Gazetecilik alanı, mekanizması, faaliyeti, çok politik, çok ideolojiktir. Bakın mesela burada çekim yapan kameraman arkadaşlar, kamerayı nereye çevireceklerine, nereye odaklayacaklarına, nereye zoom yapacaklarına dair siyasi tercihlerine göre karar veriyorlar. Siyasi-ideolojik bir refleksle görüntü seçiyorlar. Keza, hemen yanında not tutan, haber yazan meslektaşlar da hangi kelimeyi seçeceklerine, cümleyi nasıl kuracaklarına, neyi başa çıkaracaklarına dair karar verirken yine siyasi, yine ideolojik tercih ve dürtülerle hareket ediyorlar.
Bu sabah (Pazar 14 Ocak) gazeteleri gördünüz. Her gazete kendi meşrebine, mezhebine yani siyasi-ideolojik tercihlerine göre bizim konferansı değerlendirmiş, yorumlamış, işleyip sayfalarına aktarmış. Kimisi sürmanşetten vermiş, çoğu birinci sayfadan vermiş, içeriden küçük görenler de var. Tabii en ilginci Birgün gazetesi, hiç vermemiş. Eminim sadece teknik gerekçelerle açıklanabilecek bir mevzu değil bu... Siyasi duyarsızlık, profesyonellik eksikliği diyelim, geçelim şimdilik.
Medya ve barış diline ilişkin bu oturumda, medyanın, gazeteciliğin çok siyasi ve ideolojik bir etkinlik olduğunu hatırlatmakla başlamamın nedeni, izin verirseniz, ikisi siyasi, ikisi mesleki dört noktaya değinmek istemem:
ABD'ye karşı çıkmadan barış olmaz:
Dünkü oturumların bir kısmını izleyebildim, diğer konuşmalardan da haberdarım. Burada ne yazık ki dün ve şimdiye kadar, çok önemli hatta tayin edici bir konudan yeteri kadar söz edilmedi. Bu konuya bazı konuşmacılar, galiba çoğu ise hiç değinmedi.
Kürt meselesi çoktan Diyarbakır-Van-Hakkari üçgeninden çıktı, Ankara-Bağdat-Şam-Tahran dörtgenini de aştı, sorun artık global bir sorun haline geldi. Üstelik ABD'nin Irak işgalinden bu yana, hatta 1991'deki ilk saldırısından bu yana, bölgede en önemli siyasi ve askeri güç haline gelen ABD'yi hesaba katmadan oluşturulacak bir politikanın herhangi bir geçerliliği söz konusu olamaz. Kürtler, daha doğru bir deyişle özellikle Güney'deki Kürt yönetimi ABD saldırganlığı, hegemonyası, emperyalizmi konusunda yanlış hayaller besliyor. ABD bugün dünyanın ve bölgenin en zararlı, en tehlikeli gücüdür. Bu nedenle ABD'nin yayılmacı, saldırgan, savaşçı, işgalci politikalarına karşı mücadele etmeden ne bağımsızlık, ne özgürlük, ne demokrasi, ne de barış olabilir. ABD tarzı bir bağımsızlık, demokrasi ve barış isteyenler Irak'ta olup bitenleri görüyor değil mi? Biliyorum bu konu hassas, çok tartışılıyor. Ama ben Güney yönetiminin, ya da Türkiye'deki Kürt siyasi hareketlerinin ABD emperyalizminin işbirlikçisi, Amerikan uşağı filan olduklarını söylemiyorum. Bu konudaki perspektif ve duyarlılık eksikliğini vurgulamaya çalışıyorum.
Kürt dünyasındaki ABD yanlılığının üç nedeni var:
* Milliyetçi perspektifle, yani dar bir bakış açısıyla tahlil yapınca, Kürtler başdüşman olarak sadece ve esas olarak Saddam'ı görüyordu. Bu tıpkı bir atölyede çalışan çırağın başdüşman olarak ustabaşını görmesi gibi. ABD'nin Saddam'la olan çelişkisiyle Kürtlerin Saddam ile olan çelişkisi aynı türden değil. Dolayısıyla Kürtlerin, Saddam'ı devirmek istediği için ABD'yi dost ya da müttefik olarak ilan etmesi ve öyle muamele etmesi yanlış.
