''Terör "zayıfın silahı" diye bilinir; gücü ve kaynakları kısıtlı eşkıyaların dehşet verici bir şiddetle önüne gelene saldırdığı, devletin ise masumları koruduğu söylenir hep. Yani siyasi meşruiyetiniz varsa, tam donanımlı büyük bir ordu elinizin altındaysa ve uluslararası meselelerde sözünüz geçiyorsa, kimse kalkıp da terörist diyemez size.
''Ancak "terör" gibi bir kelimeyi belki de ilk akla gelen anlamla ilişkilendirmek, belli başlı siyasi çıkarlarda kök salmış bir ideolojiyi kabul etmek olur. "Terörist kimdir?" sorusu zaten belli bir cevaba işaret eder, özellikle de "güçlü"yü gözardı eden bir cevaba. "Güçlü" hiç şüphesiz "zayıf" devlet-altı terör gruplarına göre çok daha büyük çaplı bir terör yaratabilir ama terörizm meselesi kamusal alanda asla bu şekilde değerlendirilip tartışılmaz.''
Cihan Aksan ve Jon Bailes birlikte hazırladıkları ''Güçlü'nün Silahı/Amerikan Devlet Terörü Üzerine Söyleşiler'' adlı çalışmada Önsöz'de yeralan bu sözlerle bir tartışma açıyorlar.
Metis Yayınları'ndan çıkan kitapta bu tartışma Noam Chomsky (Terörizmin Tanımı), Richard A. Falk Uluslararası Hukuk ve İnsan Hakları), Marjorie Cohn (İşkence Terörü), Ted Honderich (Ahlak, Meşruiyet ve Sorumluluk), Edward S. Herman (Medyada Terör İmgesi), Judith Butler (Terör Söylemi), Richard Jackson (Terörizm Araştırmaları ve Akademi), Patrick Bond (Uluslararası Finans Kuruluşları ve Terör Ekonomisi), İsmail Hüseyinzâde (ABD Militarizminin Yönlendirme Gücü), Gilbert Achcar (Ortadoğu’da ABD) ve Norman G. Finkelstein (İsrail Devlet Terörüne ABD Desteği) ile yapılan söyleşilerde derinleşiyor.
Güçlü'nün Silahı'nda Soykırım Siyaseti (The Politics of Genocide) kitabının yazarı Edward S. Herman ile yapılan ''Medyada Terör İmgesi'' başlıklı söyleşiyi aynen yayımlıyoruz.
Margaret Thatcher kamuoyu oluşturmanın terörizmin oksijeni olduğunu söylerdi, yaygın kabul gören bir fikir bu, terörün destek, meşruiyet ve sempati kazanması için kitle medyasında yer alması gerektiği anlamına geliyor. Devlet terörü bağlamında düşünürsek, sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
Edward Herman: Evvela, Thatcher'ın konuyu saptırdığını belirtmeliyim. Bu ifade her şeyden önce, teröristlerin çoğu zaman şiddete başvurmasının ve kamuoyu oluşturmaya çalışmasının altında, marjinalleştirilmiş güçsüz insanların ana akım medya aracılığıyla veya mevcut siyasi ve hukuki yollarla dile getiremedikleri sıkıntılarını ifade etme çabasının yattığı gerçeğinin üstünü örtüyor. Yani kendilerine kesinlikle gerekli olan ilgiyi görmek ve biraz olsun nefes almak için bu insanların gerçekten de böyle bir "oksijene" ihtiyacı olabilir.
Thatcher'ın geçiştirdiği diğer bir husus da devletin çoğu zaman zayıfı terörize ederek (devletin geniş çaplı, "toptan" teröründen ayırıp "perakende terör" diyorum buna) topluma korku salmaya çalıştığı, böylece halkın dikkatini dağıtmayı, kabul görmeyen ekonomi politikalarını veya sivil hak ve özgürlüklerin kısıtlanması ile silahlanma ve savaş gibi meseleleri gündemden düşürmeyi amaçladığı gerçeğidir.
George W. Bush yönetimi seçimlerde avantaj sağlamak veya bazı askeri ve siyasi faaliyetlerini meşrulaştırmak için düzenli olarak terör korkusunu kullanmasıyla bednamdı; üstelik böyle bir korku yaratmak için neredeyse her seferinde en olmayacak, mazide kalmış ya da uydurma olayları kullanıyorlardı. Perakende terör eylemlerinin genellikle bu eylemleri gerçekleştirenlere destek veya meşruiyet sağladığı da doğru değildir — bunlar hemen her zaman teröristler hakkında olumsuz bir kamuoyu yaratır ve teröristlerin davasına pek bir fayda sağlamaz.1
Devlet terörü halkı kontrol altına almak için hem yurt içinde hem de dışarıda kullanılabilir, yurtdışındaki genellikle taşeron güçler aracılığıyla dolaylı olarak yapılır. Bir devlet kendi halkını ezmek için terör uyguluyorsa, halkın içine korku salıp bu yolla sözünü geçirebilmek için herkesin bu tehlikeden haberdar olmasını sağlaması gerekir.
