ülkesi özelliklerini kazanıyor. Buna karşılık Çin ve Hindistan, birinci dünyaya özgü görülen ileri teknoloji imalat işlerini ve profesyonel hizmet işlerini alıyorlar.
ABD, ihracat mal ve hizmetlerinde, ithalat-rekabetçi mal ve hizmetlerde iş yaratamamaktan nasıl kazanır? Amerikalılar, tükettikleri mal ve hizmetlerin üretimiyle ilişkili iş, kariyer ve gelirlerdeki kayıplardan nasıl kazanır? Amerikan şirketleri, çeyrek performansı temelli yönetici ikramiyeleri ve hisse fiyatlarının kısa vadeli avantajının ötesinde, yabancı malları pazarlayan bir satış gücüne sahip markalar haline gelmekten nasıl kazanır?
ABD dışarıda üretilen mal ve hizmetlerdeki ucuz yabancı emek için mevcut varlıklarından bir bölümünü daha yabancılara vererek ikinci kez ödeme yaparken (ticaret açığının en önemli unsurlarından biri), bir bütün olarak Amerika nazıl kazanır? 'Ucuz Wal-Mart malları' doğru hesaplandığında ucuz değildir.
ABD üniversiteleri, üniversite derecesi kazandırmadığında nasıl kazanır? BLS, önümüzdeki 10 yılda ekonominin yaratması beklenen yeni işlerin ezici bir bölümünün herhangi bir üniversite derecesi gerektirmeyeceğini öngörüyor.
Politikacılar ülkede doğan yurttaşlar açısından fırsatların yok olmasına gözlerini kapadıklarında yurtseverlik nerededir?
Ekonomistlerin önlerindeki gerçeği anlayamadıkları bir ortamda, ABD'deki ekonomi eğitimi ne durumdadır?"
Panagariya mantığı
ABD-Çin Komisyonu için hazırladığı sunumda Arvind Panagariya'nın eleştirdiği "dört mantık hatası"ndan biri Roberts'ın yaklaşımıydı.
"3. mantık hatası: Birçok etkenin uluslararası serbest dolaşımı, karşılaştırmalı üstünlüğü ve bununla ilişkili ticarî kazançları geçersiz kılar.
Bu yaklaşımı Charles Schumer ve Paul Craig Roberts (2003) New York Times'da yayınlanan bir makalede hararetle savunmuştur. Etkenlerin hareketli olduğu modern dünyada David Ricardo tarafından 19. yüzyılda ortaya koyulan karşılaştırmalı üstünlük ilkesinin artık geçerli olmadığını savunuyorlar. Ticaret [onlara göre] bir biçimde, bazı ülkelerin başka ülkelerin kazanmaması pahasına kazandığı, toplamda kazancın olmadığı [zero-sum] bir faaliyete dönüşüyor. Şöyle diyorlar: 'Ancak, Ricardo serbest ticaretin tüm ülkeler için kazanç yaratacağını söylediğinde, malların üretimi için kullanılan kaynakların --'üretim etkenleri' dediği şeyin- sınırların ötesine kolay kolay taşınamayacağını öngörüyordu. Üretim etkenlerinin en üretken oldukları yere taşınabilmesi halinde karşılaştırmalı üstünlük ortadan kalkar: Günümüzde, bol miktarda ucuz emeğin bulunduğu nispeten az sayıda ülkeye. Böyle bir durumda, artık paylaşılan kazançlar yoktur -bazı ülkeler kazanır, bazıları ise kaybeder.'
Bunun çok kafa karıştırıcı bir görüş olduğunu söylemeliyim. Etkenlerin hareketliliği hiç şüphesiz David Ricardo'nun zamanında da vardı. Ve bu, 1870'den Birinci Dünya Savaşı'na kadar devam eden Birinci Küreselleşme ile İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen İkinci Küreselleşme boyunca hakim olmuştur. Ricardo'nun çevresindeki etken hareketliliğini farketmemiş olması akla yakın değildir. Hele Ricardo'dan beri ticaret ekonomistlerinin ağız birliği yapmışcasına, etken hareketliliğinin anlamını göz ardı ederek, karşılaştırmalı üstünlük ilkesi (bunun uluslararası etken hareketliliği gerçeğiyle çelişebilecek olmasına rağmen) ve ticarette kazanç üzerine ders vermeye devam etmiş olması, hiç akla yakın değildir.
Ricardo uluslararası etken hareketliliğini ünlü İngiltere-Portekiz ticareti örneğinde modellememişse bunun cevabı şu varsayımda bulunabilir ki, ticarette uzmanlaşmaktan tüm tarafların elde ettiği kazancı ortaya koymak ve korumacılığı savunan merkantilist görüşü yıkmak için, tüm büyük kuramcılar gibi o da en basit örneği oluşturuyordu. Aynı doğrultuda, Ricardo'dan beri ticaret ekonomistleri etken hareketliliğinin sonuçlarını, ticaretten kazanç da dahil birçok bağlamda biçimsel olarak analiz ederken, basit İngiltere-Portekiz örneğini kullanmaya devam etmişlerdir; çünkü bu, uluslararası ticaret üzerine hatalı düşüncelerden kaynaklanan mantık hatalarını yıkmanın en güçlü aracı olmaya devam etmektedir."