* Kürtler, Ahmede Hani'den bu yana haklı ve meşru olarak kendi devletlerini kurmaya çalıştılar. Ama çok çeşitli iç ve dış dinamik engeller nedeniyle bu istek bugüne kadar gerçekleşemedi. Bazı Kürt grupları, artık bu düşün gerçekleştiği görüşündeler. Oysa ki Güney'de bugün oluşmakta olan "entité", ki buna federe devlet, özerk bölge hatta bağımsız devletin ilk adımı da diyebiliriz, unutulmamalı ki, ABD işgali sayesinde meydana geldi, geliyor. Dolayısıyla, dışa bağımlı bir devlet ve özellikle de işgal sona erdiğinde, tek başına ayakta kalamayacağı gibi Sünni ve Şii Araplarla birlikte yaşam koşullarını ortadan kaldırmış durumda. Bu yetmiyormuş gibi, bağımsız üç devlet kurulsa bile, yeni düşmanlarla çevrili bir devlet olma riski söz konusu. İşgal altında bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ya da barış olmaz.
* Son bir neden de, konum değişikliği. Güney'deki Kürtler onlarca yıl ellerinde silahlar dağlarda bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ve barış için savaştılar. İlginçtir, mesela, İsmet Şerif Vanlı'nın (La Question Nationale Kurde en Irak- Irak'ta Kürt Milli Meselesi) kitabında da ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı üzere, feodal özelliklerine rağmen Barzani'nin KDP'si bile 1960'lı yıllardaki kongre kararlarında hep "Kahrolsun ABD emperyalizmi!" şiarını benimsemişti. Erbil/Hewler yönetimi artık bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ve barışı kazandığını sanıyor ve iktidara geldiğinin farkında. Barzani-Talabani ikilisi artık iktidara gelince kaçınılmaz olarak meseleye baktıkları konum değişti. Artık ABD emperyalizmine karşı muhalefet sözkonusu olmadığı gibi, temel mesele iktidarı sürdürmek haline geldiği için, toplum çıkarını önplana koyan perspektif de kayboldu. Muhalefette iken ABD'ye karşı çıkmak belki kolaydı ama şimdi varlık nedeninizi sağlamış olan bir güce muhalefet edemezsiniz.
Güney'deki Kürt yönetiminin hatırlamak istemediği üç örnek var: 1946 Mehabad, 1972 Cezayir Özerklik Antlaşması ve 1991. Her üç örnekte de dış güçler, sırasıyla SSCB, İran ve ABD, Kürt mücadelesini kendi devlet çıkarları doğrultusunda değerlendirdikten sonra, Kürtleri kaderleriyle baş başa bırakmış, her üç seferde de Kürtler hüsrana uğramıştı.
Soldan uzaklaştıkça barıştan da...
İkinci siyasi nokta, daha çok ideolojik bir tercihle ilgili. Güney'dekiler kadar Kuzey'deki Kürtlerin de 2001 ve 1999'dan bu yana sol ideolojiden uzaklaştıklarını gözlemek gerek. Gerek KDP ve KYB'nin yayınlarında gerekse PKK'nin yayın ve pratiklerinde, eskiden belki biraz silik, sönük de olsa rastladığımız sol ideoloji ve terminoloji büyük ölçüde azaldı. Biliyorum, sol dünya çapında geriledi diye itiraz edebilirsiniz, ayrıca sol kavramanın da muğlaklaştığı ya da tartışma konusu olduğu da öne sürülebilir. Ama benim Althusser'ci bakış açısıyla, belki de genel olarak dünya görüşü olarak tanımlayacağım sol ideoloji aslında öyle o kadar da muğlak ve tartışmalı bir kavram değil. Emekle sermaye arasındaki çelişki, laiklik, uluslararası dayanışma, ittifak politikaları ve tabii ki demin sözünü ettiğim dünyadaki gericiliğin beyni ve kalbi olan ABD yönetimine karşı tutum, solculuğun temel kıstaslarını oluşturuyor hâlâ. Sol, bir değerler manzumesidir, kişisel ve toplumsal hayata ilişkin bir tahayyüldür.