Bu durumda, bir ölçüde kamuoyu yaratma "oksijeni" devlet terörünün işine yarar, yine de devlet yurtdışında imajına zarar verecek olumsuz bir kamuoyu oluşmaması için devlet terörünü inkâr edebilir veya bu konu hakkındaki enformasyonu sınırlayabilir. Yurt içinde kamuoyu oluşturmaya çok da gerek olmayabilir, çünkü bu politika doğrultusunda yapılan uygulamalar, örneğin insanlann vurulması, evlerinden zorla alınıp "kaybedilmesi" ve kulaktan kulağa bilgi akışı insanları alarma geçirip terörize etmeye yeter de artar bile.
Devlet terörünün —ister doğrudan, ister yabancı taşeronlar aracılığıyla— başka ülkelerde uygulanması halinde, ülke içinde bu durumun açığa çıkması istenmez elbette. Ülke dışında devlet terörüne destek verildiği halka dürüstçe açıklanırsa elbette ki bu tutumun ahlak dışı olduğu düşünülür, bu yüzden devlet halkı bilgilendirmekten kaçınır ve medyayı da hakikati ortaya koymaktan caydırmak için elinden geleni yapar.
Hatta halkı doğru bilgilendirmeye çalışanlar düpedüz vatan haini ilan edilir; 1980'lerde Reagan hükümeti halkı terörize eden Guatemala hükümetine destek verirken, hükümet yetkilileri de Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Haklan İzleme Örgütü gibi insan hakları örgütlerini olayları abartmakla, hatta isyancı düşmanlara ve teröristlerin kuşatması altındaki halka yardım sağlamakla suçluyordu.2
Doğrudan veya taşeronlar aracılığıyla uygulanan devlet terörü, bunun aslında terör olmadığı, aksine "misilleme" ya da "kontr-terör" olduğu iddia edilerek de savunulur. Böyle bir durumda gerçek terör görmezden gelinir veya örtbas edilir, "oksijen" işi gören propaganda perakendeci teröristlerin fiilleri veya toptan teröre direniştir. Kısacası, devlet terörü pek duyurulmaz, güya misilleme yapanlarsa ön plana çıkarılır ve öfke körüklenir.
Böylece ABD'nin [Amerika Birleşik Devletleri] 1950' lerden 1980'lere kadar Latin Amerika'da Milli Güvenlik Devletleri sistemi kurmaya yönelik desteği —ve korkunç bir artış gösteren ölüm mangaları ile örgütlü işkenceler— basında çok az yer aldı, teröre karşı bir ABD imajı büyük bir başarıyla sürdürüldü.
ABD'nin 1976-83 yılları arasında Arjantin'deki askeri cuntayı desteklemesi, ABD ana akım medyasında teröre bilfiil iştirak etmek değil de "terörle mücadele" ilan edildi. Ancak askeri yönetimin devrilmesinin ardından, Alfonsin hükümetinin görevlendirdiği "Kayıplar Komisyonu" "silahlı kuvvetlerin, terör suçlarını bastırmak için savaştıkları güçlerin terörüne bundan katbekat beter bir terörle karşılık verdiğini" tespit etti. Ama tabii ex post facto' ydu* bu, ve terörizmin göreceli olduğunu gösteren bu çok önemli tespite ABD ana akım medyasında pek değinilmedi, bu mesele hiçbir zaman enine boyuna tartışılmadı.3
ABD'ye veya müttefiklerine yönelik terör saldırılarının haber yapılması söz konusu olduğunda, terörize etmede, daha doğrusu insanlara korku salmada medyanın da rolü var mı? Medya bu bağlamda ABD karşıtı terör planlarının ya da ABD'nin çıkarlarının ön plana çıkmasına yardımcı mı oluyor?
EH: İster gerçek ister düzmece terör saldırıları söz konusu olsun, topluma korku salmada medya kilit rol oynar. Aslında, düzmece terör saldırıları söz konusu olduğunda, medyaya çok daha önemli bir rol düşer. ABD'ye çok az yabancı terör saldırısı yapıldı -hatta 11 Eylül'den beri böyle bir şey hiç olmadı.
Oysa asla gerçeğe dönüşmeyen sayısız saldırı iddiası öne sürüldü ve bu iddialar genellikle tam da bir siyasi ihtiyacı (seçim, önceden planlayıp savaşı tırmandırma) karşılamak için ortaya atıldı. Bush yönetimi siyasi başarısını büyük ölçüde, sözde terör tehlikesini kullanarak "güvenliği" başlıca mesele haline getirmeye ve bu tehlikeyi alt etmede Bush'un cesaret ve ustalığına ihtiyaç olduğu izlenimi yaratmaya borçlu.
Pek çok olay bayat bir senaryodan ibaretti veya bunlarda düpedüz hükümet ajanlarının parmağı vardı,4 ama saldırı planları ve tehditler ana akım medyada gayet ciddi ve yoğun biçimde ele alınıyor. Medyanın işbirliği yapmasının sebebi, bunun alışılagelmiş ve olağan korkuları besleyen ucuz ve kolay "haber" olması, alışılagelmiş, yerleşik korkuları beslemesi; ayrıca medya fazla liberal olmakla ve vatanseverlik ateşinden yoksun olmakla suçlanmak istemez.
ABD daimi bir savaş ekonomisi ve politikasına evriliyor, medya da bu sistemin ayrılmaz bir parçası. Korkuyu körüklemek ve toplumun zihninde savaşı normalleştirmek, bu daimi savaş sisteminin muazzam harcamalarını meşrulaştırmak açısından hayati önem taşıyor.