Profesör Panagariya'nın söyledikleri şöyle de ifade edilebilir:
1. Schumer ve Roberts, Ricardo'nun karşılaştırmalı üstünlük kuramının bugün uygulanabilir olmadığını iddia ederken, kuramda üretim etkenlerinin hareketsiz olduğunun öngörüldüğünü, oysa günümüzde etkenlerin hareketli olduğunu söylüyorlar.
2. Bu düşünce hatalıdır, çünkü evet, ünlü İngiltere-Portekiz örneğinde etkenler hareketsizdir ama muhtemelen bu, örneğin mümkün olduğunca basit olabilmesi içindir.
3. Ricardo'nun etkenlerin hareketsizliğini varsayan örneği, örnekte etkenlerin hareketsizliğinin varsayıldığını söyleyenlerin -uluslararası ticaret üzerine hatalı düşüncelerden kaynaklanan- mantık hataları karşısındaki en güçlü araçtır.
Profesör, mantık hatasını "kuramsal analiz"le böyle gözler önüne serdikten (!) sonra, karşı savın ampirik geçerliliğini de sorguluyordu:
"Bu kuramsal analizin ötesinde, Schumer ve Roberts'ın, günümüzde tüm etkenlerin ucuz emeğin olduğu yere hareket ettiğine ilişkin savının ampirik geçerliliği de sorgulanmalıdır. Meslektaşlarım Donald Davis ve David Weinstein (2002) yeni makalelerinden birinde bu savın tam tersi olan kanıtlar sundular. Meslektaşlarıma göre, 'Geniş bir ölçekte ABD'ye yönelik net etken akışı vardır: Becerisiz emek, becerili emek ve sermaye.' Göçü modelleyişlerine katılmasam da, bugün tüm etkenlerin emeğin ucuz olduğu ülkeye aktığı mefhumunun sorgulanmasını sağlıyorlar. Ayrıca, net yatırım akışına karşı brüt yatırım akışı, gelişmiş ülkeler arasında büyük miktarlarda çapraz yatırım olduğunu gösteriyor. Çok ulusluların faaliyetleri gelişmiş ülkeler içinde, gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındakine göre çok daha yoğundur."
"Dolar egemenliği"
Özetlemek gerekirse Panagariya'ya "Schumer-Roberts mantık hatası"nı ortaya koymak için üç adım yetiyor: (3)
1. Etkenlerin hareketliliğinin, olsa olsa işleri fazla karmaşıklaştırabileceği endişesiyle karşılaştırmalı üstünlük kuramına dahil edilmediği
2. Ricardo'dan beri ticaret ekonomistleri etkenlerin hareketliliğini gördükleri halde karşılaştırmalı üstünlük kuramını öğretmeye devam ettiklerine göre, etken hareketliliğinin kuramla çelişen bir tarafı olamayacağı
3. Üretim etkenlerinin ucuz emek ülkesine kaydığı savının, mesela pahalı emek ülkesi ABD'ye emek ve sermaye kayması göz önünde bulundurularak, ampirik açıdan da sorgulanması gerektiği
Panagariya'nın bu sonuncu adımda sözünü ettiği net etken akışı konusunda duruma "uluslararası net yatırım pozisyonu" çerçevesinde daha önce bakmıştık : 2003 yılı itibarıyla ABD'nin sahip olduğu yabancı varlıklar 7,202,692 milyon dolar, yabancıların sahip olduğu ABD varlıkları 9,633,374 milyon dolar. Yani, ABD'ye yönelik yatırımlarda 2.4 trilyon dolarlık bir fazlalık var.
Bu tablo, Çin, Hindistan ve diğer ucuz emek ülkelerine akan sermayeye karşı ABD'ye de "etken akışı" olduğunu mu gösteriyor? 2.4 trilyon doların ya da bu net yatırım farkının en azından önemli bir bölümü, "net etken" akışını mı simgeliyor? Roberts'ın sözünü ettiği, "hizmetler alanında açılan yeni işlere yerleştirilen kanunî ya da kanun dışı göçmenler" dışında, ihracat mal ve hizmeti üretimine -ya da ithalat-rekabetçi mal ve hizmet üretimine- yönelik büyük bir becerili emek göçü veya sermaye akışı mı söz konusu? Eğer böyle bir etken akışı söz konusuysa, yatırımlarda ve istihdamda bunun sonuçları neden görülmüyor?
2.4 trilyon dolarlık farkı ne oluşturuyor? ABD Ticaret Bakanlığı Ekonomik Analiz Bürosu verilerine göre, yabancıların sahip olduğu ABD varlıkları içinde doğrudan yatırımların payı 2003'te ancak yüzde 19'luk bir dilim oluşturuyor.
