Aradan geçen zaman, ne önemli etkinliklerinden biri SSCB'ye seyahat düzenlemek olan Amerikan Komünist Partisi'ne, ne de seyahat edilen SSCB'ye iyi gelmedi: İkisi de tarih sayfalarındaki yerlerini aldı. Bu yerin onuru, en azından bu yazıda meselemiz değil. Ama bu yerin değeri hakkında konuşabiliriz.
Hasbelkader 2000'lerde aynı şehre yolu düşen bir sosyalist iseniz, telaş içinde arandığınız kent rehberleri arasında, üstelik diğerleri içinde tecimsel başarısı küçümsenemeyecek biriyle karşılaşabilirsiniz: Radical Walking Tours of NYC yani New York şehrinde radikal yürüyüş turları .
Rehberi elinize aldığınızda aklınızda, ucuza da gelecek, yürü yürü bitmez bir New York gezisi için anahtar bulduğunuz sezgisi uyandırsa da, rehber yazarı Bruce Kayton'ın yaptığının aslında bir zamanlar bu kentte de sosyalistlerin ve anarşistlerin de yaşadığını güçlü bir şekilde ispatlamaktan ibaret olduğunu görünce, belki siz şaşırmazsınız ama ben şaşırdım.
Kayton yirmi yıllık bir sol politik eylemciliği sırasında, Michael Moore'un NBA skorlarını akılda tutabildiklerine göre aslında aptal sayılmazlar dediği ortalama Amerikalıya, aslında sol ve devrimci bir tarihleri de olduğunu anlatamamış. Ama NBA skorlarını akılda tuttukları gibi, New York binalarının da (Trump Plaza, Empire State, Rockefeller Binaları vs.)tarihlerini akılları almakta olduğuna göre, bunları ararken Komünist Parti Genel Merkezinin ya da Emma Goldman'ın yaşadığı binanın yanından da geçebileceklerini anlatıbileceğini düşünmüş. Belki günün birinde Trump Plazayı Emma Goldman Muhtaç Radikaller Barınma Merkezi, Empire State Binasını kamusal barınak, Rockefeller Binasını emek örgütleri kompleksi yapmaya karar verirler diye ummuş.
Ben katılmadım ama ayda üç kez Kayton, bu radikal gezilerini inatla da yapıyor üstelik, belli mi olur 20 yılın üstüne bir yirmi yıl da böyle geçerse, belki...
Amerika
Ne kadar sıradan bir histir emin değilim; bir akşam metrosunda "biliyorum benden nefret edeceksiniz ama iki gündür açım ve hiçbir şey yemedim" diye dilenmeye başlayan bir erkek çocuğunu görünce -üstelik de aslında dilenenin erkek değil kız çocuğu olduğunu, tecavüzden kaçınmak için erkek gibi görünmeye çalıştığını öğrenince- sermayenin sadece bağımlı ülkelerde değil, metropol ülkelerde de insana karşı bir sistem kurduğunu düşünmeden edemiyor.
Çok naif kaçacak ama akla şu geliyor: Zaten bizim (bağımlı ülkelerin) iliğini sömürüyorsunuz bari kendi yurttaşlarınızı bu hale düşürmeyin değil mi? Onlar sizin için ölecekler gerekirse, Irak'ta, daha önce Vietnam'da olduğu gibi?
Evet naifçe insan, bu sistemin son derece akıl almaz olduğunu söylemek istiyor Ama bu durumun sermayenin mantığı (birikim yasası) açısından çok ama çok akılcı olduğu gerçeğini anlamak daha da önemli... Anlamak için, belki de uzun uzun devletteki dönüşüm üzerine düşünmek gerekir; yeni-muhafazakarlar bunu yapıyor ve artık yurttaş devletinden değil pazar devletinden söz ediyorlar. Ama bu yazının konusu bu değil.
Asıl ilgi çekici olan ise şu: Amerikan orta sınıfı için bu evsiz (homeless) insanlar, artık dilenen çocuğun ileri sürdüğü kadar nefret kaynağı değil, onlar vergi ödemeyen yeteneksiz yurttaşlar ve yeteneksiz oldukları için de hoş görülmeliler.
Hiçbir yerde iş bulamasa bile, tecavüzden kaçınmak için erkek gibi giyineceğine porno endüstrisinde iş bulabilir değil mi? Ama o yurttaş? Devletin yapması gereken de budur işte: Onun kendi çıkarlarını en yukarıya çekmesine yarayacak fırsatlara olanak tanımak... Daha basiti, her şeyi piyasanın kontrolüne bırakmak...