Hükümet, her iki parti ve medya harcamaları gayet normal karşılıyor ve bunların nelere mal olduğunu tartışmıyor bile. Daimi savaş sistemi "teröre karşı savaş" olarak adlandırılıyor, ama ideoloji ve propagandadan başka bir şey değil bu. Teröre karşı savaş değil, terör savaşı — bir çırpıda terörist damgası vurulan itaatsiz devletler veya direnişçilere karşı mücadele veren devlet terörü savaşı, üstelik bu devlet ve direnişçileri harekete geçiren de asıl daha önce kendilerine terör uygulanmış olması.
Yani evet, bu politika ve medya terörizmi kışkırtıyor. Bu durum ABD'nin çıkarlarına hizmet ediyor, ama silahlanmanın ve daimi savaş halinde olmanın maddi ve manevi yüküne, sözgelimi yakın zamanda patlak veren ve hâlâ sürmekte olan ekonomik krize katlanan halkın çıkarlarına değil.
"Ana akım" medyanın terörizmi ele alma biçimiyle (yurtiçinde veya yurtdışında) ABD hükümeti arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce medya hükümet kararlarını ve politikasını etkiliyor mu, yani gerçekten "CNN etkisi" diye bir şey var mı? Yoksa hükümet bir terör tehdidi durumunda nelerin haber yapılması nelerin yapılmaması gerektiğini dikte etme gücüne mi sahip?
EH: Ana akım medya, iç içe geçmiş olan ticari ve siyasi sistemin bir parçasıdır, dış politika konularında devletin propaganda silahı olarak sürekli hizmet verir. Haber medyası personeliyle hükümetin dış politikasını belirleyenler arasında bir döner kapı vardır, aralarındaki sınıfsal ve yapısal ortaklık ile ortak çıkarlar medyanın performansını derinden etkiler. ABD muazzam askeri yapılanmasıyla, küresel askeri üs sistemiyle ve NATO üzerinde yeniden canlanan tahakkümü sayesinde, bütün dünyaya gücünü gösteren emperyalist bir güç artık. Medya da bu yayılmacı hareketin izinden gidiyor.
Hükümet ile medya arasında kuşkusuz bir etkileşim süreci işliyor, zaman zaman medya da hükümet kararlarına etki ediyor; özellikle sağ görüşlü medya, son zamanlarda öneminin artmasıyla da hükümeti dış ilişkilerinde daha saldırgan bir tutum sergilemeye sevk ediyor. Belki de "CNN etkisi" demek yerine "Murdoch-Fox etkisi" desek daha doğru olur, gerçi her ikisi de hükümeti aynı yöne (şiddete başvurmaya çoktan hazır olmaya) doğru iteliyor.
Hatta bu terör korkusunun, daha doğrusu terör karşısında yumuşak kalma ya da teröristlere karşı yeterince sert olamama korkusunun, hükümete enformasyon üzerinde baskı kurma ve sorunlu, ahlaki açıdan kabul edilemez enformasyon üretme gücü verdiği söylenebilir.
Wikileaks'in ABD'nin Irak'ta sebep olduğu ölümleri ve yaptığı işkenceleri bütün ayrıntılarıyla ortaya dökmesi ve medyanın bu duruma gösterdiği tepki çok aydınlatıcı oldu. Öncelikle, belgelerin açığa çıkardığı pek çok olay ve karar, halkın çıkarına hizmet eden bir medyanın kesinlikle gözden kaçırmayacağı şeylerdi.
Ayrıca büyük medya ortaya çıkanlara çok kısa değindi, zaten hepsine de değinmedi, aralarından seçerek aktardı (genellikle de İran'ın Irak'a müdahalesi iddiaları üzerinde durdu). Julian Assange'a düşmanca saldırdı, onu yerden yere vurup hakkında çeşitli karalama kampanyaları yürüttü. Bu olaylar üzerine yapılan yorumlardan biri de şöyleydi: 1971'de Dan Ellsberg Pentagon Belgeleri'ni New York Times aracılığıyla kamuoyuna duyuruyor, Nixon Ellsberg'i halkın gözünden düşürmek için uğraşmak zorunda kalıyordu, oysa bugün, 2010 yılında, bekçi köpeği görevini bizzat medya, üstelik New York Times'ın öncülüğünde üstleniyor.5
Bazı olaylarda, askeri müdahalede bulunulması için medyanın hükümetten daha fazla gayret gösterdiği bile söylenebilir mi? Yani aslında askeri müdahale gerektirmeyen bir durum karşısında medya hükümetin harekete geçmesine yönelik bir talep yaratarak hükümeti müdahalede bulunmak zorunda mı bırakıyor? Bahsettiğimiz medya etkisinin böyle bir etki olduğunu söyleyebilir miyiz?
EH: Mesele savaş olunca hükümet karar alma konusunda çoğu zaman birlik sağlayamıyor, böyle bir durumda da medyanın iki taraftan birinin elini güçlendirebildiği doğrudur. Geçmişe bakarsak, askeri müdahalelerde bulunulması için medyanın büyük çabalar gösterdiği veya bunun meydana geldiği ahlaki ortamı yarattığı da doğrudur. Bu durum günümüzde de geçerli, ana akım medyanın İran'da ve Suriye'de savaşı nasıl körüklediğini, hedefteki hükümetleri iblisleştirip savaşa giden yolu nasıl açtığını görebiliriz.