Bu noktada New York merkezli Liu Investment'ın yöneticisi Henry C.K. Liu'nun 11 Nisan 2002 tarihli makalesinde "dolar egemenliği" üzerine söyledikleri münazaraya dahil edilebilir:
"Artık dünya ticareti ABD'nin dolar ürettiği ve dünyanın geri kalanının dolarla alınabilen şeyler ürettiği bir oyundur. Dünyanın birbirlerine bağlı ekonomileri artık bir karşılaştırmalı üstünlük yakalamak için ticaret yapmamaktadır; dolara denomine dış borçlarını ödemek ve kendi paralarının değişim değerini korumak amacıyla dolar rezervi biriktirmek için gerekli dolarları kazanabilmek üzere ihracatta rekabet etmektedir. Dünyanın merkez bankaları, paralarına yönelik spekülatif ve manipülatif saldırıları engellemek için, dolaşımdaki para miktarına orantılı dolar rezervleri oluşturmak ve tutmak zorundadır. Piyasanın belirli bir para birimi üzerindeki devalüasyon baskısı ne kadar fazlaysa, o ülkenin merkez bankası o kadar fazla dolar rezervi tutmak zorundadır. Bu, daha güçlü bir dolar için destek yaratmakta ve sonuçta dünyanın merkez bankaları daha fazla dolar rezervi oluşturup tutmak zorunda kalmakta, bu da doları daha da güçlendirmektedir. Bu olgu dolar egemenliği olarak bilinmektedir; kritik malların, en başta petrolün dolara denomine olmasıyla ilişkili, jeopolitik temelli benzersiz bir durumun yarattığı dolar egemenliği..."
"Onları bedavaya çalıştıramayız" ("Ama belki çalıştırırız")
Şimdi tekrar Panagariya'ya dönelim ve bu kez "dört numaralı mantık hatası"nı nasıl yerle bir ettiğine bakalım:
"Mantık hatası 4: Kısa sürede tüm işler Çin ve Hindistan'a kaydırılacak.
Bu doğrudan ticaretten kazançla ilgili olmayan bir görüş, ama karşılaştırmalı üstünlük ilkesiyle temel bir biçimde ilişkilidir. Buradaki iddia, hizmet sektöründeki tüm işlerin ya da çoğu işin Hindistan ve Çin'e kaydırılacağı ise, bu iddia hem ampirik hem de kuramsal hatalar içermektedir. Ampirik hata şudur ki, hizmet sektöründeki tüm işler dışarıya kaydırılamaz. ABD'deki işlerin yaklaşık yüzde 70'i, perakende, yiyecek-içecek [catering], restoran ve oteller, turizm ya da kişisel bakım [personal care] gibi, tüketici ve üreticinin aynı yerde olmasını gerektiren, dolayısıyla dışarıya kaydırılamayacak hizmet alanlarında bulunmaktadır (Agrawal ve Farrell, 2003)."
Burada insanın içinden bir an durup derin bir nefes almak ve "dört numaralı mantık hatası"na düşenlerin böylesine bariz bir gerçekten habersiz oldukları için, Panagariya da bu hatayı hemen yakaladığı için "Vay be!" demek geliyor. Roberts ve Schumer, Ricardo'dan beri ticaret ekonomistlerinin göz göre göre yanlışları öğretebileceğini düşünmekle mantık hatası yapmış oluyor; Panagariya ise 4 No.'lu mantıksızların ABD'deki istihdamın bileşimini bilmediğini düşünmekle mantık hatası yapmış olmuyor, tersine mantık hatasını yerle bir ediyor.
Devam:
"Kuramsal hata ise şudur ki, imalat ve hizmetlerde tüm işlerin, düşük emek maliyetleri nedeniyle outsourcing ya da başka türlü ticaretle Çin ve Hindistan'a kayma ihtimali, tehlikeli bir biçimde mutlak üstünlükle karşılaştırmalı üstünlüğü birbirine karıştırma noktasına gelmektedir."
Buraya dikkat:
"Tüm işlerin, fiziksel olarak mümkün olsaydı bile, neden dışarıya verilemeyeceğini görmenin bir yolu şudur ki, Çinlileri ve Hintlileri ABD'ye bedavaya çalıştıramayız. Onların hizmetini satın alacaksak, onlara bir biçimde ödemeliyiz. Ödemenin bariz bir yolu ihracat olurdu ve bu durumda, daha fazla ithalat yaptıkça daha fazla ihracat yapmak zorundayız demektir. İhracatın yegâne alternatifleri, Çin ve Hindistan'ın ABD'den sonsuza kadar IOU ["I Owe You", yani "Sana Borcum Var"] kabul etmesi ya da IOU'ları şimdilik kabul edip gelecekte bir ara nakite çevirmesi olurdu. İlk durumda ABD'nin kaybetmesi mümkün değildir, çünkü bu durumda yüksek hayat standardını Çin ve Hindistan'ın zararına sonsuza kadar korumaktadır. İkinci durumda ise, ek bir zaman boyutuna [inter-temporal dimension] sahip olduğumuz için ticaretten kazanç sağlamaya devam edeceğiz."
4 No.'lu mantıksızlar karşısında Panagariya, "Bütün işler Çin ve Hindistan'a gidemez, çünkü onları bedavaya çalıştıramayız" diyor. Ama ABD'nin Çin'e karşı giderek büyüyen ticaret açığı bundan başka bir şey mi?
Profesörün hemen ardından, "Eh canım, ihracatla dengeleyemeyip sonsuza kadar borçlansak da gene kazanan biz oluruz işte" demesi ise herhalde, "mantık hatalarını yıkmaya kararlı ciddi akademisyen" görüntüsünün arkasındaki yüzü ortaya koyuyor.
Öte yandan "sonsuza kadar borçlanma" konusunda da, "ek zaman" avantajı konusunda da Panagariya'nın "jeopolitik temelli benzersiz bir durumun yarattığı" o etkenden, ABD dolarının bir tür "karşılaştırmalı üstünlük malı" olmasından güç aldığı söylenebilir.