Estetikleştirme
New York şehrinde (NYC) çıkan parasız haftalık gazeteler var. Village Voice, New York Press, NYC Residence gibi... Bu gazetelerde, çıplak boy fotoğraflı paralı seks yapan kadın reklamları var. Siyonist ve Cumhuriyetçi Residence'da sadece bizdeki "ara beni, boya beni" türü erotik hat- reklamları var, saymadım ama yüzlerce. Kadın bedeninin insanlığın ortak tarihince estetik olarak kurulduğunu bilen ve bu estetik ortak paydaya katılan birinin, çıplaklığa elbette itirazı olamaz. Ama, aynı estetik değerin, hele hele bu bir insan tekinin bedeni ise para ile alınıp satılmasına insani olarak tepki duyması muhafazakarlık sayılmamalı.
Eleştiriyi, utana sıkıla yaptığımı düşünmeyin, bunun da bir nedeni var: NYC'de, savaş karşıtı olduğunu söyleyen muhtemel demokrat başkan adayı Howard Dean'e şimdiden eleştiri salvolarında bulunan Cumhuriyetçi yazarların argümanlarından biri de bu: Bu ahlaki çöküntüye Demokratların yol açtığı kanaatindeler.
Dolayısıyla o reklamlar, NYC'de görece "ilerici" parasız haftalıklarda çıkıyor, siyonist ve Cumhuriyetçiler ise sadece telefonla seks hattı reklamı aldıkları için, diğerlerini ahlaksızlıkla suçluyor. Durum böyle olunca, bizim memlekette çok kolay söylenebilecek, "vay ahlaksızlar, kadın satıyorlar" lafı, burada çok dolaylı olarak da olsa Bush'çu olmak oluyor.
İşte ancak böyle bir memlekette, evsizlik estetize edilebilir ve ediliyor. Evsizliğin estetikleştirilmesi, salt orta sınıf algısı ile ilgili değil, Hollywood gibi popüler kültür endüstrisi merkezlerinden, postal asıp estetik değer ürettiğini sanan buradaki muhalif sanat bendelerine; ilkinde egemen olan algıyı yeniden kuracak, ikincisinde bunu bir direniş biçimi olarak selamlayacak olsa da genelleşmiş bulunuyor.
Gerçek
İzlenimlerden, salt algılardan bilgiye varmak, iddialı çıkarsamalara dayanak olmamalı. Ama basit, belki de herkesin aslında bildiği gerçekler Amerikan demokrasisinin içeriğini ele veriyor: Bu, bir alım satım demokrasisidir, daha açık söylersek, piyasa diktatörlüğüdür.
Alexis de Toucqville'in yücelttiği demokrasi budur: Özgürlüğün tek ölçüsünün, her şeyi alıp satabilmek olduğu, özel mülkiyet hakkından öte bir şey olamayan piyasa demokrasisi, gerçekte ise diktatörlüğü. Burada Amerikan demokrasisinden, daha doğrusu Amerikan federalizminin yayılmacı dinamiğinden, evlere şenlik İmparatorluk teorileri çıkarıp, Irak'taki Amerikan işgalini polisiye vaka -federallerin (FBI) suçlu avı- derekesinde ele alan bir "sosyal bilim" yapmayı yöntemsel devrim sayanları sadece anmakla yetineceğiz.
Daha şimdiden içinde yer aldıkları karikatür karşısında, Toucqville'in küçümsenemeyecek bildirisi -bildiri dediğimize bakılmasın, ideolojik içeriğini ele vermek için "bildiri" nitelemesini kullanıyoruz: Amerika'da Demokrasi hacimli bir kitaptır- hala daha sosyalistler karşısında esaslı bir muhatap olmayı sürdürüyor.
İşin bize basit görünen yanı ise şu: Bilimselliğini ileri süremeyeceğimiz bazı basit gözlemler bile Amerika'da Demokrasi'nin demokratik ruhu denilen "liberal" savın, bırakalım 1871'i (Paris Komününü), 1848 devrimcilerinin programı yanında, insanlığı tahakküme ve yoksulluğa mahkum etmekten başka bir şey olmadığını göstermektedir.
Çöküş Resimleri
Dünya, bir çağ dönümünün eşiğinde. Sosyalistler, bu çağ dönümünü anlayıp yorumladıkları oranda, geleceği kuracak eylemi örgütleyebilecekler. Bu tartışma, gözlemler üzerine kurulu bu yazının sınırlarını çok aşar. Fakat NYC'ye hasbelkader yolu düşmüş bir bağımlı ülke sosyalistinin görebileceği bazı semboller olabilir; belki de bu semboller, gerçekte yoktur da, gördüğünü sanan özne tarafından kurulmaktadır. Bunun yorumunu bu sembollerden konuşacağım için ben yapamam, ama diğerleri yanında iki resmi herkesin görebileceğinden eminim.