New York Times' da hemen her gün Suriye hükümetinin saldırılarında ölen sivillerle ilgili bir yazı çıkıyor; eylem yapan insanların resimlerinden çok ceset fotoğrafları var, sadece birkaç hafta içinde yayımlanan ceset fotoğraflarının sayısı bile, son on yılda Filistin'de ve Afganistan'da ölenlerle ilgili olarak yayımladıkları fotoğrafların sayısından çok daha fazla.
Soğuk Savaş sırasında, askeri müdahalelerde bulunmak ve devlet terörünü desteklemek için halkın rızasını kazanmada en büyük silah Sovyet tehdidiyken, 1990'larda "insani müdahale" gibi gayet pozitif bir söylemin baskın olduğu bir dönem yaşadık. 11 Eylül'ün hemen ardındansa medya da hükümet de "insani müdahale" söylemini bir kenara atıp tehdit söylemini yeniden benimsemeye pek hevesli görünüyordu. Terör ABD demokrasisinin önemli bir parçası mı?
EH: 11 Eylül'den sonra, el-Kaide, Afganistan, Taliban ve yeni "teröre karşı savaş" propaganda malzemesi olarak birinciliğe yükselince, gerek "insani müdahale"nin gerekse "koruma sorumluluğu"nun arka planda kaldığı doğru. 11 Eylül "büyük patlama"ydı, savaş yanlılarının uzun zamandır beklediği ve Eylül 2001 'de nihayet gerçekleşen yeni bir "Pearl Harbour" vakasıydı.
11 Eylül amansızca kullanıldı, yeni bir "terör savaşı"na dayanak oluşturdu; nihayetinde de askeri yetkiye dayanarak "teröristleri" her yerde öldürme hakkını ilan eden hükümet bildirisiyle en üst mertebeye ulaştı. Bunun sonucunda bütün dünya ABD'nin "serbest atış alanı", dolayısıyla da küresel bir terör devleti haline geldi.
Ancak "insani müdahale" ve R2P (koruma sorumluluğu) tamamen ortadan kalkmış değil, Libya'da NATO savaşına yaklaşırken muhteşem bir dönüş yaptılar; bu savaş halkla ilişkilerle ve BM ve ICC yetkilileri tarafından, Libyalı sivilleri koruma gereğiyle meşrulaştınldı. Benzer argümanlar ve gayet seçici hükümet-medya propaganda bombardımanı, Suriye'ye uluslararası müdahaleyi teşvik etmek için de kullanılıyor — ama sadece Suriye'ye müdahale için, Yemen, Suudi Arabistan veya Filistin için değil!
O halde Obama döneminde, Irak ve Afganistan savaşlarında kamuoyu oluşturamama başarısızlığından sonra, "teröre karşı savaş" söyleminden -en azından geçici olarak- bir uzaklaşma mı yaşandı? Arap Baharı ve Libya'ya müdahalenin "insani" gerekçeleri bu anlatıda değişiklik yapmayı zorunlu mu kıldı? Başka bir deyişle, "terörizm" fikri bir propaganda aracı olarak etkisini kaybetti mi?
EH: Bunlar propagandanın sözlü silahlarıdır, mevcut şartlara göre propagandanın hizmetine sokulur veya hizmetinden alınırlar. Arap Baharı olayları için "teröre karşı savaş"ı kullanmak kolay değildi, devlet terörüne karşı çıkmıyorsanız tabii, ki Batı dünyası bunu yapamazdı çünkü Mısır, Tunus, Bahreyn ve Yemen gibi ülkelerdeki teröristler bizim eski müttefiklerimizdi.
Ama Batılı devletlerin kara listesinde yer alan baskıcı Arap hükümetlerine karşı, seçici olarak, insani müdahale ve koruma sorumluluğu kullanılabilirdi. Batılıların müttefiki olan baskıcı Arap hükümetlerinin yadsınamaz işbirliği sayesinde her şey yolunda gitti. Batı medyası da bu seçiciliği bilmezden gelerek iyi iş çıkardı, kara listedeki hükümetlere yöneltilen suçları şişirip "direnişi" (dünün "teröristlerini") desteklemenin yol açtığı azımsanmayacak sayıdaki sivil ölümünü görmezden geldi.
Yine de "terörizm" Batı'nın propaganda cephaneliğinde hâlâ bolca bulunuyor, hatta artık küresel serbest atış alanında insansız hava araçlarının kullanıldığı gizli operasyonlar sonucu meydana gelen cinayetleri meşrulaştırmak için de kullanılıyor.
The Politics of Genocide (Soykırım Siyaseti) adlı kitabınızda insanlığa karşı işlenen suçların, savaş suçlarının, etnik temizliğin ve soykırımın tarihini anlatırken, bütün bunların "ırkçılığın emperyal projenin tam merkezinde yer aldığını" gösterdiğini söylüyorsunuz.6 ABD'nin gerçekleştirdiği ya da desteklediği devlet teröründe esasen sadece askeri ve ekonomik çıkarlar modeli göze çarpıyor, yine de bu terörün ırkçı bir motivasyonu da var mı size göre? Örneğin, belli bir devlet ve medya söyleminin Arap müslüman karşıtı eğilimi, terörizmi Öteki'ni iblisleştirerek meşrulaştırmak için tasarlanmış propagandadan daha mı fazla?