Liu'nun makalesinden son bir bölüm okuyoruz:
"İşsizlik sağlam parayı korumak için gerekliyken sağlam paranın nasıl tam istihdama yol açacağını anlamak zor. Sınırlar ve mantık dahilinde işsizlik insanları, enflasyon da parayı incitiyor. Ve eğer para insanlara hizmet etmek için varsa, seçim belli demektir. Küresel tam istihdam olmaksızın dünya ticaretinde karşılaştırmalı üstünlük kuramı Say Kanunu'nun uluslararasılaştırılmasından ibarettir. (4)
Hiçbir ekonomi, uzun süre, kendi dışındaki, birbirine bağımlı dünyanın kaybetmesi pahasına kâr edemez. Küresel malî mimarinin, alım gücü paritesi temelli döviz kurlarına geri dönmeyi sağlayacak ve dünya ticaret sistemini ücretleri ve hayat standartlarını yükseltecek küresel tam istihdam temelinde gerçek karşılaştırmalı üstünlük zeminine oturtacak biçimde yeniden yapılandırılması acil bir ihtiyaçtır. Bunda anahtar başlangıç noktası, doların egemenliğine odaklanmaktır."
Tarih "kafiye yaparsa"?
Karşılaştırmalı üstünlük konusunda bir de Morgan Stanley ekonomisti Stephen Roach'un, 9 Mayıs 2005 ve 6 Haziran 2005 tarihli makalelerinde söylediklerine bakalım.
"Ticaret döngüsünün politikleşmesi" başlıklı ilk makalede şöyle diyor:
"ABD, tabii, sürünün içinde küreselleşmeden en fazla vurulan ülke. 35 yıllık zaman diliminde, 1970-2004 arasında, sanayi istihdamı yüzde 34'lük bir paydan -35 yıl önce Japonya'daki payın hemen hemen aynı- bugün yüzde 14'ün altına düştü. Amerika'da yönetimle çalışanlar arasındaki nispeten esnek toplumsal sözleşme, iş ve çıktıda Avrupa ile Japonya'ya oranla daha fazla aşınmaya yol açmaktadır. Bu diğer iki ekonomideki yapısal değişimlerin Amerikan tarzı bir pazar esnekliği ile noktalanması halinde, sanayide iş kayıpları Japonya'da ve Avrupa'da önümüzdeki yıllarda artan bir baskıya maruz kalacaktır. İstihdamdaki bu çöküntünün yen ya da euro'nun veya her ikisinin de değerinde artış ile birleşmesi halinde, Çin'e yönelik korumacı duyguların politikleşmesi, daha geniş ölçekte küresel ekonomi açısından giderek endişe verici bir tehdit haline gelebilir.
Bunun böyle olmaması gerekiyordu. Klasik iktisatçılar öteden beri küreselleşmenin yararlarını 'iki sektör modelleri'nde savunuyorlardı. Ülkeler Ricardo'nun karşılaştırmalı üstünlük kuramına uygun biçimde mal ticareti yaparken, ticarî mallar yoğun rekabetin alanıydı. Gelişmekte olan ülkeler değişim denklemine girdikçe, yüksek ücret ekonomilerinde ticarî malların azalması kaçınılmaz hale geldi. Ama zengin ekonomiler bu azalmaya, yüksek eğitimli iş güçlerini -küresel rekabetten büyük ölçüde uzak- bilgi temelli hizmet işlerine kaydırarak uyum sağlayabildiler. Bilgi çalışanları ticaret dışı işlerde çalışarak, gelişmekte olan ülkelerden ithal edilen ve giderek ucuzlayan mamullerden kaynaklanan bir satın alma gücü artışından yarar sağlayacaktı. Bugünkü terimiyle bu, küreselleşmenin kazan-kazan stratejisiydi.
Paul Samuelson, 'bozan bir teknoloji'nin ['disruptive technology'] ortaya çıkmasının bu sevilen kurama nasıl meydan okuduğu üzerine yazdı. Burada sahneye Internet çıkıyor -belki klasik iktisatçıların bugüne kadar karşılaştığı en bozucu teknoloji. e-tabanlı sınır ötesi bağlanabilirlik [connectivity] sayesinde, bir zamanlar ticaret dışı sektörlere dahil olan faaliyetler şimdi ticarîleşiyor. Başka ülkelere verilen işler, düşük katma değerli veri işlemeden ve çağrı merkezlerinden yüksek katma değerli yazılım programcılığına, mühendisliğe, tasarıma, tıbba, hukukî uzmanlığa, mali analize ve bir dizi başka beyaz yakalı işine kayarken, iş ve gerçek ücret güvencesi daha önce hiç olmadığı kadar fazla sarsılıyor. Oportünist politikacıların çalışanlarda biriken öfkeyi sömürmede böylesine etkili olmasına şaşırmamak gerek.
Amerikan politikasının seçim sonrası kutuplaşması, aklın bu öfkeyle başa çıkmada başarılı olacağını göstermiyor. Geçmişte bu hep ABD'nin korumacılıkla oynaşmasına yol açan şeydi. Bugünün giderek sertleşen politik ikliminde, bu karşılıklı denetim ne yazık ki mevcut değil. ABD Kongresi'nde Çin'e yönelik saldırıların yaz boyunca yoğunlaşması beklenirken, bozucu bir küresel yeniden dengelenişin -döviz ve bono piyasalarında keskin düşüşlerle- önemli ölçüde artması beklenebilir."