İlki, yükselen bir medeniyetin sembolü: Büyük Tren İstasyonu (Grand Central). 1800'lü yıllarda yapılan bu santral, her şeyiyle Amerikan Bağımsızlık Savaşını veren yurttaşların gelecek tasavvurlarını ortaya koyuyor, gelişen bir medeniyetin anıtı olarak yükseliyor. O medeniyet, kapitalizmin yasaları içinde, olağanca vahşiliği de içererek gelişiyor.
Diğeri, çöken bir medeniyetin şımarıklığı: Times Square, 42. Sokak. Belki bu ikincisine, çekirge sürüsü gibi metro treninin çeşitli vagonlarında gezinip arkalarında bir çöp yığını bırakan liseli gençleri, bu çöp yığını içinde bağımlı ülke lise talebelerinin hayatta göremeyeceği kadar lüks kağıtlara basılı ders kitaplarını, hamburgerin sarılı olduğu kağıt gibi birbirlerine attıktan sonra bıraktıkları için ekleyebiliriz.
Bu elbette, ideolojik bir bakıştır: Bu medeniyetin, yüzlerce üniversitesinde o ders kitaplarını bulamamalarına rağmen kendi hükümetlerinin ya da Amerikan hükümetinin bursuyla okuyan binlerce bağımlı ülke aydınının bu medeniyetin hegemonyasını görüp kendi geleceğini bu medeniyetin içinde araması, belki de bir başkasına, çöken bir medeniyetin şımarıklığı olarak değil de "pislikten arındırılıp" yeniden inşa edilen Times Square 42. Sokak'ı, bu medeniyetin yeniden diriliş resmi olarak gösterebilir. Öyle göstermese bile, geceleri ışıl ışıl olan bu meydanı, çöken bir medeniyetin şımarıklığı olarak görmek, bir çoğuna, tuhaf da gelebilir.
Turgut'un gördüğü
İyimser muhafazakar tezler evsizliği estetize eden piyasa diktatörlüğünün, artık bizzat kendi adıyla anılacak bir devlet sistemi ile, pazar devleti ile egemenliğini yeniden ve yeniden kurabileceğini ileri sürüyor. Gerçeğin yeniden teslim edilmesinden ibaret ve gerçeği teslim ettiği için de devrimci de olabilecek dünyanın pazar devletleri tarafından yönetileceği türünden analizler politik bir iyimserliğin yol açıcılığının yokluğunda, yani şimdiki konjonktürde, insanlığın üstüne bir karabasan gibi çökebilir.
Tek tek insanların, bu karabasan içinde, iyimser devrimler yüzyılı kapitalizmin envai çeşit zaferi ve şımarıklığı ile sonuçlanmışken bizim gördüğümüz resimlerden bambaşka bir anlam çıkarmaları mümkün. Tıpkı Serdar Turgut'un yaptığı gibi: Bireyler, kapitalizm onlara bu kentte, NYC'de yaşama ayrıcalığı verdiği için ya da bu ayrıcalığı -kendi inanışlarına göre- kendileri kazandığı için 42.Sokak'ı temizleyen eski belediye başkanına şükranlarını, üstelik kendi memleketlerinin gazete köşelerinde sunabilirler.
Yanıt: Vivid Reklamı
Yine de onlara en iyi yanıtı, Amerika'nın en meşhur porno film yapımcısı şirketlerinden biri olan Vivid'in adını bilemediğimiz meşhur bir artistinin yarı çıplak süslediği, Times Square'daki şımarıklığa uymuş o devasa afiş veriyor: "Kim söylemiş, Times Square temizlendi diye?" Ve içimizden şöyle geçmektedir: "Kim söylemiş, Amerika, bu çağ dönümünde hegemonyasını sürdürecek diye?"
Yeter ki, kapitalizme karşı direniş geçmişimize, sadece ulusal değil dünyasal olarak, Amerikalılar gibi radikal yürüyüş turları düzenleyecek bir mesafeden değil, günün sorunlarını çözmemize yardım edebilecek deneyimler olduklarının bilincinde olduğumuz kadar yakın eleştirel bir mesafeden bakabilelim ve çağı anlamayı görev edinelim.
O zaman Serdar Turgut bile, Times Square'a bakarken eski belediye başkanının başarısını değil, çöken bir medeniyetin şımarıklığını görecek, hatta Kayton'un kitabını, o çok sevdiği NYC bundan ibaret değil aslında diye, tefrika edecektir. Yine memleket gazetesindeki köşesinden, olsun!... (SE/EK)