EH: İnsan ilişkilerinin bir aksiyonu olarak değerlendirebiliriz belki de bunu. Bir grup diğer gruba büyük acılar çektiriyor ve zarar veriyorsa, zulmeden grup mağdur grubu kendinden daha aşağı olarak görüyor, onun kendisi kadar iyi olmadığını düşünüyor veya onu insan yerine koymuyor demektir.
Bir devletin başka bir ülke veya grubu zapt etmesinin altında yatan yegâne sebebin, o ülkede yaşayanların petrolünü ve ender bulunan maden yataklarını çalmak olduğu belli olsa da, saldırgan taraf yaptıklarının adilliğine ve doğruluğuna kendini inandırmadan böyle bir işgal olmaz. İşgalci, zapt ettiği grubun temsil ettiği ne varsa hepsinin tam tersinin ete kemiğe bürünmüş hali olmalı, yani ırk, etnik, din veya "medeniyet" bakımından zapt ettiği gruptan üstün olmalıdır — tarih bize bunu gösteriyor.
Sömürgeci fetihlerin ve köle ticaretinin uzun tarihine bakarsak, ırkçılığın asıl dürtü olmadığını görürüz. Ancak beyaz Kuzey, beyaz olmayan Güneyden çok daha üstün bir teknolojiye sahip olduğundan, fetih, sömürü, kölelik ve kırım hem rahatlıkla yapılabilecek hem de gayet kârlı şeylerdi; ırksal farklılıklar hemen aşağılama, nefret ve kötü muamelenin zemini haline getirildi.
İnsanları Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'ndeki "merhametsiz Kızılderili vahşilere" denk düşen bir varlığa dönüştürünce, onlara zulmetmek daha kolay olur. John Ellis'in de ifade ettiği gibi, "Avrupalılar [Afrika'da] katlettikleri insanlara, en hafif tabirle, kendilerine haz veren bir aşağılama ile bakıyorlardı."7
Batı dünyasında bu günlerde yürütülen müslüman Arap aleyhtarı kampanyalarda da esas saik ırkçılık değildir, Batılılar para yardımı yaparak Suudiler, Kuveytliler veya Mısırlılar gibi ABD'nin çıkarlarını gözeten "uslu" Araplarla çok iyi ilişkiler kurmuştur (Mübarek, Mısırlı askeri liderler), hatta Kuveyt'i işgal etmesinden önce Saddam Hüseyin'le bile ilişkileri gayet iyiydi. Medyanın bazı kesimlerinin ve bazı siyasi liderlerin, Arap dünyasında ve daha geniş müslüman dünyasında pek çok dostu olduğu halde, genel olarak müslümanları teröre eğilimli olmakla suçlamaları ve Kuran'ı kötülemeleri biraz tuhaf. Ancak Batı'nın Ortadoğu ve Afrika'daki Araplara, keza Afganistan, Pakistan veya başka yerlerdeki müslümanlara karşı yürüttüğü savaş ile Araplar ve müslümanların buna direnişleri ve terörle karşılık vermeleri göz önünde bulundurulduğunda, Batı dünyasında Araplar ve müslümanları şeytanileştiren karşıt fikirler kontrolü ele geçirmiş ve böylece o bölgelerdeki sivil halkı katletmek kolaylaşmıştır.
Önem arz eden bir diğer faktör de İsrail'in Büyük İsrail'i kurmak için yıllardır Filistinlileri yurdundan etmeye çalışması. Arapları ve Filistinlileri terörist olarak tanımlamak, sistematik olarak yürütülen bu etnik temizliği ahlaki açıdan meşrulaştırmak için oldukça faydalı. Iraklıların ve İranlıların iblisleştirilmesi de aynı amaca hizmet ediyor. İsrail'in etkisiyle, Batılı siyasi medyanın Araplar hakkındaki görüşlerine iyice nüfuz etti bu.
Peki bu gibi durumlarda bir ırkı iblisleştirme girişimleri gerçekten kaçınılmaz mı? Örneğin ABD'nin bütün düşmanlığını Latin Amerikalılara yoğunlaştırdığı zamanlarda da oldu mu? Araplara ve müslümanlara yönelik ırkçılık zaten kültürel açıdan var olan bir durum mu, yoksa medyanın bunu körüklemesi mi gerekiyor?
EH: Bu durum şüphesiz sömürgecilik sürecinde ortaya çıktı, yakın geçmişte o kadar etkisi kalmadı, çünkü biz her zaman yerli seçkinlerin tarafında savaşıyorduk, halkın tamamına karşı değil. Batı dünyasının duyarlılığını Araplara karşı savaşın meşruiyetine yöneltmek, İsrail'in çıkarları açısından önemliydi muhtemelen; Arap ve müslümanların şeytanlaştırılması, daimi savaştan çıkarı olan ABD'nin de işine yaradı. Politikacılar ve medya da bunu başlatanların izinden gidiyor.
O halde ırkçılığın emperyalist yayılmanın sebebi değil de sonucu olduğunu, emperyalist yayılmayı rasyonelleştiren hiçbir şey olmadığı için onu rasyonelleştirmeye yönelik bir girişim olduğunu ve medyanın da bu süreçte önemli bir rol oynadığını söyleyebilir miyiz?