Roach, "Küreselleşmenin yeni makrosu" başlıklı ikinci makalesinde de "küreselleşmeye karşı geri tepme" tehlikesine dikkat çekiyordu:
"En büyük risk, yeni küresel makronun küreselleşmeye karşı geri tepmeye yol açabilecek olmasıdır. Ticarette yükselen gerilimler, ben dahil birçok ekonomist tarafından uzun zamandır desteklenen serbest ticaret ve karşılaştırmalı üstünlük vaazlarına devlet politikasının nasıl güvenini kaybettiğinin çok açık ifadesidir. Dünyanın en güçlü ekonomisindeki normalin altı istihdam ve normalin altı gerçek ücret artışları bu güven kaybını beslemektedir. Sonuç olarak çalışanlar klasik serbest ticaret ekonomisinin vaatlerine sabırlarını kaybetmiş durumdadır ve oportünist politikacılar bu öfkeye sarılmıştır. Geçmişte küreselleşme durmuştur -ve bunu izleyen süreçte koşullar dünyayı Birinci Dünya Savaşı'nın kıyısına getirmiştir. Evet, tarih tekrarlamaktan ziyade kafiye yapar [history rhymes, rather than repeats]. Ama küreselleşmeye karşı bir geri tepmenin aşağı çekişi hafife alamayacağımız bir şeydir. Bu, daima kutsanan mali piyasalar açısından en büyük ceza olur."
Kavramların el çabukluğuyla revizyonu
Kavramlar belirli bir olguyu tanımlamada kullanıldığı sürece anlamlı oluyor. Başka bir olgunun el çabukluğuyla kavramın içine sıkıştırılmaya çalışılması durumlarında, olgu kavramı çağrıştırmıyor, kavram olguyu açıklamıyor. Kavram, yeni bir olguyu tanımlamada da kullanılacaksa, bunun el çabukluğuyla değil tartışılarak yapılması gerekiyor. Aksi halde iletişim anlamsızlaşabiliyor. "Küreselleşme", "uluslararası ticaret" ya da "korumacılık" kavramlarında olduğu gibi.
"Küreselleşme" kavramı hangi olguyu açıklıyor? Uluslararası ticaret ve işbölümünün artan bir karşılıklı bağımlılık içinde büyümesini mi? Sermayenin uluslararası serbest dolaşımını mı? Yoksa her ikisini de mi? İkisini de açıklıyorsa bu kez, Roberts'ın altını çizdiği gibi, uluslararası ticaretin eskiden ifade ettiği şeyi ifade etmeye devam ettiği söylenebilir mi? Karşılaştırmalı üstünlük temelli bir uzmanlaşma ve işbölümüyle üretilen malların uluslararası değişimi olduğu iddia edilebilir mi? (El çabukluğunda inat eden adamın cevabı: "İddia edilebilir, çünkü sermayenin dolaşımı karşılaştırmalı üstünlüğü geçersiz kılmaz. Ricardo, örnek basit olsun diye o konuya girmemişti.")
"Korumacılık" kavramı, yıllarca, bir ekonominin yabancı ekonomiler karşısında çeşitli yöntemlerle (gümrük tarifeleri, kotalar, sübvansiyonlar, vs.) korunması anlamında kullanılmışken, sermaye dolaşımının sınırlandırılması ve denetlenmesi de bir anda bu kavramın anlamına dahil edilebiliyor. Bir ülkenin ihracatını güçlendirecek yabancı sermayeye karşı o ülkede nasıl merkantilist korumacılık yapılabilir? Sermaye hareketlerinin denetlenmesini savunanları başka bir kavramla açıklamaya çalışmak gerekmiyor mu? Mutlaka "korumacılık" kavramı kullanılacaksa, hiç olmazsa bunu merkantilizm bağlamı dışında kullanmak, diğer bağlamdan biraz söz etmek gerekmiyor mu? (El çabukluğunda inat eden bu durumda ne diyebilir? Belki şunu: "Gerekmiyor, çünkü merkantilizm aslında dış rekabete karşı koruma demek değil. Onlar aslında sadece devlet içindeki güçlerini koruma peşinde olmuştur ve karşı oldukları uluslararası ticaretin tamamıdır.")
Kavramların anlamlarının, üretim, ticaret ve birikimdeki ekonomik-politik rollere, konumlara ve hedeflere meşruiyet kazandıracak biçimde "genişletilebildiği"ni, ABD-Çin Komisyonu'nda kristalleşen münazarada, Panagariya tarafından yapılan revizyonlarda görebiliriz. Bu revizyonlarla artık sermayenin hareketliliği, serbest ticaretin ve karşılaştırmalı üstünlüğün işleyişinin bir parçasıdır. Sermaye hareketlerinin denetlenmesi gerektiğini söylemek, serbest ticarete karşı çıkmaktır, merkantilizmdir, korumacılıktır."
Bu tür ideologlar pekâlâ şunu da diyebilir: "Soluduğun havaya başka yerde daha fazla para veren olduğu için o havayı almaları meşru serbest ticarettir. Ölmeye direnmek ha, seni şımarık korumacı! Rekabet içinde boğulmasını bil biraz."