Türkiye'deki Kürt siyasi hareketlerinin Türk Solu olarak adlandırılan kümeyle ilişkilerinden söz etmiyorum. Türk solunun Kürt meselesinde ne kadar başarısız, ne kadar olumsuz bir sınav verdiğini Mustafa Suphi'den bu yana izliyoruz. Gerçek solcuların ve bağımsız Türk aydınlarının Kürt sorunu konusundaki olumlu, ama ne yazık ki kitlesel etkisi çok fazla olamayan tutumları da ayrı bir sorun.
Bugün KDP ve KYB'nin de ve ne yazık ki PKK'nin de sol bir perspektife sahip olduğunu kimse öne süremiyor. Oysa ki mesela geçmişte, sadece Barzani-Talabani Irak'ta ve Güney'de iktidara gelene kadar, PKK, Güneyli iki lidere, nispeten soldan eleştiri yöneltebiliyordu. Ama Barzani'nin Erbil'de, Talabani'nin de Bağdat'ta iktidara geçmesi, eski sol bakışı rafa kaldırdı. Anlaşılan milliyetçi bakışın alanı genişleyince sol bakışa pek yer kalmıyor. Barzani ve Talabani'nin iktidar sahibi olması, PKK'yi de ABD sayesinde elde edilmiş bu iktidara sanki ortak yapmış gibi. Osman Öcalan ve bazı eski PKK kadroları da, 2003 sonrasında yabancı basında yayınlanan demeçlerinde, ABD'nin kendileriyle birlikte Büyük Ortadoğu Projesini hayata geçirmesi gerektiğini savunmuşlardı.
PKK'nin (Kandil olsun, İmralı olsun) küreselleşme, ABD emperyalizmi, Irak gibi konulardaki açıklama ve tahlilleri, somut gerçeklerin analiz ve sentezinden çok, bu örgütün kısa vadeli ve dar isteklerini içeren metinler olarak algılanıyor.
Soldan uzaklaşma, bağımsızlık, özgürlük, demokrasi ve barıştan da uzaklaşma anlamına geliyor.
Tekrar ediyorum, KDP ve KYB'den antiemperyalist ve solcu olmalarını beklemek söz konusu değil. Çünkü bu iki partinin tarihi, sınıf kökeni ve yapısı zaten bu tür bir isteğin gerçekleşmesine müsait değil. Ancak PKK'de ve yakın çevresinde antiemperyalizmden ve soldan uzaklaşma, 2003 hatta belki de 1999'dan bu yana net bir şekilde görülüyor.
ABD hegemonyası konusunda duyarsızlık ya da yanlış tahlil ile soldan uzaklaşma, hafif kaymalar değildir. Bedeli çok ağır olabilir.
İzninizle şimdi iki mesleki konuya geçeyim:
Kürt medyası muhasebe çıkarmalı
Med TV'yle başlayıp bugün Roj TV adını alan televizyon yayıncılığı ile Özgür Gündem gazetesi ile başlayıp son olarak Toplumsal Demokrasi gazetesiyle sonuçlanan sürecin tümünde yönetici, yazar ya da eğitimci olarak görev aldım. Bunu da kişisel olarak ve mesleki olarak büyük bir onur duyarak yaptım. Yaklaşık 15 yıllık süreç, gazeteciliğin/haberciliğin sürati nedeniyle bence yeterince iyi bir şekilde, ayrıntılı olarak hem siyasi hem de mesleki perspektifle derin bir şekilde değerlendirilmedi. Başarılı olduğumuz yanlar oldu. Onları bir kenara koyuyorum. Ama mesela biz gazetede de televizyonda da ulaşmamız gereken tirajlara ve reytinglere ulaşamadık. HEP-DEP-HADEP-DEHAP-DTP partilerinin seçimlerde aldığı oy sayısına bakıyoruz, Kürt hareketinin diğer alanlardaki militan sayısına, aile bireyleri sayısına bakıyoruz, bizim yayınladığımız gazeteler bu kesimlerin çok az bir kısmına ulaşabildi ancak. Evet cinayetler, bombalamalar, yasal ya da gayri kanuni engeller vardı ama bizim de oturup çuvaldızı yeterince kendimize batırmadığımızı düşünüyorum. Kürt medya dünyasında, siyaset ile gazeteciliği birbirinden her zaman çok iyi ayıramadık. Teknik olarak, kadro olarak, dil olarak beğenmediğimiz, karşı çıktığımız Türk Apoletli Medyası kadar bile olamadık. Benim saptadığım başka birçok kayma, hata, yanlış da yapıldı ama tüm bunları ayrıntılı olarak gazetede çalışmış arkadaşlar, iletişim akademisyenleri ve düzenli okurlarla birlikte değerlendirmemiz gerekiyor. Yoksa her seferinde bir gazete kapatılıp ya da kapatıp bir yenisini çıkarmaya çalıştığımızda, kadim ve olumsuz alışkanlıklarımızı sürdürme tehlikesi var.