EH: Bu biraz abartılı bir ifade, süreci çok hesaplı kitaplı bir şey gibi gösteriyor. Batı'nın emperyalist yayılma sürecinin ve sömürgeciliğin en başından itibaren bir ırkçılık unsuru vardı muhtemelen, emperyal fetih süreciyle birlikte büyüdü. Yani bir bakıma sürekli emperyalist yayılmaya sebep oluyordu veya fetih ve işgal süreci boyunca meşrulaştırmayı kolaylaştırıyordu.
İlk olarak 1988'de ortaya attığınız "Propaganda Modeli", medyanın kurulu düzene yönelik eleştirilerini en aza indirmek için filtrelendiğini, bunun da mülkiyet, finansman sağlama, satın alma, saldırı ve hâkim siyasi ideoloji yoluyla yapıldığını anlatıyor.8 Son zamanlarda medyanın bu modeli delen atılımlarda bulunduğunu düşünüyor musunuz? Irak'la ilgili eleştiriler, Ebu Gureyb fotoğraflarının yayımlanması, nakil uçuşlarıyla ilgili yazılar, vb. medyanın olaylara yaklaşımında bir tür değişim addedilebilir mi?
EH: Hayır, "son zamanlarda medyanın bu modeli delen atılımlarda bulunduğunu" düşünmüyorum. 2003'te medyanın, kitlesel protestolara rağmen, Irak'a savaş açmak için atağa kalkan Bush yönetimiyle bu kadar işbirliği yapması, Vietnam Savaşı'nda edindiği tecrübeyi bir yana bırakması anlamına geliyor. New York Times ve Washington Post 2002-2003 yıllarında yaptıkları hatalardan dolayı yarım ağız özür diler gibi oldular ama halkı İran'a yönelik olası bir savaşa hazırlamaya girişerek yine aynı şeyi yaptılar. Medyanın önemli bir kısmı, Wikileaks gibi girişimlerde bulunanlara saldırıyı körükleyerek, savaşın faillerini bu tür sızıntılardan korumayı bile görev edinmiş durumda.
Propaganda Modeli'nin yapısal olgulara dayandığını ve bu olguların da genelde modelin uygulanabilirliğini artırdığını belirtmek lazım. Medya giderek merkezileşti, reklam alanındaki rekabet iyice koyulaştı, satın alma haberi ucuza sağlayan ve açıklamaları fazla araştırma maliyeti yaratmayan güç merkezlerine yöneldi, güç merkezlerinin saldırıları da daha sofistike ve zorlayıcı bir hal aldı. Fox'un yükselişe geçmesiyle, sağ bloglann ve talk show'lann önem kazanmasıyla, medyanın saldırıları da önem kazandı.
İnternet üzerinden iletişimin başlaması mümkündü ama olmadı, ana akım medya, sağ yazarların blogları, dikkat dağıtan sosyal medya bu alanı ele geçirdi ve iletişim sağ görüşlü olmayan, mali kaynaklan yetersiz, bölük pörçük grupların girişimlerinin ötesine geçemedi. İdeoloji konusuna gelince, komünizm karşıtlığı gücünü bir ölçüde koruyor; sosyal demokrasinin düşüşe geçmesiyle, üst sınıflann gücünün orantısız bir biçimde artması ve konsolide edilmesiyle, serbest piyasa ideolojisinin önemi iyice arttı; ABD'nin himayesi altında ve NATO'nun desteğiyle devam eden daimi savaş hali Batı'nın olan biten sessiz kalmasına neden oldu.
Peki nasıl oluyor da vaktiyle görmezden gelinen bazı olaylar, Ebı Gureyb mesela, bir anda gündemdeki en önemli haber haline geliyor? Savaşa verilen topyekun destekle tümüyle çelişen böylesine kritik haberler hangi koşullarda ve sınırlar içinde çelişkili olmaktan çıkıyor?
EH: Irak Savaşı büyük bir haberdi; ABD güçlerinin yaptığı işkenceler, korkunç işkence fotoğrafları ortaya çıkınca, olup bitenleri görmezden gelmek imkânsız hale geldi. My Lai gibi bir katliamı da hasıraltı etmeye çalıştılar ama olmadı. Her iki olayda da gerçekleri aylar boyunca görmezden geldiler.
Afganistan'dan yayılan kirli kokuları Sovyetler Birliği'nde de medyadan saklayamadılar, hatta Sovyet Savunma Bakanı hiç de vatansever olmayan bu tutumu medyaya yakıştıramamıştı.9 Ama bu iki ülkede de medya gayet "vatansever" aslında, hükümetin olumlu yönlerini, iyi niyetli tavrını ön plana çıkaran bir parti çizgisine vurgu yapıyor. Ebu Gureyb'i esef verici bir sapma olarak sunuyor, düşmanın kötü niyetini ve eylemlerini vurguluyor.
O halde eleştirinin sınırı, tikel olayların tümel bir olayın örnekleri olarak birbiriyle ilişkilendirildiği noktadır diyebilir miyiz?
EH: Seçkinlerin fikirlerinin hüküm sürmesine ve kararlarının itirazları savuşturmasına olanak tanıyan propaganda modeli unsurları 1988'de olduğundan daha güçlü artık. Daimi savaş ekonomisi iyice yerleşti, seçimlere para yön veriyor, dolayısıyla kritik noktalan birbiriyle ilişkilendirerek çoğunluk için bir tümele ulaşmak pek söz konusu değil.