Öte yandan mesele sadece kavramların genişletilmesi mi? Sermaye dolaşımını serbest ticaretin mantığına uygun, sermaye dolaşımını denetleme talebini ise korumacılık olarak görenlerin sessiz kalmayı tercih ettikleri durumlar var. ABD'de ithal çeliğe yüksek tarife uygulanması, Çin tekstiline kota uygulanması, tarımda ihracat ürünleri ya da ithalat rekabetçi ürünler için sübvansiyon uygulanması ne olarak görülebilir? Ya da doların küresel para konumunun sarsılmaması için ABD ticaret açığının dolar devalüasyonuyla düzeltilmeye çalışılması hangi kavramla açıklanabilir?
Şovenizm ve küreselleşmeciliğin ortak kaynağı
ABD'de korumacılığın iki damardan birden beslenerek yükseldiğini söyleyebiliriz: Hem ithal ürünlerin rekabetine karşı geleneksel anlamda korumacılık; hem de, dolar egemenliğini ve bununla bağlantılı politik egemenliği sürdürme hedefinden kaynaklanan, yabancı bir ekonomiye yaptırımlar dayatılmasını ("ya paranın dolara karşı değerini yükselt ya da bana yaptığın ihracata tarife uygularım") bu hedefe ulaşmanın bir aracı olarak gören korumacılık.
Bu iki korumacılığı ayrı ayrı ele almak gerekiyor.
ABD içindeki üretim ve birikimin ithal ürünlerin rekabeti karşısında ya da düpedüz serbest ticaret karşısında korunması anlamında korumacılığa nerede rastlıyoruz?
Devletin yurttaşlığına dört elle sarılma, devlete körü körüne sadakat anlamında şovenizmden hangi noktalarda farklı olduğu belirsiz bir "Aydınlanmacı yurtseverlik"le de (5) kol kola yürüyen bu korumacılığın, örneğin Amerikan başkanı Bush tarafından çelik tarifelerinde savunulduğunu duymuştuk. Mart 2002'de ithal çeliğe uygulanan tarifeleri yükselten Bush,Mayıs 2003'te bu korumacı politikayı nasıl savunmuştu:
"Sektöre artan ithalata uyum sağlaması için bir şans tanımak için, öte yandan da iş ve geçim kaynağı olarak çeliğe bağımlı işçileri ve toplulukları rahatlatmak için bu yönde hareket ettim."
Yerli çeliğin ithal çeliğe karşı korunması bağlamında, bir ekonominin göreceli etkisizliğinden kaynaklanan eşitsizliği dengelemek için başvurulan korumacılığın şovenizmi meşruiyet payandası olarak kullandığını ("iş ve geçim kaynağı olarak çeliğe bağımlı işçileri ve toplulukları rahatlatmak") ve aynı zamanda bunları beslediğini böyle anlarda görüyoruz.
Öte yandan Bush yönetimi, iç pazarda sermaye birikimini uluslararası rekabetin darbelerine karşı korurken, dış pazarlarda sermaye birikiminin devam edebilmesi için bu kez içeride yatırımsızlık ve istihdamsızlık bedelinin ödenmesini savunan yönetim konumunda değil mi?
Tuhaf görünebilir, ama bu, Bush yönetiminin yurtsever-şovenist konumunu pekiştiriyor. Çünkü sermayenin Çin, Hindistan gibi ülkelere koşmasına paralel olarak ABD'nin giderek uluslararası ticarete olmayan mal ve hizmetler üreten bir topluma dönüşmesi, ama aynı zamanda geri kalan dünyanın üretimini tüketmeye devam etmesi, hayat standartlarını borçlanarak sürdürmesi, ticaret açığındaki baş döndürücü artışlarla cari açığı hızla büyüyen bir ülke haline gelmesi, sonuçta bir şeyin, doların egemenliğini tehlikeye sokuyor. Bush yönetimi doların küresel para olarak egemen konumunu korumak zorunda ve bunu yaparken de gene "yurdun çıkarları"nı (bazı yurtseverlerin buna açıkça "imparatorluk" ve "ABD hegemonyası" dediklerini daha sonra göreceğiz) korumuş oluyor.
Sermaye hareketlerinin sınırsız serbestliği anlamında küreselleşmenin istikrarı, aynı zamanda ulusal para olan bir küresel paranın istikrarıyla ilişkili olunca, o ulusun yurttaşlarının yurtseverliği de bir küreselleşmecilik ölçütü haline geliyor. Ne kadar yurtseversen o kadar küreselleşmecisin; ne kadar küreselleşmeciysen de o kadar yurtsever.
Eğer iki küresel para varsa, en azından ikinci bir para da diğeri gibi küresel para olmaya adaysa, bu kez "yurtsever-çünkü-küreselleşmeciler" iki kampta toplanabilir. Dünya iki kampa bölünebilir. Hangi kampın daha yurtsever-küreselleşmeci olduğu üzerine tartışmalar başlayabilir. Her biri kendi kampına "Aydınlanma" bayrağını çekip "din ve ırk ayrımcılığı temelli radikal ve saldırgan milliyetçilik"le itham edebileceği günah keçileri bulabilir. Hatta etrafta yeterince günahkâr görünümlü keçi yoksa, hayali keçiler ve hayalî günahlar yaratabilir.
"Küreselleşmeci-çünkü-yurtsever" koalisyonu
Lobe'un makalesindeki "milliyetçilik ve militarizm" meselesine geri dönelim. "Küreselleşme ve ekonomik değişime ayak uydurmada gerilim sürdükçe" orta sınıf kimin "öfkeli, kırık ve saldırgan safları"nı kabartabilir? Hangi "karşı tez"in? Lieven'ın sözünü ettiği, "ABD politikasını İsrail'in sağcı hükümetlerine bağlamaya çalışan Hristiyan Sağ ve Hristiyan Siyonist liderler ile yeni muhafazakârlar" kimlerdir ve hangi hedefleri temsil ediyorlar?