Muhalif solcu konfederasyon gazetesi
Barış, özellikle kadın sorunuyla ilgili oturumda etraflı bir şekilde ele alındı, öyle sadece savaşın karşıt ortamı değil. Ben barış deyince, Kürt meselesinden Ermeni meselesine, kadın hakları, çocuk hakları, engelliler, medya, aydınlar...vs... tayin edici tüm siyasal, toplumsal, ideolojik sorunları anlıyorum. Bugün Türk egemen medyası, Doğan Tılıç'ın da aktardığı üzere, hem iktidar yanlısı hem de savaş yanlısı. Bakıyorum ben şimdi, Evrensel'den Birgün'e, Toplumsal Demokrasi'den Atılım'a, Özgür Düşün'den Esmer'e Türkiye'de günlük, haftalık, aylık çok sayıda yayın var. Yerelde olsun büyük kentlerde olsun muhalif, solcu radyolar var. Kürtlerin, Alevilerin televizyonları var. Ayrıca da Apoletli Medyada çalışmak zorunda kalan çok sayıda doğru dürüst gazeteci arkadaşımız var. Barış üstbaşlığı, işte tüm bu gazetecileri bir araya getirebilecek, iyi, düzgün, temiz, sade yayıncılık ve habercilik yapabilecek bir ortam düşlüyorum hep. Siyasiler karışmasın, gazeteciler kendi aralarında anlaşabilir. Medyadaki solcu ve muhalif meslektaşlar olarak, 70 milyonluk toplumu Hürriyet'e, bilmem Show TV'ye, TRT radyolarına esir etmeye, teslim etmeye, onlara bırakmaya hakkımız yok. Doğru bir yayın politikasıdır tayin edici olan. Para değil. Medya mülkiyeti konusunda topyekün, yani hep beraber düşünür, tartışırsak, bu topluma uygun, bağımsız, özgür, kolektif bir model yaratabiliriz, yaratmalıyız. Artık Apoletli Medyayı eleştirme, kınama dönemi bitsin... Madem beğenmiyoruz, madem olumsuz buluyoruz, yaydıkları ideolojileri reddediyoruz, o zaman bizim de oturup istediğimiz, yani toplumun ihtiyacı olan, kamu çıkarını savunan, solcu, muhalif ama esas olarak iyi gazetecilik, iyi habercilik yapan medya organlarımızı kuralım, yaratalım. Ben bu konferansı fırsat bilip bir Şura çağrısı yapmak istiyorum. Adını bile tek başına koymak istemiyorum. Ama hedefi belli: Kendi medya organlarımızı yaratmaya yönelik bir çalışma. Öyle sadece Kürtlerin, sadece bir ya da iki solcu grubun değil, bu mevcut medyadan rahatsız olan her gazeteci ve yurttaşın bizzat sahibi de olacağı bir medya organı... Yıllardır üzerinde çalıştığım "Mülksüzlerin Medyası" projesinin bir tezahürü olarak gerçekleşebilecek, bu proje fikri değil fikir projesini de böylece tartışmaya açmış oldum.
Teşekkürler. (RD/TK)
(*) Bu metin, 14 Ocak 2007'de Ankara'da düzenlenen "Türkiye Barışını Arıyor" konferansında yaptığım konuşmanın, toplantı sonrası yapılan tartışmaları da içerecek bir şekilde zenginleştirilerek kaleme alınmış versiyonudur.