Bazı medya kuruluşlarının Irak'a savaş açılması konusunda verdikleri destek yüzünden "yarım ağız özür dilemelerinden" bahsettiniz. İşi neredeyse 11 Eylül faciasını bir mazeret olarak kullanmaya kadar vardıran daha "liberal" medyada yaygın olan ilginç bir rivayet var: Olayların yarattığı şok yüzünden hükümete her zamankinden daha fazla anlayış gösterildiğini ve eleştirel haberlerin o dönemde "askıya alındığını" söylüyorlar. Savaş haberleriyle ilgili daha önce söylediklerinizi ve hep aynı hataların yapıldığını düşünürsek, sorumluluktan kaçmak için suçu o zamanki hükümetin üstüne atmanın kinik ve korkakça bir mazeret olduğunu düşünüyor musunuz?
EH: Hiçbir zaman tam anlamıyla özür dilenmedi, yarım ağız özür dilemelerinin sebebi de işlerini doğru dürüst yapmadıklarının iyice ayyuka çıkmasıydı, bir şeyler söylemek zorunda kaldılar. Hükümeti suçladıklarını düşünmüyorum, yalnız bütün o yalanları içine sindirip propaganda malzemesi olarak kullanan, muhtemelen savaş suçlanna iştirakten şu anda hapiste olması gereken belli başlı editörlerini neden kovmadıklarına dair hiçbir açıklama yapmamalarının kinik bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bu korkunç başarısızlığın tekrarını engellemek için herhangi bir reform da yapmadılar. Üstelik çok geçmeden aynı şeyi İran konusunda da yapmaya başladılar.
Liberal bir kapitalist toplumda kitle medyasının, propaganda modelinde tarif edilen medya yapısını andırmamasına imkân var mı gerçekten? Amerikan devlet terörünün dile getirilmesine ve kötülenmesine izin vermeyen, kuvvetli bir sağ veya neoliberalizm mi, yoksa liberal medyanın biçimlerinde veya sistemik yapılarındaki temel bir eksiklik mi?
EH: Bu soruya da cevabım hayır —hem kurumsal hem de tarihsel açıdan. Model, liberal bir kapitalist toplumun yapısal özelliklerine dayanılarak inşa edildi ve öyle bir biçimde evrildi ki artık bünyevi bir şey gibi görünüyor. Bu medyanın Amerikan devlet terörünü dile getirmesini veya onu kötülemesini beklememek lazım, zaten bu onlann kendi terörü, şirketler sisteminin parçası olan kuruluşlar tarafından bu terörün korunması gerek. Biz sadece bize saldıranlara karşılık veririz, terör uygulamayız.
Bu, medyanın bazı meseleleri feci bir biçimde çarpıtmasını, çifte standart uygulamasını, baskı yapmasını da gerektirebilir, zaten işler yıllardır bu şekilde yürüyor. Propaganda modelinin de öne sürdüğü gibi, bu durum medyanın temel yapısal özelliklerinden kaynaklanıyor. Kendi terörümüzü bu şekilde savunmayı bırakmamamızda sağ önemli bir rol oynuyor, ama asıl itici güç bütün bunları başlatanlardan bağımsız.
Öyle görünüyor ki, ABD'nin güdümüyle veya desteğiyle yapılan zulüm medyada ifşa olduğunda bile, bu durum yürütülmekte olan dış politika projesinin meşruiyetini kaybetmesine yol açmıyor. Hatta devlet 1990'larda Irak'taki —sizin tabirinizle— "kitle imha yaptırımları" gibi korkunç şeyleri kabul edebiliyor ve bu bile kitlesel bir tepkiye sebep olmuyor. Neden böyle oluyor? ABD'nin yaptıkları terör olarak algılanmasın diye, terörizm gibi konular tartışılırken nasıl bir dil kullanılacağını ve tartışmanın parametrelerini medyanın ve medya yoluyla devletin belirlediğini düşünüyor musunuz? ABD'nin haklı olduğu fikri kültürel açıdan çok güçlü, çok yerleşik, dolayısıyla ABD'nin terörü bile haklı gerekçelerle uyguladığı düşünülebiliyor diyebilir miyiz?
EH: "Kitle imha yaptırımları" ifadesi —ki bence çok yerinde bir tabir— John ve Kari Mueller kardeşlerin 1999'da Foreign Ajfairs'de yazdıkları bir makalenin başlığıydı. ABD ile Birleşik Krallık'ın mühendisliğini yaptığı Irak yaptırımlarıyla ilgili olarak dokuz yıl önce aldığı kararların, "Irak'ta ölen insan sayısının, tarih boyunca kitle imha silahlarının neden olduğu ölümlerden daha fazla olmasının en büyük sebeplerinden biri olabileceğine" dair ortaya çok mantıklı bir görüş atmışlar, buna ilaveten "bunca insanın hayatını kaybetmesinin ABD'de büyük bir etki yaratmamış" olmasının da ne kadar "ilginç" olduğunu belirtmişlerdi.10
Hatta önceki sorunuza verdiğim cevaba dönecek olursam, bu olayın failleri çok sayıda Iraklının hayatını kaybetmiş olmasını hiç umursamamış, hatta ABD'nin o zamanki BM büyükelçisi Madeleine Albright Iraklıların yaşamlarını kaybetmeleriyle ilgili olarak "buna değerdi" ifadesini kullanmıştı (1996).