Roberts ve Panagariya'nın da içinde olduğu münazaracıların sunum yaptığı ABD-Çin Komisyonu'nun üyelerinden Dr. Stephen Bryen, hiç şüphe yok ki Lieven'in tanımına ("ABD politikasını İsrail'in sağcı hükümetlerine bağlamaya çalışanlar") uyuyor. 1981'de savunma bakan yardımcısı Richard Perle tarafından en yüksek bilgi erişim yetkileri ile Pentagon'a alınan, "casusluk zanlısı" (İsrail adına) Dr. Bryen'ın üstünde daha önce epeyce durmuştuk.
İtalya merkezli silah devi Finmeccanica'nın bir parçası olan Finmeccanica Inc.'in başkanı olan, Nisan 2001'de ABD savunma bakan yardımcısı Paul Wolfowitz'in desteğiyle Çin Komisyonu komiserliğine atanan Bryen, aynı zamanda ABD merkezli küresel yatırım devlerinden Carlyle Grubu'yla ilişkilidir. Hatırlayalım: Albright Grubu ile birlikte bir "tahsilat konsorsiyumu" oluşturup Kuveyt'in Irak'tan borçlarını tahsili işine girişen, karşılığında Kuveyt'ten haraç kapma peşine düşen Carlyle Grubu, Ağustos 2003'te sermayesini Finmeccanica ile Avio şirketinde birleştirmişti. Politik lobi gücünü küresel tahsilat, şantaj ve haraççılıkta da kullanan Carlyle, asıl önemlisi, sermayenin bir ülkeden diğerine koşmasında dünya üzerindeki müstesna güçlerden biridir.
Lieven'ın sözünü ettiği "yeni muhafazakârlar" arasında elbette sadece Dr. Bryen değil, bugün ABD'yi yöneten ekibin en etkili kurmayları bulunuyor.
Şimdi Jim Lobe'un makalesinde çizilen çerçeveyle birleştirerek duruma bir kez daha bakalım:
* "1. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Çarlık Rusyası'nı Sırp radikallere bağlayan Slav milliyetçileri"ne benzetilen "yeni muhafazakârlar", ABD'nin yönetimindedir.
* Küresel sermaye hareketi motoru Carlyle'ın kadrosundan, İsrail adına casusluk zanlısı Dr. Bryen'ın da içinde bulunduğu bu ekibin, ABD içinde sermaye birikimini kollamak amacıyla korumacılık yapıp şovenizme gaz verdiğini çeşitli örneklerde görüyoruz (ithal çeliğe yüksek tarife, tekstilde Çin ürünlerine kota, tarımda sübvansiyon, vs.).
* Aynı ekip, gene sermaye birikiminin sürmesi için ucuz emek ülkelerine sermaye akışının ABD'de yarattığı çöküntüyü, katlanılması gereken bir bedel olarak görüyor ve Roberts gibilerin eleştirilerine karşı Panagariya gibilerin "kuramsal" kalkanlarından güç alıyor.
* Öte yandan bu ekip, sermaye akışının ticarî mal ve hizmet üretimini ABD'den dışarı taşımasıyla büyüyen ticaret açığından rahatsız, çünkü ABD borcu büyüdükçe doların küresel para konumu sarsılıyor; en azından ikinci bir paranın dolarla rekabeti elle tutulur bir olgu haline geliyor.
* ABD yönetimi doların konumunu korumak için ticaret açığını düzeltmek istiyor ve son günlerde bunun için etkili bir yolun, ticaret açığında en büyük payı oluşturan ülkenin, Çin'in parasının dolara karşı değerlenmesi olduğunu düşünüyor.
Bu şartlarda, meşruiyetini şovenizmle destekleyen iki damarlı korumacılık yükselirken, korunan sadece "artan ithalata uyum sağlamaya çalışan" sektörler, yani yerli üretim ve doların küresel egemenliği de değil. Tek kutuplu kalması amaçlanan bir dünya üzerinde sermaye dolaşımının geleceği de korunuyor.
Öte yandan, bu bağlamlarda korumacılık ve şovenizm sadece Bush yönetimi ve genel olarak yeni muhafazakârlardan mı kaynaklanıyor? "Çin Parası Kanunu Tasarısı"nı ABD Senatosu'ndan geçiren partiler üstü koalisyon neyi temsil ediyor? Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti'nin yeni muhafazakâr olmayan unsurları, doların küresel egemenliğinin küreselleşme ve barış aşkına feda edilebilir olduğu inancında mı? Öyle olduklarını gösteren bir işaret mi var?
Ayrıca korumacılık ve şovenizm, ABD politikasının doğasında olmayan bir şey mi? Nedenli ya da olumsal bir sapma mı?