Irak'a uygulanan "kitle imha yaptırımları" (1990-2003) neticesinde ve bunu takiben ABD ile Birleşik Krallık'ın Irak'ı işgal etmesiyle başlatılan ikinci savaşta, Irak'ta ölenlerin sayısının 1 ila 2 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Kasıtlı bir şekilde incelikle yürütülen politikaların uygulanması sonucunda bu kadar çok insan ölüyorsa, burada konuştuğumuz şey artık "terörizm" değildir, daha gerçekçi bir tabirle soykırım hareketidir.
David Peterson'la beraber hazırladığımız The Politics of Genocide'da anlattığımız gibi medya düzeni, ister uygulanan yaptırımların sonucu ister savaşın ve işgalin sonucu meydana gelmiş olsun, Irak'taki ölümleri ele alırken "soykırım" tabirini kullanmaktan fazlasıyla kaçındı.11 ABD veya Birleşik Krallık (veya bizim tarafımız) korkunç şeyler yaptıysa dahi, bunların devlet terörünün de ötesine geçtiği, akla hayale sığmayan korkunç kötülükler olduğu düşünülmüyor.
Tartışmanın parametreleri devlet çıkarları doğrultusunda şekilleniyor. Madeleine Albright gibi devlet yetkililerinin iki dudağının arasından çıkan her söze riayet ediliyor, böyle insanlar kitle imha yaptırımlarının sonuçları için "buna değerdi" diyorsa medya buna karşı çıkmıyor; Bush hükümetinin Irak'ı işgalinin meşru olduğunu söylüyorlarsa, işgalin meşruiyeti şaibeli de olsa, ana akım medya bütün bu yalanlan, had safhadaki hukuk ihlallerini ve "terörizm"in çok ötesine geçmiş şiddeti görmezden gelmeye hazırdır. Yani yapı, vatanseverlik, kendini büyük görme, devlet çıkarlarına riayet ve resmi iddialar bir araya gelince, ABD'nin terörü için terör terimini kullanmaya imkân kalmıyor. ABD sadece "teröre karşı savaş" açabilir! (CA/JB/ÖÇ/YY)
* Cihan Aksan, Jon Bailes, Güçlünün Silahı/ Amerikan Devlet Terörü Üzerine Söyleşiler (Weapon of the Strong Conversations on US. State Terrorism), çeviri: Serap Arslanpay, yayına hazırlayan: Özge Çelik, kapak tasarımı: Semih Sökmen - Emine Bora, Metis Yayınları, İstanbul, 1. Basım, Nisan 2014, 265 sayfa.
Dipnotlar:
* Lat. Yasanın geriye dönüşlü olarak işlemesi; işlendikleri sırada suç sayılmayan eylemlerin sonradan çıkarılan yasalarla suç sayılarak cezalandırılması; sonradan yapılmış olup öncekileri de kapsayan; bkz. Ortak Kültür Sözlüğü, haz. Yurdanur Salman, Gamze Varım, Serhan Keser, İstanbul: Adam, Ekim 2003 -ç.n.
1. Bkz. Edward S. Herman ve Gerry O'Sullivan, The 'Terrorism' Industry, New York: Pantheon, 1989, s. 42-4.
2. Bkz. Edward S. Herman ve Noam Chomsky, Manufacturing Consent, New York: Pantheon, 1988,2002; Bodley Head, 2008, s. 72-74; Türkçesi: Rızanın İmalatı, çev. Dr. Ender Abadoğlu, İstanbul: bgst Yayınlan, 2012.
3. Bkz. Herman ve O'Sullivan, The 'Terrorism' Industry, 3. ve 8. bölümler.
4. "Terörle savaş" tuzağıyla ilgili olarak bkz. Amy Goodman, "Entrapment or Foiling Terror? FBI's reliance on Paid Informants Raises Questions about Validity of Terrorism Cases", Democracy NOW!, 6 Ekim 2010, tinyurl.com/28yrdwu.
5. Bekçi köpeği görevini üstlenmeye dair bir örnek için bkz. John F. Burns ve Ravi Somaiya, "Wikileaks Founder on the Run, Trailed by Notoriety", New York Times, 23 Ekim 2010; Times' in bu görevi üstlenmesine yönelik bir eleştiri için, bkz. Glen Greenwald, "The Nixonian henchmen of today: at the NYT", Salon.com, 24 Ekim 2010, tinyurl.com/2uvj41e.
6. Edward S. Herman ve David Peterson, The Politics of Genocide, New York: Monthly Review Press, 2010, s. 22.
7. John Ellis, The Social Histoıy of the Machine Gun, New York: Pantheon, 1975, s. 101.
8. Herman ve Chomsky, Manufacturing Consent, 1. Bölüm.
9. Bill Keller, "Soviet Official Says Press Harms Army", New York Times, 21 Ocak 1988.
10. John Mueller ve Kari Mueller, "Sanctions of Mass Destruction", Foreign Ajfairs, c. 78,No. 3, 1999.
11. Herman ve Peterson, The Politics ofGenocide, s. 35 ve s. 72.