Bush ekibinin canla başla savunduğu uluslararası sermaye akışının, dünya toplam üretimini artırıcı bir etkisi yok. Sermaye akışı sadece, üretimin mesela ABD'de değil de bir başka ülkede (Çin, Hindistan ya da bir başka yer) yapılması anlamına geliyor. Bu açıdan ABD'nin yeni muhafazakâr politikasında, karşılıklı bağımlılık içinde üretimin ve ortak kazancın artması anlamında bir küreselleşme hedefi ve uygulaması yok. Demokratik Parti'nin ve yeni muhafazakâr olmayan Cumhuriyetçi unsurların politikalarında var mı? Onların küreselleşmeyi savunurken hedefledikleri, dünya toplam üretiminin artması, ticarette ortak kazancın artması, toplumlar arası işbirliklerinin artması, bütün bunların sonucunda refahın artması mı?
"Milliyetçilik"ten mutlaka söz edilecekse de, burada tek bir "milliyetçilik" olduğu -ve bu milliyetçiliğin tek bir belirleyici dinamiği olduğu- herhalde açık: Sermaye birikimine koşullu, meşruiyetini güçlendirmek için alt ve orta sınıfların ekonomik-politik güçsüzlüğünü sömüren, ABD'deki diğer politik unsurların da en az Bush yönetimi ve yeni muhafazakârlar kadar bayraktarı olduğu "milliyetçilik". Bu sermaye birikimi milliyetçiliği, eşzamanlı olarak küreselleşmeci (serbest ticaret değil, sermaye hareketliliği anlamında) olabilmesini ise büyük ölçüde dolar egemenliğine ve ABD'nin dünyanın en güçlü malî merkezi olabilmesine borçlu. Ya da tam tersi: Bu küreselleşmeci politik güç, eşzamanlı olarak milliyetçi olabilmesini büyük ölçüde dolar egemenliği ve ABD'nin dünyanın en önemli malî merkezi olabilmesine borçlu.
Bu noktada, ABD'deki partiler üstü "küreselleşmeci-çünkü-yurtsever" koalisyonuna, bu koalisyonun gündemindeki meselelere ve koalisyon içinde süren tartışmalara biraz daha yakından bakmak gerek. (ŞA/TK)
(1)Protestan Reformasyonu: 16. yüzyılda Avrupa'da Roma Katolik Kilisesi'ne yönelik reform hareketleri.
(2) David Ricardo tarafından 19. yüzyıl başlarında formüle edilen "karşılaştırmalı üstünlük" ("comparative advantage"), bir tarafın belirli bir malı diğer tarafa göre daha düşük bir fırsat maliyeti (bir sonraki en iyi seçimi yapmamanın maliyeti) üzerinden üretebilmesi ya da tarafların göreceli olarak daha verimli oldukları üretim alanında uzmanlaşmaları olarak özetlenebilir.
(3) Panagariya'nın sunumunun bir de eki var. Bu ekte profesör, karşılaştırmalı üstünlüğün, etkenlerin hareketli olduğu bir dünyada da geçerli olduğunu farklı vakalarda kanıtlamaya çalışıyor. Örneğin vakalardan birinde A ülkesinin X ve Y mallarında B ülkesine karşı mutlak üstünlüğü, X'de ise aynı zamanda karşılaştırmalı üstünlüğü var. Bu arada, A'da gerçek ücretler B'dekinden yüksek. Panagariya, uluslararası emek göçüne izin verilmesinin B'den A'ya göçe yol açacağını, B'den kısmen emek göçüne izin verilmesi halinde ülkeler açısından eşitsizliğin gene geçerli olacağını, ama B'deki tüm emeğin A'ya göç etmesi halinde ticaretten kazanç elde edilmeyeceğini söylüyor. Profesör diğer vakalarda da (her vakada ülkelerin X ve Y mallarındaki mutlak ve karşılaştırmalı üstünlük kombinasyonları farklı), gerçek ücretlerin farklı olduğu ülkeler arasındaki emek göçünün olası etkileri üzerinde duruyor ve sermayenin hareketsiz olduğu varsayılıyor. Ekin münazaraya katkı sağlamasa da, yeni açılan işlerin çoğuna göçmenlerin girdiği ABD'deki politikacılar, bürokratlar ve işverenler açısından pratik bir çalışma olduğu söylenebilir.
(4) Üretimin sadece arzı değil, talebi de yarattığını söyleyen Fransız ekonomist Jean Baptiste Say.
(5) Lobe'un atıfta bulunduğu Lieven, "Aydınlanma'nın evrensel ilkelerine dayanan, özgürlük, kanun hakimiyeti ve politik eşitlikçilik temelli yurtseverlik"ten söz ediyor. Chaohua ise, "öncelikleri proto-demokratik talepler ve egemenliğe ilişkin politik - ekonomik haklar olan göçmen miliyetçiliği"nden.. Bugün "yurtseverlik" ya da "göçmen milliyetçiliği"nin koşulları ne: Birey özgürlüklerini ayaklar altına alan PATRIOT Kanunu'na sadakat, oy sayımına itirazı pratik olarak ortadan kaldıran ve oyları şirketlerin mülkiyetindeki yazılımlara kilitleyen elektronik seçime güven, yalanlara dayanarak ülkeleri işgal eden bir hükümete de, işgale onay veren yasama organlarına ve partilere de bağlılık. Bunun, devletin yurttaşlığına dört elle sarılma, devlete körü körüne sadakat anlamında şovenizmden farkı ne? Amerikan halkının büyük bir bölümü bu partiler üstü bayrak altında toplandıktan sonra, militarizme ve faşizme açık çek verdikten sonra, "din ve ırk ayrımcılığı temelli milliyetçilik" yükselse ne olur, yükselmese ne olur?